05 Aralık 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

GÜNCEL TIP Mustafa Çetiner Prof. Dr. Rasim Tulus Cumhuriyetimizin yetiştirdiği ilk hocalarından biri olan Prof. Dr. Rasim Tulus 96 yaşında hayata veda etti. Atatürk döneminin aydınlanma projesiyle yurtdışına giden gençlerden birisiydi hocamız Profesör Tulus. Ayhan Ulubelen cetiner.m@superonline.com O nu 1952 yılında Eczacılık Yükseokuluna asistanı olarak girdiğim zaman tanıdım. O devirde yüksek lisans ve doktora dersleri yoktu, hoca bize işte o sıralarda ne de çok şey öğretirdi; şimdi düşünüyorum da temel bilgilerimizin bu sayede kazanıldığını, fakültede okurken öğrenip de önemsemediklerimizin nasıl da hocanın titiz sorgulamaları ve açıklamaları ile yüzeye çıkmaya başladığını anımsıyorum. Bizler de hoca gibi kimya mühendisi olan dört asistandık. Kürsümüz olan “Analitik Kimya ve Toksikoloji” hocanın tutumu ve bizlerin zamanla o disiplinli çalışmaya alışmamız nedeniyle çok verimli yürüyordu, haftanın 5 günü öğrenci pratiklerinde ikişer ikişer çalışırdık, hoca zaman zaman laboratuvarları da kontrole gelirdi, öğrenci çalışmalarında gördüğü kusurları sessizce düzeltirdi, ama o kusurların biz asistanların kusurları olduğunu bilir ve acilen kendimizi düzeltirdik. Hoca bunu yüzümüze vurmazdı, nasıl olur da biz kusurlu olduğumuzu anlardık, bilmiyorum, bu hocaya has bir meziyetti, ne gittiğim başka ülkelerde ne de ülkemizde böyle birisine rastladım. 1913 yılında İstanbul’da doğan Prof. Tulus 1933 yılında leyli meccani okuduğu İzmir Lisesi fen kolundan mezun olmuş ve Milli Eğitim Bakanlığı sınavını kazanarak Frankfurt Üniversitesi'nden 1938 yılında kimya diplomasını almış, 1940 yılında pekiyi derece ile “Fen Doktoru” unvanıyla mezun olmuştu. Disiplinli çalışma ve yaptığı işi hem de çok ciddiye alması, kendi karekterinin bir parçası idi. Asistan olduğumda ilk bayramda, benden önce kürsüde bulunan arkadaşların yaptığı gibi, topluca hocanın evine gittik; bu ziyaretlere hoca emekli olduktan sonra da, sevgili eşi Doç. Dr. Semiha Tulus’un vefatına kadar doçentlik ve profesörlük yaşamımda da devam ettik. İlk ziyaretimizde hocanın tutumundan nerede ise şoka girdik, sanki sınıf arkadaşımızın evinde idik, ikram ederken eşine yardım ediyor ve bizlerle her konuyu gülerek şakalaşarak konuşuyordu; ama üç gün sonra okulda gene eski ciddi çalışkan, rehavete kapılmayan ve bizlerin de kapılmasına izin vermeyen Rasim Tulus geri geliyordu. Ben hocanın 2'nci doktorantı oldum, birincisi onun da çok değer verdiği öğrencisi Osman İzgi o dönemin en yeni tekniklerinden birini, yani “kâğıt kromato grafisini” ülkemizde belki de ilk kez uygulayarak yağ asitlerinin ayrılmaları konusunda çalışıyordu. Gene o dönemde bir çalışma ile doktora, gene bir çalışma ile doçent olunurdu, bir de kitap yazdınız mı, gerek fakültede gerekse üniversitede yeterli çevreniz varsa profesör olabilirdiniz. Rasim Hocanın 12'si yurtdışında daha çok Alman dergilerinde ve 30 tanesi yurtiçi eczacılık, fen ve tıp dergilerinde yayımlanmış çalışması var, 13 doktora yaptırdı. Kürsüsünde yetişmiş 10'dan fazla profesör Eczacılık Fakültesi’nde hizmet verdi ve halen bir bölümü hizmete devam ediyor. Hocanın kürsüsü üniversiteden her gelene açıktı, yeni alınan ve o sırada başka yerlerde bulunmayan, şimdi ise gülünç küçük bir alet olarak baktığımız Dr. Lange’nin spektrometresiyle bizler çalışırken, başka kürsü ve fakültelerden gelenlere de hizmet verir ve çalışma yöntemlerini gösterirdik. Hoca Eczacılık Y. Okulunda müdürlük, Fakülte olduğumuz 1963’ten sonra da iki kez dekanlık yaptı, gerek dürüst karakteri gerekse olgunluğu nedeni ile kendi kürsüsüne en ufak bir ayrıcalık tanımadı. Ancak en yaşlı döneminde, yani 1980 sonrası YÖK döneminde hocaya bölüm başkanlığı bile verilmedi. O dönemin hele ilk zamanları tam bir furya dönemi idi, idarecilerin çoğu kendi yakınlarını bir yerlere getiriyordu, arkadaşlar arkadaşlarının derslerine hatta laboratuvarlarına ve bütçelerine el koyuyordu, Prof. Tulus, 50 yıla yakın hizmet verdiği ve kendisini bir türlü benimsememiş Eczacılık Fakültesi’nden kırgın ayrıldı. Fakültesi emekli olan hocalarından birçoğuna yaptığı veda toplantısını bile yapmadı. Hocamız şubat ayının son günlerinde vefat etti, karısının yeğeni olan bir genç adama ilaveten, artık ona bir nevi evlat gibi olan Prof. Dr. Sedat İmre'den başka kimsesi yoktu. Çok soğuk ve yağmurlu bir günde hemen hepsi hocanın kürsüsünde yetişmiş profesör hanımlar ve beyler ve öğrencilerinden haber alabilen birkaçı toplandı. İki eski dekan ve fakültenin dekanı da cenazeye geldiler, ancak dekanlık ve üniversite ölümü ile ilgili bir ilan bile vermedi. Hayatının 50 yılından fazlasını verdiği eczacı camiası herhalde haberleri olmadığı için kendilerine pek çok katkıda bulunan hocalarını uğurlamaya gelemediler. Bir Cumhuriyet Çınarı daha göçtü, nur içinde yatsın. Tıp Kongreleri ile ilgili yazdıklarıma gelen katkıları sizlerle paylaşmaya devam ediyorum. Bu hafta Türk Ortopedi ve Travmatoloji Birliği Derneği Başkanı Sayın Prof. Dr. Ünal Kuzgun’un yazdıklarına yer vermek istiyorum. Sayın Kuzgun da önemli bir derneğin başkanlığını yürüttüğü süreçte kongre organizasyonlarında önemli düzenlemeler yapılması gerektiği konusunun altını çizmektedir. Tıp Kongreleri Konusuna Devam... “Gittikçe artan sayıda kongrenin düzenlenmesi ve bu kongrelerin bütçelerinin de giderek artması soruna, hazırlıkları şimdiden başlamak üzere gelecekte çok daha profesyonel bir şekilde yaklaşmayı gerekli kılmaktadır kanısındayım. Kongreleri destekleyen ilaç firmaları ve bizim branşımızda olduğu gibi protez ve diğer ortopedik malzeme firmaları ve düzenlemeyi yapan turizm ve kongre hizmetlerini sunan firmalar bu işi profesyonelce yapmaktadır. Dernek başkan ve yöneticileri seçimle ve belli bir süre için bu göreve seçilen ve çalışmalarını dernek yararına, mensup oldukları camiaya karşı görev olarak yapan kişilerdir. "Ancak gene de özellikle işin mali konularında profesyonel değillerdir. Dolayısıyla doktor olmayan bir arkadaşınızın yazınızda belirttiğiniz gibi ‘siz parayı ilaç firmalarından alıp turizm firmalarının cebine koyuyorsunuz’ görüşü bana göre de belli oranda doğrudur. Nitekim dernek denetçilerinden gelen uyarılar ve Maliye Bakanlığı’nın derneklerin kongrelerden elde ettiği gelirlerin giderek artması karşısında bunların vergilendirilmesi yönündeki yaklaşımları derneklerde iktisadi işletmelerin kurulması yönüne doğru bir gidişi başlatmıştır." Dr. Kuzgun daha önceki yazılarımda sözünü ettiğim, düzenlenecek bir kurul tarafından akredite edilmeyen bilimsel toplantılara ilaç firması desteğinin yasaklanması ile ilgili önerim hakkında da görüşlerini belirtmiş. “Biz bırakın akredite edilmesini aynı tarihlerde kongre düzenlenmesini önlemek için başlattığımız çalışmalarda bile zorlanıyoruz. Aynı tarihte iki hatta üç bilimsel toplantının ortopedi branşında düzenlenmesinin gerek konuşmacılar gerekse dinleyiciler açısından bazen önemli sorunlar yarattığı bir gerçektir. Ama bir diğer husus firmalardan gelen sızlanmalardır. Sponsorluk diye benim son yıllarda terennüm etmeye alıştırıldığım işlemin hangi kongreye ne şekilde verileceğinin sizin yazınızda belirttiğiniz gibi bir kurul tarafından düzenlenmesinin çok yararlı olacağı, ama çok da zor olduğu kanısındayım. Olaya ticari yönden yaklaşan firmalar (ilaç ve malzeme firmaları) kimi kıramayacaklarını, kime duyarsız davranabileceklerini çok iyi biliyorlar. "Ancak bizler yani bu işin amatörleri acaba bu profesyonel firmaların daha ne kadar yörüngesinde kalacağız. Tıpta giderek artan gelişmeler ana branşların yan dallarını oluşturdu. Bundan 30 sene önce yurdumuzda bir tek Milli Ortopedi kongresi yapılırken şimdi ortopedinin altında bulunan 11 branşla birlikte kongreler, sempozyumlar, kurslar ve benzeri toplantılar yapılıyor. Her konuya gönül veren için o konu çok önemli oluyor (doğal olarak). Yönetimler seçimle değiştikçe yeni gelenler öncekilerden daha farklı şeyler yaparak farklılığı yaratma düşüncesinde oluyorlar (bu da doğal olarak). "Biz Türkiye’de Ortopedi ve Travmatoloji bilim dalında dernekler açısından ulusal otorite olarak kabul edilmemize rağmen, bırakın içeriğe karışmayı, yapılması planlanmış toplantının tarihinin başkaları ile çakışmaması için yaptığımız düzenlemelerde bile zorluklarla karşılaşıyoruz. Bu zorluklar tabii ki hangi toplantının desteklenip hangisinin desteklenmemesini sağlayacak akreditasyon çalışmalarının önemini ortadan kaldırmaz, bilakis arttırır. Ama düzenleme gerçekten çok zor. Bunun için her şeyden önce biz hekimlerin asgari müştereklerde birleşmemiz gerekiyor. "Ben sadece bu düzenlemelerde sizin belki de diye ifade ettiğiniz ilaç firmalarının (ortopedi için buna alet firmaları da giriyor) dahil edilmemesi gerektiği kanısındayım. Çünkü bu işin bir bilimsel bir de mali boyutu var. Mali boyut desteklemeyi sağlıyor kuşkusuz, ama bilimsel yönü de yönlendirmek ister kanısındayım. Bunları kongre organizasyonlarındaki desteklerinde veya destek olmayışlarında çok iyi gözlemliyoruz. Tıp alanında mutlaka belirli kurallara oturtulması gereken bir soruna değindiğiniz kanısındayım. Özellikle hekimlik mesleğinin etik açıdan daha fazla yara almaması için bu tür düzenlemelerin mutlaka yapılması ve tüm tip camiasına yayınlanması kesin bir zorunluluk arz etmektedir.“ iskemisi, yabancı cisimler, ölü doku ve kan toplanması (hematom) gibi lokal etkenler yara enfeksiyonunu arttırır. Ayrıca uzun süren cerrahiler, kötü teknik ve aşırı elektrokoter kullanımı da yara enfeksiyonunu arttırır. Enfeksiyon olasılığı % 5’in üstünde olan ameliyatlarda antibiyotik profilaksisi yapılmalı. Kalın bağırsak ve rektum cerrahisi de bunlar arasında. Antibiyotik profilaksisi ameliyattan 3060 dakika önce tek doz olarak verilmeli (ameliyat süresi 46 saati geçerse 2. doz yapılabilir). En uygun antibiyotik, bağırsak florasına uygun olan 1.jenerasyon sefalosporin+ metranidazol kombinasyonudur. M.Kurto lu, cerrahi hastalarda önemli bir sorun ve ölüm nedeni olan derin ven tombozu (DVT) üzerinde durdu. İlk kez 1862 yılında Rudolf Virchow, venöz (toplar) damarlarda oluşan pıhtının nedeninin, damarlarda durgunluk (staz), damar iç yüzeyini saran endotel tabakasında hasar ve kanın akışkanlığında azalma olmasına bağlamıştı. İngiltere'de II. Dünya Savaşı sırasında sığınaklarda hareketsiz kalanlarda DVT oranı 6 kat artmıştı. Uzun süren uçak, tren yolculuklarından sonra oluşan DVT ve akciğer embolisine bağlı ölümlere, son yıllarda uzun saatler boyunca bilgisayar başında hareketsiz kalınması da eklendi. DVT profilaksisi için heparin veya düşük moleküllü heparin, cerrahiden 12 saat önce ve cerrahiyi takiben 710 gün tek doz olarak verilmeli. .Sayek kalın bağırsak ve rektum kanseri nedeniyle cerrahi uygulanan hastaların nasıl izlenmesi gerektiği üzerinde durdu. Dünyada bu konuda tam bir görüş birliği yok. Amerikan Klinik Onkoloji Birliğinin (ASCO) protokolüne göre; ilk 3 yıl, 36 ayda bir muayene, onkolojik tedavi bitiminden sonra her 3 ayda bir CEA (carsinoembriyonic antigen), ilk 3 yıl akciğer ve karın tomografisi, 3 yıl sonunda kolonoskopi yapılmalı. CBT 1164/15 10 Temmuz 2009
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle