Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Araştırma çalışmaları ve üniversitelerdeki etkinlikler Türkiye’nin ilgili sınıf ve katmanlarının olabildiğince üzerinde uzlaşıya vardıkları yaptırım ve özendirici gücü olan bir bilim ve teknoloji politikaları belgesi olsaydı, hangi araştırma alanlarında, hangi kesimlerdeki hangi kurum ve kişilerin hangi konularda ne türden araştırmalara öncelik ve ağırlık verecekleri de belirginleşirdi. Yücel Çağlar e yazık ki, çeşitli girişimlere karşın yok; daha önce hazırlanmış belgeler ise büyük bir olasılıkla hazırlayanları tarafından bile unutulmuştur. Böyle olduğu içindir ki Türkiye bilim ve teknoloji alanında da, sözgelimi bir Hindistan’la yarışabilecek konumda değil. Bağımsız ekonomik ve toplumsal politikalara sahip olunmadığında, belirli öncelikleri olan tutarlı bilim ve teknoloji politikalarının geliştirilemeyeceği, rastlantısal olarak geliştirilebilse bile gerektiğince yaşama geçirilemeceği bilinir. Bu gerçeğe pek çok ülkeden kanıt gösterilebilir.1930’lu yıllar Türkiyesi’nden bile, övgüyle sözü edilebilecek onlarca girişim ve başarı sayılabilir: Bugünkülerle karşılaştırılamayacak denli olumsuz ekonomik, toplumsal ve kültürel yoksunluklar içindeki ülkenin, öncelikli sorun alanlarında onu aşkın araştırma kuruluşu açılabildi. Bu kuruluşlarda onlarca araştırıcı çalıştırılıp, yüzlerce araştırma sonuçu büyük ölçüde uygulamaya da aktarılabilmişse eğer, durup düşünülmesi gerekmiyor mu? Bu gerek yerine getirildiğinde, iki temel gerçeğin ayırdına hemen varılabilecektir: i) Ülkenin ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmesi için gerek duyulan alanlardaki araştırmalara ve ii) kamu araştırma kurum ve kuruluşlarına öncelik ve ağırlık verilmesi. Şimdiyse, çokça yakınıldığı gibi nerede yapılırsa yapılsın, araştırma çalışmalarında ülkenin ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmesi için gerek duyulan alanlardaki araştırmalara öncelik ve ağırlık verildiği söylenemez. Yenilerini açmak bir yana, öteden beri var olan onlarca kamu araştırma kuruluşundan kimilerinin kapatılması, kimilerin yaşamla bağlarının koparılıp işlevsizleştirilmesi, kimilerinin de gerekli personel, araç gereç ve yeterli ödeneklerden yoksun bırakılıp benzetme yerindeyse “hayalet kuruluşlara” dönüştürülmesi karşısındaki susmak, anlaşılır değildir. Kamu araştırma kuruluşlarının ve bu kuruluşlarda işlen İşte kanıt! Tınaz Titiz Bir TV programında genç bir kişi elinde Piri Reis adlı kitabı tutuyor ve mealen şöyle diyor: Piri Reis haritalarının insan işi olmadığını şimdi size kanıtlayacağım. Bu kanıt öyle ‘şu söyledi, bu söyledi, şurada burada yazıyor gibisinden değil, tam olarak kaynağından kanıttır’. Bakınız xx sayfasında bizzat Piri Reis ne diyor: Bu haritalar ermiş işidir! Ayrıca, haritalara bakınız, dünyanın çeşitli bölgelerine hayvan figürleri serpiştirilmiş. Süleyman peygamberin hayvanlarla konuşabildiğini bildiğimize göre, Süleyman peygamberle de bir ilişki kurulmuş demektir. Bütün bunlar, haritanın doğrudan ermişler tarafından yaptırılmış olduğunun kanıtıdır. Bir gazete köşe yazısında ünlü bir sanatçı aynen şöyle diyor: “..Türkiye, dünyada ırkçılık yapılabilecek en son ülkedir .Ben, değişik kimlikler tanındıkça, onlara saygı gösterildikçe, demokrasi arttıkça bölünme tehlikesinin azalacağına inanan bir insanım. Kanıtım da var. Bir zamanlar cephede kan dökerek bu ülkeyi birlikte kuran insanlar şimdi niye bölmek istesin ki! Otuz yıldır her türlü tahrikin, her türlü provokasyonun denendiği Türkiye’de bir TürkKürt iç savaşı çıkmamış olması bunun delili değil mi?Milyonlarca TürkKürt evliliği, bir arada yaşama iradesine örnek oluşturmuyor mu? Bırakın insanlar nefes alsın, kimliğiyle, soyu sopuyla, kültürüyle ve demokratik ülkesiyle, hukuk devletiyle onur duysun. Haksızlığa uğramayacağına, eşit olduğuna inansın. Korkmayalım: Bunca uğraşa rağmen, Türk’le Kürt’ü emperyalizm bile bölememiş, bundan sonra da bölünmeyiz.” Bir TV oturumunda iki hekim ve bir moderatör evrim kuramını (yanlışlığını) tartışıyorlar; doktor olduğu söylenen kişi mealen şöyle diyor: Bigbang Darwinizm denilen allahsızlığın çöktüğünün kanıtıdır. Madem ki, tüm evren büyük bir patlamayla bir hiçten yaratıldı, bu yaratılışın en güçlü kanıtıdır. Şu bardak kendiliğinden olamayacağına, bir yapan gerektiğine göre evrenin de bir yaratıcısı olması gerekir. Bu “kanıt sayılamayacak şeyleri kanıt olarak göstermek“ hastalığı bu üç olaya özgü değil. Kendinde güç, bilgi, para vb gören veya vehmeden insanların önemli bir bölümünün görüşlerini ifade ederken gösterdikleri kanıtlara bakınız: • Korkmayın enflasyon yükselmez, • Korkmayın cari açıktan bir şey olmaz, • Korkmayın radyasyon bir şey yapmaz, Korkmayın böcek ilacı bir şey yapmaz, Korkmayın deprem olmaz, İdeolojileri açısından birbirlerinden farklı olan bu üç kişinin, savundukları görüşlerle okurları aldatmak gibi bir niyetleri olmadığı kesindir. Büyük olasılıkla kendi inançlarını başkalarına kanıt olarak göstererek, onları da ikna etmeye çalışıyorlar. Üçünün ortak noktası ise “kanıt”ın ne anlama geldiğini bilmedikleridir. Şöyle ki: * Piri Reis haritasının kendisine ermişlerce yaptırıldığının kanıtı bizzat haritayı yapan kişinin sözleri o da tam öyle mi belli değil olamaz. * Bir kişinin bir ülkenin bölünüp bölünmeyeceği konusundaki hiç olmazsa istatistiki kanıtı evvelce bölünen veya bölünmeyen ülkeler konusunda yaptığı tahminlerin tutmuş olmasıdır. Bunun dışındaki güvenceleri kendinden menkuldür. * BigBang öncesi hakkında bilim, bir şey söyleyebilecek bir kanıtın olmadığını ifade etmekle yetinmektedir. Dolayısıyla BigBang’in yoktan mı meydana geldiği, yoksa var olan bir şeylerin bir evresi mi olduğu bilinmiyor. Tek bilinen ya da şu an için bilindiği zannedilen patlama anından sonrasıdır. Böyle bir süreç olsa olsa “bilinemezliğin kanıtı” olabilir. TV’de program yapan, köşe yazılarında fikirlerini duyurmak isteyen kişilerin hepsinin bilim insanı olması kuşkusuz beklenmez. Ama bu insanların bir asgari “bilim kültürü“ne, o da olmazsa en azından bir “eleştirel düşünme becerisi“ne sahip olmalarını beklemek çok şey istemek midir? Bu insanlar yüzbinlerce kişiye hitap ediyor, onların düşüncelerini şekillendiriyorlar. Bu büyük bir sorumluluk değil mi? Bu farklı gibi görünen kişiler aslında aynı ve çok geniş bir familyanın, farklı elbiseli üyeleri değil midir? Ben de kanıt olarak bunu göstereyim bari. N dirilen yüzlerce araştırmacının yeniden işlevsel ve üretken duruma getirilmesi, öyle anlaşılıyor ki, Cumhuriyet Bilim Teknoloji’nin (CBT) bile dert edindiği bir sorun alanı değildir. Gerçekte, bu da şaşılacak bir durum sayılamaz: Çünkü kamu araştırma kuruluşundaki araştırmacılar da çoğunlukla, deyiş yerindeyse çoktan havlu atmış, “batsın bu dünya” deyip yalnızları oynamayı kanıksamıştır. Oysa ne denli birikimli ve deneyimli araştırmacılar vardır kamu araştırma kuruluşlarında; ne denli yetkin araştırmalar da yapmışlardır zamanında… Onların araştırmaları da, en az, görece olarak çok daha iyi koşullardaki büyük sermaye kuruluşlarının, özellikle de üniversitelerin sorunları ve kimi araştırma alanlarındaki “başarıları” denli önemsenmesi gerekmiyor mu? Türkiye araştırma yoksulu bir ülkedir; bu yadsınmayacak bir gerçektir. Üstelik bu yoksunluğa da kamu araştırma kuruluşlarını ve araştırmacılarını mirasyedi tutumuyla yoksamakla ulaştı. Siyasal iktidarın bu doğrultudaki tutumunu anlamak zor değildir kuşkusuz. Zor olan, sırasıyla; CBT gibi yayınların bile araştırma çalışmalarıyla ilgili sorunları büyük ölçüde üniversitelerde yaşananlara indirgemesi, Az sayıda büyük sermayeli yerli ve yabancı kuruluşların yeni bir birikim alanı olarak araştırmacılığa da soyunmalarının her fırsatta öne çıkarılması; Kamu araştırma kuruluşlarındaki yetkin araştırmacıların ve araştırmalarının görmezden gelinmesi ve Kamu araştırma kuruluşlarındaki araştırmacıların çoğunluğunun söz konusu gidiş karşısındaki akıl almaz teslimiyetleridir. Türkiye’de araştırma çalışmalarının çeşitli yönlerden öncelikli alanlara yönlendirilememesi ve ağırlıkla yönlendirileceği alanların belirsiz olmasından bugün de yakınılıyorsa eğer, bunda kamu araştırma kuruluşlarının neredeyse tümüyle gözden çıkarılmış olmasının da bir payı yok mudur? Üç Nokta Üç Görüş 8 Ocak 2010 günlü CBT dergisinde yayımlanan 3 yazı üzerindeki görüşlerimi size ulaştırmak istiyorum. Bahattin Baysal S CBT 1192/15 22 Ocak 2010 on 6 ayda, rahmetli Erdal İnönü ile birlikte yıllar önce Türkçeye çevirdiğimiz “Kuantum Mekaniğine Giriş” adlı klasik bir kitabın TÜBA tarafından desteklenen baskı işleri ile verdiğim uğraşı, sözünü edeceğim üç konuda daha ayrıntılı yazılar hazırlamamı engelliyor. 1 – İlk konu Prof. Celal Şengör’ün makalesindeki bir saptama ile ilgili: “Fransız ihtilali faciası”, “Fransız ihtilali felaketi” sözleri yazıda geçiyor. Oysa, “Fransız İhtilali” yeryüzünde bütün özgürlüklerin kaynağı olarak bilinen evrensel bir halk destanıdır. Kimya bilimi kurucusu A. Lavoisier de bu ihtilalde giyotine gönderilmiştir. Ancak birtakım elitlerin kurban edilmesi bu devrimin yüceliğini silemez. Evrensel kültüre ters düşen bir yaklaşım! “1917 Rus Devrimi” de 20. yüzyılın en güçlü halk ihtilalidir. Gazi Mustafa Kemal’in “Anadolu Devrimi” tüm mazlum ülkelerin ışık kaynağı olmuştur. Çin’deki Mao’nun “Kültür Devrimi” için öğücü bir söz söyleyecek bir insanın olabileceğini düşünmüyorum. 2 – Prof. Dr. Altan Onat her yıl Türkiye’de üretilen bilimsel yayın sayıları üzerinde yararlı makaleler yayımlar. Son dört yılda yayın sayıları artışında bir duraklama olduğunu saptıyor. Nedenleri üzerinde bir görüşü yok! Oysa, 2009 yılında, yayımlanan 24.197 yayına, Türkiye’de yayımlanan dergilerdeki yazıların SCI’de yer alması önemli bir katkı sağladı. Kesin bir sayı vermek kolay değil. Ben bu katkıyı, 100 dergi X 50 makale = 5000 olarak tahmin ediyorum. Görülüyor ki, gerçekte, makale sayısında önemli bir azalma var. Bunun nedeni, 19 Temmuz 2007 günlü Nature dergisinde yayımlanan “Türk fizikçilerinin aşırma töhmetinin” bilimsel yayın dünyasına yansımasıdır. Türkiye’den yayına sunulan birçok makalenin incelenmeden iade edildiğini biliyorum. Gerçi, 16 Kasım 2009 günlü TÜBA konferansında Türkiye adresli yayınların genellikle niteliksiz makaleler olduğunu ayrıntılı olarak açıklamıştım! 3 – Bir üçüncü konu var ki açıklamadan geçemeyeceğim. Prof. Dr. Kayhan Kantarlı, 40 yıldır Ege Üniversitesi Fizik Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştığını yazdı. SCI’de (4) makalesi olduğu görülüyor. Bu makalelerin ikisi Azerbeycanlı fizikçilerin makaleleri. Onları dergilere, “daha önce yayınlanmış makaleler olarak” ihbar ediyor. SCI bunları da Kantarlı’nın makalesi olarak gösteriyor. Kantarlı özetle 2002 ve 2009 yıllarında iki küçük makale yayınlamış. 40 yılda (2) küçük makale yayınlamış bir fizikçi, TÜBİTAK Bilim Ödülü almış, 200 kadar makalenin yazarı olan fakültesinin dekanını (10) yıldır “intihal” suçu ile itham ediyor.