02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SON ARAŞTIRMALAR KADIN ERKEK EŞİTLİĞİ MATEMATİKTE BAŞARI GETİRİYOR Son bir araştırmaya göre birçok klişenin aksine kızlar matematikte erkekler kadar başarılı. Kızlar da tıpkı erkekler gibi teşvik edildiklerinde ve önlerinde başarılı kadın modeller gördüklerinde erkeklerden geri kalmıyor. Philadelphia yakınlarındaki Villanova Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen dünya çapındaki bir araştırma, erkeklerin genelde daha başarılı olduğunu söylüyor ama bu durum özgüven ve matematiğin iş yaşamında önemli olduğuna ikna edilmiş olmalarıyla ilgili. Psychological Bulletin dergisinde yayımlanan yazıya göre bilim insanları altmış dokuz ülkeden yarım milyon öğrencinin verilerini değerlendirmişler. Yaşları 1416 arasında değişen 493 495 kız ve erkeğin verileri Türk öğrencilerinin de katıldığı TIMSS ve PİSA (2003) testlerine ait. Sonuçlar kızların erkekler gibi aynı yardımcı araçlara sahip olmaları ve başarılı kadın modeller görmeleri halinde erkekler kadar yetenekli olduklarını gösteriyor diyor araştırmayı yöneten bilim kadını Nicole ElseQuest. Cinsiyetler arasında çok az farklılıklar söz konusu ancak bu farklılıklar ülkeden ülkeye değişiyor. Nitekim kadının toplum içindeki yeri ve yaşam standardı önemli bir rol oynamakta. Kadınların daha önemli bilimsel görevleri yerine getirdikleri ülkelerde kızlar matematikte daha başarılı. İtalyan bilim insanları da iki sene önce benzer sonuçlar elde etmişlerdi. Cinsiyet ayrımcılığı olmayan ülkelerde kızlar erkeklerle aynı başarıya ulaşabiliyor. Floransa Avrupa Üniversitesi Enstitüsü bilim insanları da 2003 yılında gerçekleştirilen PİSA araştırmasının sonuçlarını değerlendirmişlerdi. İtalyan bilim insanları bu araştırma sırasında kadın erkek eşitsizliğinin en az hissedildiği ülkelerde kızların ve erkeklerin matematikte aynı başarıyı gösterdiklerini görmüşler. Mesela İsveç ve Norveç gibi ülkelerde kızların ve erkeklerin matematik başarısı hemen hemen aynıyken, Türkiye ve Güney Kore’de erkekler çok daha başarılı. MİGREN AĞRISINDA IŞIK NASIL ETKİLİYOR? Amerikalı bilim insanları gözde bulunan ve ışığa duyarlı olan belli başlı hücreler ve ağrıların algılanmasından ve iletilmesinden sorumlu olan beyin hücreleri arasında bugüne kadar bilinmeyen bir ilişki saptadı. Sonuç, ışığın migren ağrılarını niçin şiddetlendirdiğini açıklıyor. Harvard Tıp Okulu’ndan Rami Burstein, migren ağrısı çeken bazı görme engellilerin bile ışıktan sakındıklarını fark etmiş. Körler ışığı görmeseler de bilinçsiz olarak belli başlı ışık uyarılarını algılıyorlar. Örneğin göz bebekleri gece ve gündüz değişen ışık koşullarına tepki göstermekte. Ancak gözün veya gözü beyinle bağlayan optik sinirin bulunmaması halinde ışık migren üzerinde etkili olmuyor. Bilim insanları farelerde göz ve beyin arasındaki sinir bağlantısını daha yakından inceleyince ağtabakada ışığı belli başlı bir proteinle algılayan hücreler saptamışlar. Söz konusu hücreler, talamustaki belli başlı sinir hücreleriyle uzun sinir lifleriyle birbirine bağlı. Talamustaki bu sinir hücreleri de migrendeki ağrı sinyallerini algılayıp ileten hücrelerdir. Araştırmacılar ışığın sinir hücrelerindeki etkinliği arttırdığını, dolayısıyla da baş ağrısını şiddetlendirdiğini tahmin ediyor. Konuyla ilgili araştırma yazısı Nature Neuroscience dergisinde yayımlandı. Polonya’nın güneydoğusunda bulunan ayak izleri bugüne kadar bilinen izlerden 18 milyon yıl daha eski. Ayak izleri yüzgeç yerine ön ve arka ayaklara sahip olan ve sığ sulardaki çamurumsu zeminde yürüyen hayvanlar tarafından bırakılmış. Varşova Üniversitesi’nden Gregorz Niedviedzki’nin incelediği izlerde, ön ve arka ayaklar arasında farklılıklar söz konusu. Beden veya kuyruğa ait sürünme izleri bulunmadığı için bilim insanları hayvanların suda yürüyerek hareket ettiklerine inanıyorlar. Ayak izlerinin büyüklüklerinden anlaşıldığı üzere hayvanların boyu 4050 cm olmalıydı diyor araştırmacılar. Oysa daha önce bulunanlar daha büyüktü ve iki buçuk metre büyüklüğünde hayvanlara aitti. Ayak izlerinde parmaklar da görülüyor. Ayak izlerinin ortaya çıkması tetrapodların (ayakları bulunan ilk omurgalılar) evrimiyle ilgili yeni soruları da beraberinde getirdi. Bugüne kadarki bilgilere göre tetrapodların, elpistostegid olarak bilinen canlılardan