03 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HUKUK POL T KASI sıl dönüştüğüne odaklanan Kekulé sonunda yanıtına bir akşam atlı bir “otobüsle” evine gittiği sırada ulaştı. Walter Bruno Gratzer’in “Eurekas and Euphorias: the Oxford book of scientific anecdotes” başlıklı kitabında yazar yıllar sonra Kekulé’nin bu süreci şöyle dile getirdiğini belirtir: “Bir ara düşlere daldım ve heyhat! Atomlar gözlerimin önünde hoplayıp zıplıyorlardı...sıklıkla daha küçük iki atomun birleşip nasıl bir çift oluşturduklarını, daha büyük atomun iki küçük atomu nasıl kucakladığını, daha da büyük olanların küçüklerden üç hatta dördünü nasıl sıkıca kavradıklarını ve bu arada tümünün çılgınca dans edercesine dönüp durduklarını gördüm...” akşamı, o sırada Cetus Corp. Şirketinde görevli bir kimyager olan Kary Mullis arabasıyla Kaliforniya Otoyolu üzerinde Berkeley’den hafta sonlarını geçirdiği orman evinin bulunduğu Mendocino’ya doğru yol almaktaydı. Bir yandan araba kullanırken bir yandan da DNA molekülünün oluşumunu, bu yaşam molekülünün yapı taşları olan nükleotidleri düşünüyordu. Yolun henüz üçte birini tamamladığı anda nükleotidler, DNA birleştirici enzimler ve başka moleküler malzemelerden oluşan bir kimyasal çorba içindeki DNA parçalarını sınırsız miktarlarda kopyalama fikri aklına geldi. Daha önceleri DNA şeritleri yalnızca canlı hücreler içinde, büyük bir çaba harcanarak ve az miktarlarda oluşturulabilmekteydi. Mullis görüşünden yola çıkarak geliştirdiği yönteme polimeraz zincir tepkimesi adını verdi ve bu buluşuyla 1993 yılında meslektaşı Michael Smith ile birlikte Nobel kimya ödülünü paylaştı. Mullis, kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Düşüncelerimin büyük bir bölümünü o anlara borçluyum...çünkü laboratuvarda geçirdiğim zamanlarda düşünmeye pek fırsat bulamıyorum,” diyordu. Hayrettin Ökçesiz [email protected] Hukuku Bozuyorlarsa KARBON KOPYALAR Kekulé’nin düşleri sonradan onun moleküler yapı kuramıyla bütünleşti. Bir bileşimin oluşmasında her bir karbon atomunun dört başka atoma ilişebileceği bilgisinden yola çıkılarak, beş karbon 12 hidrojen atomu ile ilgili sorun çözüme kavuşturuldu. Bu üç bileşim salt yapıları gereği üç farklı maddeyi oluşturmaktaydılar: pentan, metilbutan (izopentan adıyla da bilinir) ve dimetilpropan (neopentan olarak da bilinir). .Ö 200 yıllarında Sicilya’da koloni bir devlet olan Sirakuza’nın kıralı kendisine armağan edilen ve som altından olduğu öne sürülen tacın içine gümüş karıştırılmış olabileceğini düşünüp, Yunanlı matematikçi Arşimed’den kuşkusunun doğru olup olmadığını belirlemesini istedi. Ancak Arşimed tacı eritmeden sonuca ulaşmak zorundaydı. lk aşamada sorunu enine boyuna inceledi, çeşitli varsayımları denedi, ama kesin bir sonuca varamadı. Bir süre kafasını dinlendirmeye karar verip hizmetkârından banyoyu hazırlamasını istedi. Küvete yerleşirken su düzeyinin yükselmesi üzerine tacın yoğunluğunu da aynı etkiden yola çıkarak belirleyebileceğinin ayırdına varan Arşimed çıplak haliyle sokağa fırlayarak,”Evreka!” diye haykırmaya başladı. Eşit ağırlıktaki farklı maddelerinsöz gelimi altın ve gümüşün uzayda farklı miktarda yer kapladıklarını fark eden ünlü matematikçi, tacın yerinden ettiği suyun yoğunluğunu ölçmek ve bunu eşit ağırlıkta som altından bir örnekten elde edilen sonuçlarla karşılaştırmak suretiyle tacın katıksız altından olup olmadığını belirledi. Sonuçta, kıralın haklı olduğu ve tacın içine gümüş katıldığı anlaşıldı. GÜMÜŞ KAPLAMA MI? Bilim reçetesine bir tutam özgür düşünce katılması günümüzde de birtakım buluşların gerçekleşmesinde etkili olmuştur. 