Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Siyasa Üzerine... Yazımın asli muhatabı, paradigma değişimi dâhil her konuda derinliğine tartışmaya açık olduğu varsayılan akademik camiadır; özel olarak da mensubu olduğum ODTÜ’dür. Ana fikrim, önemine rağmen kültürümüzde pek yer edinememiş, ihmal edilmiş bir alanda üniversiteye araştırma amaçlı bir öneri yapmaktır. Metin Durgut asite indirgenemeyen belirsizliklerin hüküm sürdüğü dinamik ortamlar, karar alıcıları stratejik değişimi tanımlamak ve değişime cevap vermek gibi çetrefil bir görevle karşı karşıya bırakırlar. Karar alıcı bu amaçla, yönettiği organizasyonun öğrenme ve kendini yeniden düzenleme gibi sistemik yetilerini sürekli olarak iyileştirmek zorundadır. Gelişmiş organizasyonlar için mesele daha da karmaşıklaşıyor. Kaynaklarını ve yeteneklerini etkin biçimde koordine etmeleri yanında sınır ötesi faaliyeti ve olanakları kendilerine yönlendirerek varlıklarını sürdüren birer “açık sistem” olmaları, hedefe yönelirken bir dizi kritik sürecin başarıyla yönetilmesini gerektiriyor. İnancım o ki, bu süreçler içinde siyasa (policy) geliştirme üzerinde en az kafa yorduğumuz süreç. Siyasa, hükümet etmenin/idare etmenin (government) uygulamasına ve analizine dair bir kavramdır. Başvurunuza “mevcut politikalarımıza göre” diye başlayan bir cevap aldığınızda, buradaki politika sözcüğü aslında idarenin veya bürokrasinin kullandığı bir kontrol mekanizmasını temsil eder. İdare etmenin diğer ayağını ise yönetim (management) olarak düşünebiliriz. Faaliyetleri düzenleyerek kuruluşları yönlendiren yönetim, 20. yy. “yönetsel devrim”i sonrasında siyasayı büyük ölçüde geri plana itmiş, neredeyse onun yerini almıştır. Yönetim işlerini yönetmen sınıfına devreden bu devrim siyasayı yönetim planlarına indirgerken, hükümet etme iradesini de katılımcılık adına gündeme getirdiği yönetişim (governance) araçlarıyla küçültmeye başlamıştır. Ça lar Güven, üniversitenin yeni ufuklara bakamamasının asıl nedeninin ihtiyacı olan siyasaları bir türlü geliştirememesi olduğunu ısrarla vurgulamaktadır. İlginç fikirlerin ve iş planlarının siyasayı ikame ettiği bu zafiyet, üniversitenin içine gömüldüğü büyük ortam bağlamında kendini tanımlamakta ve varlığının anlamını ifade etmekte zorlandığına işaret ediyor. Bu nedenle, genel geçer üniversite konseptlerinin işe yaramadığı bir varoluş uzayında dikkatin bizzat üniversite tarafından tasarlanıp inşa Madem üniversite kendi edilmesi gereken bir üniversite konumuna verilmesi kaynaklarını ve isteniyor. Yukarıda değindiğim yönetim zihniyeti ve alışyeteneklerini daha kanlıkları yüzünden konumunu kıyaslamalı olarak yüksek değerlere anlamlaştıramayan bir kuruluş, geleceğini kendi sidönüştürecek siyasaları yasaları yerine başkalarının siyasalarına ve öngörülerine teslim eder. Oysa üniversite, çevresindeki diğer geliştirmekte bekleneni ilgili kuruluşlarla birlikte evrilmesini beklediğimiz veremiyor, o zaman sofistike bir kurumdur. Anlamları koruyup zenginbizzat siyasa geliştirmeyi leştiren birlikte evrilme seçeneği ise, ancak üniversitenin kendine özgü siyasaları ile mümkündür. Siyasa bir akademik araştırma konusunda iki ana yaklaşım bulunduğunu görüyoruz; konusu olarak kabul edip i. Problem, seçenekde erlendirme, karar, uygündemine almalı. gulamade erlendirme türü a amalar n s raland “siyasa çevrimi”, ii. Siyasa ç kt lar n bir metedoloji dahilinde belirleyen ve siyasa seçeneklerini kar la t ran “siyasa analizi”. Uzun vadeli kararları, ilgili kaynak tahsisleri ve mekanizmaları ile birlikte ele alan bir çalışma dizisini götürmenin yeterince zor olduğu düşünülürse, siyasa önerilerini içermeleri itibarıyla incelemek üzere örneğin kestirim, senaryo, karmaşık sistem, yöneylem araştırması veya genel denge yöntemlerini kullanan model tabanlı çalışmaların gerektirdiği uzmanlığı takdir etmek de kolaylaşır. Kişisel görüşüm, benimsenebilir ve uygulanabilir siyasaların oluşturulmasındaki en önemli eksikliği çok disiplinli siyasa modellemesinde yaşadığımızdır. Madem üniversite kendi kaynaklarını ve yeteneklerini daha yüksek değerlere dönüştürecek siyasaları geliştirmekte bekleneni veremiyor, o zaman bizzat siyasa geliştirmeyi bir akademik araştırma konusu olarak kabul edip gündemine almalı. Siyasa araştırmalarının üniversiteye kazandıracağı yeni yetkinlikler daha sonra eğitim, bilim ve teknoloji vb. alanlardaki siyasa çalışmalarını bütünsellik ve analiz yönünden destekleyen güçlü bir uzmanlık tabanına dönüşecektir. Aslında kapsamlı ama makul bir akademik açılımdan; üniversitelerin başını çektiği “araştırmaya dayalı siyasa (research based policy)” kavramından söz ediyoruz. Üniversiteye önerim, iş planlaması niteliğini aşamayan siyasa çabalarına yön verip siyasa analizini bir ODTÜ üstünlüğü haline getirecek olan “Siyasa Araştırmaları Enstitüsü”nün (Institute for Policy Research) kurulmasıdır. Yine kurulmasında büyük yarar bulunan bir İstatistik Enstitüsü ile desteklenecek bu girişim, kalkınmanın ve sürdürülebilirliğin karmaşıklığı yüksek meselelerine yeni ufuklar getirecektir. Bilim ve bilimsel yöntemden niye vazgeçemeyiz? Türk Dil Kurumu’na göre “bilim”, evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgidir. Bilimsel yöntem ise bu bilgiye ulaşmak için kullanılan sistemli gözlem, ölçüm, deney, formülleştirme, sınama ve hipotez geliştirmeyi içeren yargılama yöntemidir. Doç. Dr. Okan Kuzhan, Gata Onkoloji B B CBT 1163 / 14 3 Temmuz 2009 ilimsel yöntem, diğer bazı bilgi edinme yollarından bilim, deney ve mantık temelli olmasıyla ayrılır. Bilimsel yöntemle elde edilen bilgi, yinelenebilir, deneylerden sonra yeniden ulaşılabilir olmalıdır. Bu tanımlamaların doğal gereği olarak “bilimsel bilgi”, bağımsız gözlem ve deneye dayanan bir bilimsel süreçle ortaya çıkarılmış güvenilir, geçerli ve dolayısıyla nesnel bir bilgidir. Kişilerden, ülkelerden bağımsızdır, evrenseldir. Bu bilgi yanlışlanabilirdir, dolayısıyla bilim dogmaların karşısındadır. Beyin kabuğu ve neokorteks, insanın evriminde en son olarak ortaya çıkan beyin katmanlarıdır. Bu anatomik yapılar, insana düşünme yeteneğini kazandırmıştır. Düşünme insanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli özelliktir. İnsanın düşünmeyi alışkanlık haline getirerek insanlaştığını söyleyebiliriz. Bilim adamları, insan doğduğunda beyninin boş bir levhaya “tabula rasa” benzediğini, aklıyla ve çevreyle iletişimle zamanla biçimlendiğini ve dolduğunu savunmaktadırlar. Beynimizi bize sunulan boş bilgilerle değil, aklımızı kullanarak çevreden süzdüğümüz doğru bilgilerle doldurmak bizi özgürleştirir. Bilimsel yöntem kimsenin tekelinde değildir. Bilimsel bilginin karşısında inancı koyabiliriz. İnanç kabuktur, içine hep başkaları bir şeyler doldurur. Düşünme alışkanlığını