türedikleri kabul ediliyordu. Elpistostegidin kafa ve beden yapısı tetrapoda benziyordu ama ön ve arka ayaklar yerine hâlâ yüzgeçlere sahipti. Yeni bulunan ayak izleri bilinen en eski elpistostegid fosillerinden sadece on milyon yıl kadar eski olduğundan, bu iki grubun uzun bir süre “yan yana” yaşamış olması gerektiği varsayılmakta. Ayrıca ayak izlerinin denize yakın çevrede bulunmuş olması da sudan karaya geçişin göller ve nehirler üzerinden gerçekleştiğine dayanan teoriye de ters düşmekte. RNA’LAR GENLERİ SUSTURUYOR Genlerin mobil habercileri olan RNA molekülleri, DNA proteinlerinin üretimi için gerekli olan bilgileri ribozomlara iletirler. Ayrıca tüm canlılar, haberci RNA’ları dolayısıyla da protein üretimini engelleyen minik RNA moleküllerine de sahipler. Biyologlar şimdi bu tür mikro RNA’ların doğ rudan doğruya genlerle bağlantı kurarak devre dışı bırakabildiklerini saptadı. Birkaç virüs dışındaki tüm canlılarda kalıtım bilgileri, yani tüm genlerin toplamı DNA biçiminde depolanmakta. Etkin genler, ribozomlardaki protein üretiminin “mavi kopyası” sayılan haberci RNA’lara (mRNA’lara) dönüştürülmekte. Aktif olmayan genler ise mRNA’lara çevrilmiyor. Çalıştırılan ve devre dışı bırakılan genler arasındaki ince ayar çeşitli organlarda farklıdır ve çevre koşullarına bağlı olarak gelişim sırasında değişmekte. Bu denge bozulduğunda bozukluklar ve örneğin kanser gibi hastalıklar gelişir. Amerikalı biyologlar Mello & Fire, 2006 yılında C.elegans yassı solucanında bulunan minik RNA moleküllerinin mRNA’larda birikerek, proteinlere çevrilişlerini engellediğini bularak Nobel ödülünü almışlardı. Freiburg Üniversitesi’nde Wolfgang Frank ve Ralf Reski ve Tübingen MaxPlanck Gelişim Biyolojisi Enstitüsü araştırmacıları, Cell dergisinde, microRNA’ların doğrudan doğruya genleri de devre dışı bırakabildiklerini söylüyor. Bu genler metil gruplarının ilavesiyle kimyasal olarak “uyutulmakta”. Bu tür değişimler “epigenetik” olarak isimlendirilmekte. Bilim insanları bu gen ayarıyla ilgili yeni mekanizmayı Physcomitrella patens yosununda bulduktan sonra bazı genlerini devre dışı bırakınca beklentilerle örtüşmeyen bir etkiyle karşı karşıya kalmışlar. Bu sonuçtan yola çıkan araştırmacılar, gen ayarıyla ilgili mekanizmanın sadece yosunda değil daha birçok canlıda hatta insanda bile bulunduğunu tahmin ediyorlar. Nilgün Özbaşaran Dede Araştırma DEV GÜNEŞLERİN DE GEZEGENLERİ VAR Amerikan Astronomi Birliği’nin konferansında konuşan HarvardSmithsonian Astrofizik Merkezi bilim insanları, çok sayıda dev güneşin de gezegenlere sahip olduğunu ancak buralarda yaşamın gelişme olasılığının neredeyse imkânsız olduğunu açıkladılar. Xavier Koenig ile çalışan araştırmacılar Kasyopya (Kraliçe) takımyıldızında yer alan ve bizim güneşimizden on beş misli kütleye sahip beş yüz genç gezegeni incelerken, on tanesinden birinde gezegenlerin hammaddesini içeren toz diski görmüşler. Bugüne kadarki arayışlar güneş sistemimizin dışında bulunan ve bizim güneşimize benzeyen gezegenler üzerineydi. Güneş sistemimiz dışında şimdiye dek 400’ün üzerinde gezegen bulundu. Son olarak 6500 ışık yılı uzaklıktaki “yıldız fabrikası” W5’in incelenmesi sonucunda gezegenlerin genel olarak gelişmekte olan yıldızların doğal bir yan ürünü olduğu kanıtlandı. On beş oluşumda toz diskin ortasında bir boşluk saptanmış ki bu da Jüpiter benzeri bir gezegene işaret etmekte. Bununla birlikte dev güneşlere uydu üretmek için çok zaman kalmamakta. İncelenen yıldızlar sadece 25 milyon yıl yaşında olmasına rağmen birçoğu gezegen için gerekli hammaddeyi yitirmiş bile. Bu tür gezegenlerde yaşamın gelişmesi de imkânsız. Nitekim dev gezegenler yakıtlarını bizim güneşimizden çok daha hızlı tüketiyor ve varlıklarını yalnızca 10500 milyon yıl sürdürebiliyorlar. Oysa güneşimiz yaklaşık olarak 4,5 milyar yıl yaşında ve dünyadaki yaşam yaklaşık olarak 3,5 milyar yıl önce başlamış. Dev yıldızlar dünya dışı canlılar aramak için iyi hedef değiller ama gezegenlerin oluşumunu daha iyi anlamamız için olağanüstü bilgiler veriyorlar diyor bilim insanları. DÖRT AYAK ÜZERİNE YÜRÜMENİN GEÇMİŞİ SANILANDAN DAHA ESKİ CBT 1192/ 4 22 Ocak 2010 Polonyalı bilim insanları ilk dört ayaklı omurgaların 365 milyon yıl kadar önce sığ denizlerde geliştiğini açıkladılar.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle