Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Kültür ZÜMRÜTTEN AKİSLER A. M. Celal Şengör Madrid – İstanbul Türkiye’nin AB standartlarına ulaşıp ulaşmadığı, İstanbul’a göç edenlerin kentli olup olamadığı daha çok tartışılacak. Fakat geçenlerde yaptığımız bir kısa İspanya gezisindeki gözlemlerden sonuç çıkaracak kadar akıllı insanımız var. Doğan Kuban Her yıl yaptığım pek çok uluslararası seyahatin bir yan avantajı Londra (Heathrow), NewYork (JFK), Paris (CDG) gibi büyük havaalanlarında bulunan kitapçıları turlamaktır (artık Atatürk Havaalanında bile kitap alabildiğim bir kitapçımız var!). B DEVAMI 7. SAYFADA CBT 1136/ 5 26 Kasım 2008 ayramda İspanya’nın Müslüman dönemi mimarisini yine görmeye gittik. 8. yüzyılda Müslüman Araplar İspanya’yı Vizigotlardan almışlardı. Madrid 11. yüzyılda hâlâ Müslümanların elindeydi. Granada’da Elhamra Sarayı 14. yüzyılda yapıldı. Avrupa’ya Antik bilgeliği geçiren Müslümanlar oldu. 700 yıl Müslüman olan İspanya 1215. yüzyıllarda Hıristiyan oldu. Hıristiyan Anadolu ise 1115. yüzyıllar arasında Türklerin eline geçti. Türkler İstanbul’u 1453’te, Katolik İspanyollar Granada’yı 1492’de ele geçirdiler. İspanya’da Müslüman ve Yahudiler yaşatılmadı. Osmanlılar ise Hıristiyan ve Yahudilere yaşam hakkı verdiler: Müslüman Türkiye hoşgörülü, Katolik İspanya hoşgörüsüz idi. İspanyollar 1492’den sonra yeni dünyayı keşfettiler, büyük bir imparatorluk kurdular. Biz de büyük bir imparatorluk kurduk. Bugün İspanyollar Avrupa Birliği’nde. Biz kapısındayız. Avrupa tarihi bağlamında bu doğal bir sonuçtur. Fakat iş bununla kalmıyor. Madrid pazar günü hafif yağışlı idi. Fakat Madritliler sokaktaydı. Prado’yu bir kez daha ziyaret etmek istedik. Müzenin önünde bir tanesi 150 metre, diğeri onun yarısı kadar iki kuyruk vardı. Biri yeni açılmış bir Pradom Müzesi önündeki ziyaretçi kuyruğu. Rembrand sergisi için, diğer normal Prado koleksiyonu için. Bir buçuk saat bekleyip vazgeçtik. Ulusal Müze ve Sanat Merkezi’ne gittik. İnsandan geçilmiyordu ve ziyaretçiler gençti. Picasso’nun ünlü Guernica’sının sergilendiği müzenin büyük bir kitapçı dükkânı vardı. Burası da insandan geçilmiyordu. Modern Sanat Müzesi’nin kitapçı dükkânında sadece sanat konusunda, büyük çoğunluğu İspanyolca, 20.000 cilt kitap vardı. Türkiye’de sanat üzerine 100 Türk sanat tarihçisinin yapıtını bir kitapçıda bulabilir misiniz? Türkiye okullarında resim dersi 70 yıldır var. Beyoğlu’nun nüfus müdürlüklerinde kuyruğa girip adlarını listelere dolduranların hemen hepsi türbanlı. Ben henüz bir resim galerisinde ya da klasik konserde bir türbanlı görmedim. Türkiye’de ne Goya, ne Murillo, ne Picasso ne de Miro yetişti. Müze görmeyen annenin çocuklarının ressam ya da yontucu olacakları kuşkulu. İstanbul’da birkaç özel müzenin küçük bir seyirci kitlesi var. Türkiye’de İspanya’daki sanat yayınlarının yüzde biri yapılmıyor. Müzeleri dolduracak kültürlü bir toplum yok. Türkiye’de hâlâ heykel de yapılmıyor. Madrid 171819. yüzyıllarda Amerika’nın zenginliğini Avrupa’ya aktarmış bir sömürge imparatorluğunun başkenti. Anıtsal yapılar ve güzel parklarla dolu. Osmanlı ise 18. yüzyıldan sonra sadece Anadolu’yu sömürmüş. Ama ne anıtsal yapısı var, ne de parkı. İstanbul’da daha eskiden kalan güzelliklerini de yok etmişiz. Kurtuba ve Granada’nın eski Arap mahallesi Al Bayzin 15. yüzyıldan kalan dokuları, iki üç katlı iç avlulu evleri, bezemeler ve oranlarıyla yerinde duruyor. Granada’da dar sokaklı dokuyu korumak için küçük otobüsleri hizmete koymuşlar. Biz bütün tarihi kentlerimizi arabaya ve apartmana feda ettik. 1950’den sonra, Avrupa’ya özenerek yapılan bazı kültür etkinlikleri, sadece kişisel çabalarla olmuştur. Türkiye’ye egemen olan köykentli türbanlının müze kapısında Rembrand seyretmek için yağmur altında büyük bir kuyruk yapması söz konusu değil. Kaldı ki ressam, Nakka Osman ya da Levni de olsa da sonuç değişmez. Bu toplum Avrupa’nın hangi kültür etkinliğiyle eşdeş olmak istiyor? Geçenlerde Prag’da Avrupalı çocukların korosunu ve orkestrayı idare eden bir kadın orkestra şefi vardı. Bir Berlioz programı sunuyorlardı. AB üyesi olursak paketlenmiş kadınlar, kitap okumayan erkekler müze ya da orkestra kapılarına mı dizilecek? Kongolaşan Türkiye Veya Cahilin İntikamı 15 Aralık haftası ABD’de Amerikan Jeofizik Birliği’nin meşhur güz toplantısına giderken de Heathrow havaalanının kitapçılarını turladım ve iki kitap aldım: İngiliz gazeteci Tim Butcher’in «Blood River»’ı (Kan Nehri) ve Amerikalı iki kez Pulitzer ödülü almış meşhur tarihçi David Levering Lewis’in İberya İslâmının modern Avrupa’nın oluşumundaki yerini anlatan enfes eseri «God’s Crucible» (Tanrı’nın Potası) adlı kitabı. Yolda Butcher’in kitabını okuyup bitirdim. Hayatımda hiçbir kitap beni bu küçük eser kadar etkileyip korkutmamıştır. Butcher’in yapıtını her Türk vatandaşı okumalı ve ne yapıp ne edip Türkçe’ye kazandırılmalı. Butcher büyük İskoç kâşifi David Livingstone’ı (18131873) Kasım 1871’de bulmasıyla ünlenmiş olan GalliAmerikalı gazeteci ve seyyah Henry Morton Stanley’in (18411904; asıl adı John Rowlands) Kongo nehri boyunca 18741877 yılları arasında yaptığı seyahati tekrarlamayı becermiş. Kitabı, bu seyahatin öyküsü. Ama aslında kitap Kongo’nun trajedisinin öyküsü. Kongo, 1960 yılında Belçika’dan bağımsızlığını kazandıktan sonra yolsuzlukların, soygunların, cinayetlerin adeta alâmeti farikası olmuş bir yönetimin elinde taş devrine dönmüş bir ülke. En basit insan ihtiyaçlarının bile artık karşılanamadığı, insanların yiyecek bulabilmek için yağmur ormanlarındaki kuştan maymuna her şeyi yiyip bitirdiği, bugün en yaygın yiyeceğin manyok (Monihot esculenta) kökleri olduğu, insan emniyetinin, insan hakkının sözünün bile edilemediği bir cehenneme dönüşmüş. 1949’da 111.971 km işleyen yolu olan üç Türkiye büyüklüğündeki Kongo’da 1000 kilometrelik yol bile kalmamış. Günde yaklaşık 1000 kişinin öldüğü bu zavallı ülkede ölümlerin çoğu yarıaskeri terör örgütlerinin işi değil, Kongo’nun tamamen çökmüş olan sosyal yapısının çare bulamadığı hastalıkların, kazaların, cinayetlerin sonucu. Kongo’lu okula gidemiyor, hastanesi yok, kütüphanesi yok, sineması televizyonu yok, ormandaki kamış ve bambu evlerine dönmüş ve oralarda kendisini soymaya gelecek silâhlı haydutların korkusuyla yaşamını geçiriyor. Köye gelen her yabancı, köy halkının korkuyla ormana kaçışmasına neden oluyor. Onları koruyacak bir polis, bir ordu kalmamış. Butcher diyor ki, «gördüklerim, yüz otuz yıl önce Stanley’in gördüklerinden farklı değildi, belki daha beterdi.» Bütün bunların nedenini Butcher tek bir adama bağlıyor: JosephDésiré Mobutu (19301997). 1965 yılında CIA desteği ile iktidara gelen sömürge devrinin bu sapık başçavuşu Kongo’da Belçika yönetiminin yarattığı medeniyet adına ne varsa silip süpürmüş ve Butcher’in pek haklı olarak kleptokrasi (hırsızlık yönetimi) dediği bir yönetim kurmuş. Kısa zamanda dünyanın en zengin insanlarından biri haline gelen bu manyağın servetinin kaynağı Kongo’nun muazzam doğal kaynakları. Buralardan gelen paralar Kongolunun değil, Mobutu’nun cebine akarken, kaynaklar tek tek heder olup gitmiş. Muazzam bakır, kobalt ve elmas madenleri çalışamaz hale gelmiş, ülkenin tüm alt yapısı çökmüş ve Kongo karşıt terör gruplarının çarpıştığı bir arenaya dönüşmüş. Sırtını dış politikada Batı’ya dayayan Mobutu, rejimini yabancı ve uygarlık düşmanlığını yayarak desteklemiş, Kongo’nun tüm acılarının sorumlusu olarak Avrupa sömürgecilğini göstermiş. Fransızca olan (Joseph Désiré) kendi adını bile «Sese Seko Kuku Ngbendu Wa Za Banga» (yani «direnci ve eğilmezliği ile zaferden zafere koşan ve geride bir ateş kuyruğu bırakan çok güçlü savaşçı») olarak değiştirmiş; Batı stili elbiselerini çıkarıp geleneksel Afrika kıyafetlerine bürünmüş. Butcher kitabında durup durup şu soruyu soruyor: Dünyada başka bir nesil içinde bu kadar geri giden neresi vardır? Ayağı yağmur ormanında eski bir tren rayı kalıntısına takılınca dehşete düşüyor ve modern dünyanın bir zamanlar içinde işleyen bir tren olan yağmur ormanına gelmeye teşebbüs ettiğini ve başaramadığını anlıyor. Tanıdık geldi mi? Dışarıda sırtını Amerika’ya dayayıp içeride sana medeniyet getirmiş olana tu kaka diyeceksin, «geleneksel, uygarlık düşmanı değerleri» savunacaksın, ordunu yok edeceksin, ülkeni düşman kamplara böleceksin ve bu arada memleketin tüm kaynaklarını satıp cebini dolduracaksın! Sonra? Sonrası dünyada cehennem!