Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
GÖNÜLDEN BİLİME mek ve başka ülkelere yolculuk etmek gibi birtakım alışEkonomik sistemin, yoğun iş kanlık ve zevklerinden vazgeçmek zorunda kalacaklar. tempomuz nedeniyle yitirdiNe var ki sürekli konfor, insanın ruhunu okşayabileceğimiz birtakım yaşamsal ği gibi, kimi zaman çok sıkıcı da olabilir. İnsanoğlu yazevkleri bizlere para karşılıratıcılığı sayesinde kendine mutlaka çok daha çevre dostu zevkler ve coşkular bulacaktır. ğında satıyor olması, içinde Durağan durum ekonomisine geçme fikri ilk bakışbulunduğumuz durumun ta insanın gözünü korkutabilir. Ancak Herman Daly’nin saçmalığını açıkça gözler de belirttiği gibi, bugünkü üretim, çalışma ve tüketim önüne seriyor. temposunu, değil önümüzdeki yüzyıla dek, birkaç on yıl daha sürdürebileceğimizi düşünmek bile abesle iştigal etmek olur. Ekonomik kargaşanın yaşandığı ve hükümetlerin küresel ısınma karşısında olumsuz bir tavır sergiledikleri şu günlerde, bu konuya daha dürüstçe yaklaşmak özellikle de politikacıların sürdürülebilir bir toplum yaratma hedefine odaklanmaları durumunda ortak bir bilincin gelişmesinde son derece etkili olabilir. K M K MD R? Londra Metropolitan Üniversitesi görevlilerinden olan Kate Soper gereksinim ve tüketim kuram ve çevresel felsefe uzman . “What’s Nature? Culture, politics and the nonhuman= Do a Nedir? Kültür, politika ve insan d ” adl kitab n da yazar olan Soper, k sa bir süre önce alternatif hedonizm üzerine bir ara t rma projesini tamamlad . Rita Urgan (New Scientist 18 Ekim) Ahmet İnam ainam@metu.edu.tr Diotima Şölen diyalogunda Sokrates’e sevgiyi öğretmiş bir bilge kadındır, kulağını çeke çeke. Sevgi nedir diye tartışılıyor. Biliyorsunuz sevgi felsefenin içinde olan bir şeydir, çünkü sevgi ve hikmettir felsefe. Diotima diyor ki; sevgi güzellik içinde, tene ve cana göre doğurmadır. Müthiş bir tanım ki bence bunu ancak bir kadın söyleyebilirdi. Felsefede Eğitim Bir an Diotima’nın bir hayali insan değil, gerçekten bir yaşamış bilge olduğunu düşünebiliriz. Oradaki doğurmayı eski Yunanlının poiêsis dediği şey olarak yorumluyorum; vücuda getirme, meydana getirme, üretme, medeniyet yaratma, kültür yaratma, eser ortaya koyabilme demektir. Bu nasıl olacak? Burada güzellik anlayışımızı göz önüne almak lazımdır. Güzellik bizim kültürümüzde sadece estetik bir tanım değildir, ahlaki bir deyimdir de. Çünkü: “Mevlam neylerse güzel eyler”. Hem estetik olarak güzel hem ahlak açısından güzel. Batıda bunlar ayrıldığı için çatışmalar olmuştur. İşte estetik ve ahlak mesela Kierkegaard gibi filozoflarda hep bir çatışma, karşı karşıya konulan bir şey olarak görülmüştür. Oysa Kant, estetiği ahlakla desteklemeye çalışıyor. Eski Yunan’da, güzel ve iyi kavramları yakın anlamlar taşıyor. Güzellik içinde yaratmanın anlamına yeniden dönersek, bu anlam üzerindeki görüşlerimi bir anımdan yola çıkarak anlatayım: Öğrenciliğimde, mimarların çalışmasını merak edip, mimarlık fakültesine gittiğimde, orada çok ilgi çekici bir eğitim olduğunu gördüm. Öğrenciler sürekli bir kurgulama, kurguladıklarını resimlerle, maketlerle ortaya koyma çabası içinde idiler. Oysa, felsefe eğitimine bakıyorsunuz; felsefe öğrencisi hiçbir şey inşa etmiyor doğru dürüst. Bir bitirme tezi gibi, fasaryadan şeyler yapılıyor bazen. Ama felsefe inşa edilerek öğrenilebilecek bir şeydir. Belki de uygun değildir böyle bir inşa çabasına, çünkü gencin öğreneceği o kadar çok şey var ki inşa edecek malzemeyi öğreninceye kadar zaten yaşlanıyor. Felsefe öğrencilerini o kalıpların dışına çıkarabilecek, onları inşa faaliyetine hazırlayabilecek, onların politik eğilimlerini, üretici yetilerini geliştirebilecek bir eğitim anlayışıyla, onları teşvik etmek ya da sorgulamalarında, tartışmalarında, görüşlerinde sorunlar varsa onları eleştirmek ama yaratıcılıklarını keşfetmelerine yardım etmek gerekiyor diye düşünüyorum. Öyle yapılmıyor bizde felsefe eğitimi. Anglo Amerikan kültüründe yetişenlere eleştirel yazacaksın, kritik düşüneceksin diye öğretiliyor, ama orada hiç inşa yok. Birisi bir şey söylüyor sen habire eleştiriyorsun ve sanıyorlar ki felsefe öğrenmek demek birtakım filozof denen adamları eleştir Allah eleştir. Peki, sen ne söylüyorsun? “Ben henüz bir şey söyleyemem, çünkü söylersem eleştirirler, onun için, sen söyle ben eleştireyim” tavrına giriliyor. Oysa gençlere söz söyleme cesaretini de vermek gerek. İşte oradaki zor nokta da, söyleme cesaretiyle haddini bilme cesaretinin birbirleriyle ahenk haline gelmesi, hemhal olması olgusudur. Ya pısırık oluyorsun, “ben salağım hiçbir şey diyemem, sen söyle” diyorsun ya da kendini on sekiz yaşında dünyanın en büyük filozofu sanıyorsun, üfür Allah üfür, biraz da zekiysen iflah olma imkânın yoktur. Zeki ve bilgiliysen gittin, orada daha büyük patoloji oluşuyor. Çünkü işte bak yapıyorum hüsnü kuruntusuna kapılabiliyorsun. Evet, deneyeceğiz nasıl doğuracağız, pat diye olmuyor, bakacağız. “Doğurma olgunluk istiyor” diyor ihtiyarlar ama ihtiyarlık da matah bir şey değil gençlik de. Gençliği sürekli pohpohluyorlar. Onların ham tavırları çok rahatsız edici. Yaşlılarda da kaçınılması zor alışkanlıklar oluşuyor. Artık bir takım problemleri çözdüklerini düşünüyorlar ve öğrenme güçleri, enerjileri de azalmış oluyor. Galiba yalnız felsefeciler için değil, aklıyla yaşayan her insanın aklında, sinir sisteminde, ruhsal hayatında, bir problem yok ise, ölünceye kadar öğrenmeye çabalaması bir ahlaki zorunluluktur. Bu açıdan felsefecinin her dem öğrenebilir bir insan olabilmesi, değişen dünyaya, değişen kendi birikimine açık olması, korkmaması, şimdiye kadar böyle dedim, bak bundan sonra böyle dersem ayıp olur dememesi; açık, deneyen, denemekten korkmayan birisi olması, herhalde daha anlamlı olur diye düşünüyorum. Madrid – İstanbul BAŞTARAFI 5. SAYFADA Bu soru ve buna benzer bütün sorular Türkiye’nin yakın geleceğini belirlemektedir. YANITSIZ SORULAR Türkiye’de bazı şeylerin zoraki ve ısmarlama olduğunu anlayacak iktidarlar iş başına gelmiyor. Köyde yaratılmış bir uygarlık yoktur. Köylü müzeyi görmek isteyen kentli olana kadar, AB üyesi mi olacağız, AB sömürgesi mi? Buna, dev cehalet toplumundan yan t ç kmaz. Bu toplum çağdaş bir bilgi ve teknoloji üretecek kültürel eğilimleri geliştirebilir mi? Türk Avrupalı olamayacaksa, çağdaş dünya kültürünün neresinde yer bulacak? Bu kültür 21. yüzyıl ortasında Türkiye’nin diğer gelişmiş ülkelere eşit politik koşullarda bir statü sahibi olmasını sağlar mı? Eğer sağlayacağına inanılıyorsa bunun sayısal parametreleri var mıdır? Bu parametreleri çağdaş olmayan kültürümüzün hangi performanslarıyla sağlayacağız? Hangi gelecekte, çağdaş kültür gösterisine Türk toplumun katılacağını hayal ediyoruz? Ve bu konserin neresine, kimlerle katılacağız? Bunu kaç yılda yapacağız? O zaman içecek suyumuz kalacak mı? Bu sorulara yanıt veremeyen iktidar ya da muhalefet partileri, topluma hangi geleceği öneriyorlar? Halk bu politikacıların niteliğini anlamaktan acizse kendi geleceğine egemen olabilir mi? Cumhuriyetin geçmişini karalamakla uğraşan adamlar biraz da geleceğini şekillendirecek kültürel sorunlarla uğraşsalar daha yararlı olmaz mı? Türkiye’nin geleceğini sorgularken referans verdiğimiz yabancı otoritelerin değerlendirme ve öngörülerinde bizim toplumun değişme verileri bulunmuyor. Pozitif bilim söz konusu olunca referansların dış kökenli olması belki kaçınılmaz. Geleceğin bir bölümü şimdiden bu verilere göre planlanmak zorundadır. Fakat Türkiye için bir çağdaşlık modelinde türbanlı, bıyıklı ve sakallıların beyinlerinin neyi kavraması gerektiği ve kavrayabileceği kendi kültürümüzün iç dinamikleri bağlamında karmaşık bir sorundur. Bu bağlamda İslam dünyasının birkaç yüzyıldır içinden geçtiği olumsuz bir süreç var. Bunlar Fransız, Amerikalı ya da başka Batılı sos yal bilimcilerin ileriye dönük kuramlarında yer almıyor. Kuşkusuz sosyal bilimler alanında da dünyayı izlemek zorundayız. Fakat yaratıcı bir tutumla kendi kültürümüzün dönüşümü için model üretmeye çalışmak daha sağlıklı ve yol gösterici olabilir. Zor bir yakın geleceği karşılayacak olan Türk toplumunun bilgilenmesi ve eğitilmesinde bir sorun daha var: Alternatif enerji, iklimsel değişme, kuraklık, tarımsal yenilenme, açlık ve susuzluk perspektifleri karşısında 21. yüzyılda yaşam kalitesini sürdürebilme mücadelesi verilecek. Bilimsel önerilerin, geliştirilen teknolojilerin Türkiye koşullarına uyarlanması sade bize özgü toplumsal koşullar (nüfus artışı, cehalet, üretim örgütlenmesi, dinsel dayatma, Amerika ve AB’nin açık müdahalesi, ekonomik bağımlılık) gibi nedenlerle kendi yapımıza uygun bir sosyal kuram geliştirmemizi gerektiriyor. Pozitif bilim ve teknoloji ile sosyal ve bilimsel örgütlenme arasındaki ilişkiyi sadece kendi yaratacağımız yöntemlerle çözmek zorundayız. Sayın okuyucular, Madrid’deki sergi kuyruğundan ya da Prag’daki konserden Türk toplumumun geleceğine ilişkin toplumsal kuramlara 800 sözcükte geliniyor. Yani durum o kadar sıkışık. Tayfun Akgül CBT 1136/ 7 26 Aralık 2008