1983 yılının bir Cuma OTOYOLDA AYDINLANMA Romancı Charlotte, Emily ve Anne Brontë kardeşler 1820’lerde henüz çocukken, erkek kardeşleri Branwell ile birlikte Gondal ve Angria adını verdikleri düşsel kentleri yarattılar. Soyluların yanı sıra daha alt sınıftan insanların da yaşadığı ve aynı yerlerde yiyip içtikleri Angria eyaletlerden oluşan bir konfederasyondu. Kimi zaman Angria savaş, devrim ve başkaca çarpıcı olaylara sahne olurken, Emily ile Anne’in gizli ülkesi Gondal’da savaş ve politikanın yanı sıra, karmaşık aşk serüvenleri de yaşanıyordu. Gondal’ın kadınları Angria kadınlarına kıyasla çok daha özgüvenli ve üretkendiler. Kız kardeşlerin çocukluklarında kibrit kutusu büyüklüğünde kitaplara yansıttıkları bu iki düşsel ülke yetişkinliklerinde yazdıkları romanların özünü oluşturdu. Bu romanlar arasında Jane Eyre (Charlotte), Uğultulu Tepeler (Emily) ve The Tenant of Wildfell Hall (Anne) gibi yapıtlar yer alıyor. 2006 Nobel edebiyat ödülünün sahibi Orhan Pamuk da, Kar ve benzeri yapıtlarında düşler dünyasından esinlendi. 2006 yılında Puterbaugh edebiyat ödülünü alırken yaptığı “ ma Edilen Yazar” başlıklı konuşmasında Pamuk, “Dramlaştırılmış haliyle, kimi roman sahnelerinin ve durumlarının (tıpkı Coleridge’e ya da Kar romanımın kahramanı Ka’ya şiir gelmesi gibi), bana da bir ilham ile gelmesini de isterim. Sabırla ve dikkatle bekledikten sonra, bu da olur. Roman yazmak, sözünü ettiğim bu dürtülere, rüzgârlara, ilham anlarına, aklın karanlık yerlerine ve sisli durgunluk zamanlarına açık olmaktır. Roman da bütün bu rüzgârları alan, çeşit çeşit ilham şekline cevap veren ve kurmak, oyalanmak istediğimiz hayallerin hepsini anlamlı bir şekilde birleştiren bir hikâyedir,” diyordu. (O. Pamuk alıntısı “Babamın Bavulu” s. 4849; letişim, Şubat 2007) Ingrid Wickelgren, Türkçesi Rita Urgan, kaynak SA. Z HN N GEZ ND Ğ TEPELER CBT 1251/9 11 Mart 2011 Basından geçenlerde Libya’da karakol ve adliye binalarının yakıldığı, hapishanelerin kapılarının açıldığı haberlerini okuduk (www.cumhuriyet.com.tr, 28.2.2011). Bir halk mahkemeyi niye yakar? Bir şey, çürümüşse, kokuşmuşsa, yakılır. Hayatta kalmak için insan kendi etini bile yakmaz mı, yarasını dağlamaz mı? Adalet hayattır. Hukuktan da beklediğimiz bu uçsuz bucaksız ülküyü yurttaş asil bir ödev olarak benimsediği; toplum hukukçulara, mahkemelere, devlete ödünsüz bir görev olarak yüklediği ölçüde, yeryüzünde kalma şansımız ve hakkımız sürüyor demektir. Bu “ülküödevgörev” ilişkisi ve iletişimi parçalandığında hep görüyoruz ki, insanlar meydanlara doluşuyor, duvarlara çarpıyor, dağlara çıkıyor; acının, öfkenin kara dumanı ufuklarını sarıyor. Canlı doğa insanın zulmüne uğruyor. Bu parçalanma geri dönülmez bir yola girdiğinde insanlık kuşkusuz kıyamet dediğimiz şeyin kalan adımlarını atacak. Yolsuzluk, yoksulluk, bilisizlik, gericilik skalasında nerelerde durduğumuzu ulusal, uluslararası veriler bize her gün söylüyor. Sokaklar söylüyor gece gündüz. Güvencemiz olan “demokrasi”,” hukuk devleti” kalitesinde ülkelerimizin nerede bulunduğunu