bir kere bir kenara bırakan insanın ne kadar karanlığa batabileceğini tarih bize hep gösterdi, hâlâ gösteriyor. İnsan, çoğu zaman akan suyun kendine eğim boyunca yol bulması gibi, kolayı yeğleyerek kendini akıntıya bırakır. Düşünmek emek gerektirir, inanç ise çaba göstermeden teslimiyet. Akıl ve kuşkuculuklarıyla çevrelerinden ayrılan insanlar, hem bazı yöneticiler hem de insan kalabalıkları tarafından bir tehdit olarak algılanır. Bu nedenle, özgür düşünen insanlar, tarih boyunca bütüncül “totaliter” yönetimlerin baş düşmanı olmuştur. Olayların nedenlerini ve sonuçlarını incelemek, onlara gerçek diye sunulanlardan kuşkulanmak, söylenenleri sınamak, belgelere dayanarak konuşmak ya da belgeleri araştırmak çaba gerektirir. Bu çabayla ulaşılan bilgi, bireye bir sorumluluk yükler: Ulaşılan bilgiyi başkalarıyla paylaşmak, hatta bazen onu eyleme geçirmek. Böyle yetkinleşen insanlar, düşünmeyen insan kalabalıklarına hep eksikliklerini, yetersizliklerini, ezilmişliklerini anımsatır. Kendileri bulundukları yerden çıkmak yerine, diğerlerini o çukura çekerler. Karanlık ve aydınlığın; dogma ve bilimin mücadelesinde karanlık ve dogma hep bir adım öndedir. Bağnazlar, düşüncelerinden, inançlarından ve yaptıklarından öylesine emindir ki, bu kararlı karanlık çevreyi hemen etkiler. Bağnazlar, insanların korkularına, coşkularına, umutlarına seslenerek kalabalıkları yönlendirmeyi çok iyi bilirler. Kaba güç kullanma eğilimi, bağnazlığın önemli özelliklerindendir. İnanç, nasıl içi zamanla koşullara göre birileri tarafından doldurulabilen bir kabuksa, bağnaz insan da istenildiğinde doldurulabilen boş bir silah gibidir. Kısaca özgür düşünce, hep baskıyla karşılaşır; aydınlık hep karanlığın baskısı altında tutulur. Bu dış baskıların dışında bilimsel düşünceyi alışkanlık haline getiren insanların kendi iç engelleri de söz konusudur: Yalnızlık, dışlanmışlık duygusu ve inanç eksikliğinden kaynaklanan eylemsizlik. İnsan toplumsal bir varlıktır. Bir toplum içinde yaşaması, duygu ve düşüncelerini başkalarıyla paylaşması ve onlarla birlikte biçimlenmesi gereklidir. Kendilerini seven ve destekleyen toplumlarda bireyler daha mutlu, daha verimli olurlar. İnsanlığın yüzyıllar boyunca elde ettiği kazanımlardan olan bilimsel düşünceyi topluma yaymak, bu nedenle bir zorunluluktur. Sağlıklı bireyler sağlıklı toplumlardan çıkarlar. Ne yazık ki, bilimsel düşünce alışkanlığı, bilim adamları topluluğuyla sınırlı kalmış, geniş halk kitlelerine ulaşamamıştır. Kaldı ki, bilim adamlarının çoğu mesleklerini bir zanaat düzeyinde yapmakta, konularının dışında akıllarını bir kenara bırakmaktadır. Bu nedenle, bilimin gerçek aydınlığı toplum yaşamına girememektedir. Cehalet ve boş inançlar hoş görülemez. İnsan, yıllarca düşünüp çalışıp edindiği deneyimler ve insanlığın biriktirdiği bilgiler ışığında boş inançlarla mücadele etmelidir. İstediğine inanma, bir insan hakkı olarak görülse de cahil ve yoksul toplumlarda, inancın silaha dönüştüğünü görüp yaşamaktayız. Bu popülist yaklaşım, ateşle oynamak gibidir. İnanç, toplumda ötekileştirmeye, düşman görmeye kolayca dönüşebilir. Tarihte nasıl cadı avlarına çıkıldıysa, gelecekte bilim insanı avlarına çıkılabilir. Bu tehlikenin işaretlerini hep birlikte okumaktayız. Akıl ve bilim, insanlığın olmazsa olmaz değerleridir. Daha güzel bir dünya kurma ülkümüzde akıl, gücümüz; bilim, ışığımızdır.