her birimiz çok iyi biliyoruz. Bugün kültürüne, evrensel ilkelerine az buçuk sadık, kurulu bir hukuk düzenini korumadan siyasal felaketlere karşı koymak pek kolay değildir. Başkaldırılar, iç savaşlar en çok, halka, yoksul, ezilen insanlara acı veriyor. Sonunda yıkılanları yeniden yapmak yine onlara düşüyor. Hukuk düzeninin temel insanlık değerlerine daha çok yaklaşmasına çalışmak, bunun savaşımını vermek varken; bilmek yapabilmek iken, leş kargalarının, bu yarı adil hukuku bile iyice bozarak insanı insanlıktan çıkarmalarına rahat koltuklarımızda göz yumuyorsak; savaşan bir avuç yurttaşın acıklı yazgısını yine o ekranlarda seyirlik niyetine izliyorsak, tüm adaletzedeler bize ne diyor olabilirler acaba? Hukuk nasıl bozulur, bilmeyen var mı? Nasıl bozulduğunu görmeyen var mı? Peki, “ne duruyoruz!” diyen var mı? Aslında fabrikalarda, tarlalarda, üniversitelerde, yolda belde, dağda taşta bilen, gören, diyen çok, pek çok kimse var! Dünya içten içe bunu sorguluyor. Dünya yeni düzenlere gebe. İnsanlar yavaş yavaş yolsuzluğa, yoksulluğa, bilisizliğe, gericiliğe, zulme daha ileri bir bilinçle, donanımla direnmeye başlıyor. Sömürgenlerin, ezenlerin hırsı, ahlaksız tasarımları insanların gündelik yalın yaşamlarını kaygıya, acıya artık boğamayacak. Günde bir Doların altında bir gelirle sürünen bir milyar insanın görmezlikten gelinemeyeceği gün çok uzakta olmasa gerek! Gelinen bu noktada yerkürenin bu alçakgönüllü insanları etkin direnmelerinin çerçevesini iyi çizmelidir: Direnişlerini (1) devlet gücünün olağanüstü derecede kötüye kullanılması durumunda (abusus excessivus potestatis), (2) bütün barışçıl ve yasal yolların tüketilmiş olmasından sonra, en son bir çıkış yolu (ultra ratio) olarak görmeli, (3) başarılı olacakları konusunda makul güvenceleri bulunmalıdır (çünkü kamu yararı ilkesi, kötülüğü azaltmak yerine çoğaltacak her türlü girişimden kaçınmayı gerektirir). (4) Nihayet, karşı çıkılan haksızlığı ancak bertaraf etmeye yetecek derecede kabagüç kullanabileceklerini bilmeliler. (Bkz. M. SJ. Pribilla, “An den Grenzen der Staatsgewalt”i b.y.: Widerstandsrecht, hazırlayan: Arthur Kaufmann, Darmstadt 1972 s.226 vd.) Yurttaşlar olarak hukuka, devlete itaat borçluyuz. Ama bu itaatin anlamlı ve değerli olabilmesi için her bir yurttaşın yeri geldiğinde medeni bir direnmeye, bilincinin ve cesaretinin bulunması gerekir. Medeni bir itaat için bu zorunludur. Hukuk Devleti yurttaşları olarak biz yasalara, mahkemelere, devlete ancak uygar bir itaat ya da başka bir deyişle uygar direnmeler borçluyuz. Hükümeti ve parlamentosuyla, yargısıyla birlikte Devlet ise bugün bize tez elden “demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti” borçlu. Namuslu bir demokrasi, namuslu bir siyaset için direnmeye değer. *** Cumhuriyet Bilim Teknoloji 25. yaşına girdi. Orhan Bursalı’yı kutluyorum. Ne büyük bir mutluluk! CBT’nin kıdemli bir okuru olarak kendisine, çalışma arkadaşlarına saygıdeğer emekleri için gönülden teşekkür ediyorum. CBT “Direnen Üniversite”nin, direnen bilimin, özgür ve yetkin düşünmenin evidir. Nice 25 yıllara! *** Çıktı: Mustafa Tören Yücel, Yeni Türk Ceza Siyaseti, Ankara 2011 “İnsanı haksız yere hapse atan bir yönetim altında dürüst bir insanın asıl yeri cezaevidir.” H . D . Thor eau
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle