Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
YAŞAM S A Ğ Ll K FİZİK Sigara ve kadmiyum Sigara içenlerin kanlarındaki kadmiyum oranı Içmeyenlerinkinden 2 kat daha fazla Ertuğrul Erdin admiyum imisyonu fosfatlı gübre, arıtma çamuru ve kompost (organik gübre) yolu ile toprağa ve beslenme zinciri yolu ile de insana geçmektedir. Bu nedenle de kadmiyumun doğadaki döngüsü bilinmeli ve kontrol altına alınmalıdır. Dünyada yılda 20.000 ton Cd üretilmektedir. Bu kadmiyumun büyük çoğunluğu boya üretiminde, emaye, cam, lastik ve plastiklere renk verilişinde kullanılmaktadır. Yaklaşık yüzde 300'u, plastikleri ışığa ve sıcaklığa karşı stabil (dayanıklı) yapmak için yüzd 18'i, galvaniz sanayiinde yüzde 20'si, NiCd'lu pil ve akülerin üretiminde yüzde 15'i, çeşitli alaşımlarda yüzde 5'i, yüzde 12'si de çeşitli diğer alanlarda kullanılmaktadır Kadmiyumun çevreye yükü ve etkileri antropojen (insan) kaynaklıdır. Referans bölgelerindeki havada bulunan Cd 0,000 ug/m3 iken, sanayi bölgelerinde bu değer 0,030 ug/m3'e kadar çıkmaktadır. Bunun yüzde 36'sı kömür yakılmasından, yüzde 6'sı fueloil'den ve yüzde 8'i de diğer yakıtlardan kaynaklanmaktadır. Toprak genelde parçalanmayan, ayrışmayan birçok maddenin merkezi depolama yerl gibidir. Ancak aynı zamanda bu maddenin beslenme zincirini geçmesine de kaynak oluşturmaktadır. Genelde bitki tarafından alınabilmesi toprak çözeltisindeki kadmiyum miktarına bağlıdır. Kadmiyum içeriği yüksek bitkilere örnek olarak: Ispanak, marul, maydanoz, tere, tereotu, mantar, siyah turp vb. verilebilir. Kadmiyum içeriği düşük bitkilere örnek olarak ise: Baklagiller, domates, iri çekirdekli meyveler, çılek, böğürtlen, Frenk üzümü, ahududu vb. verilebilir. İnsan ekolojisi açısından Cd yükü ve insana geçişi çok yolludur: Havadan solunumla; bitkiden, hayvandan yiyecekle; sudan içecekle geçer. Solunum havasında 0,10,5 ug Cd/m3 düzeyinde bulunması akciğerler için çok zararlıdır. Sigara içen insanlar solunum yoluyla çok miktarda kadmiyum alırlar Örneğin günde 20 sigara içen bir insan, 24 ug Cd alıyor demektir. Sigara içenlerle içmeyenlerin kanları karşılaştırıldığında içenlerin kanlarında iki misli fazla kadmiyum bulunduğu görülmektedir. İnsan böbreğinde 160 ug Cd/g konsantrasyonunda bulunması böbreklere zarar vermesine yetmektedir. Kadmiyumun en büyük tehlikesi biyolojik yarılanma ömrünün 1030 yıl arasında olmasıdır. Dolayısıyla birikim etkisi de vardır. Kadmiyum enzimatik sistemleri de etkileyerek proteın, kalsiyum, fosfat vb. gibi metabolizmaları bczar. Kanserojen etkisi de eskiden beri bilinmektedir. Sigara içenlerde kadmiyumun zararlarının daha fazla beklenmesi, buradan açıkça görülmektedir. Işık ve gizem Işığın boşlukta nasıl yayıldığı konusuyla Nevvton'dan Einstein'a kadar çok sayıda fizikçi llgilendl. Işık kimi yerlerde zerrecik gibi, kimi yerlerde ise dalga gibi davranır. Işığın bu ikili nlteliği bugün bile gizemli iconu. K Doç. Dr. ömür Akyüz Cimnastik yaşlılarda kemikleri güçlendfriyor Düzenli cimnastik, yaşlı kadınlarda görülen kemik zayıflamasını önleyebillyor Doktorlar genellikle, menopoz sonrası kemik incelmesini, östrojen içeren hormon tedavisiyle iyileştiriyorlar. Jimnastik de, böyle bir etkiyi nasıl sağlayabildiğini gösteren herhangi bir mekanizma olmamasma rağmen, kemik zayıflamasını yavaşlatıcı olarak değerlendiriliyor. Yatalaklarda uzun süreli hareketsizlık, kemik emilmesine yol açıyor gibi görünüyor ve bazı araştırmacılar ağırlık çalışmalı jimnastiğin kemik zayıflamasını yavaşlattığını ileri sürüyorlar. Toronto'daki Kraliçe Elizabeth Hastanesi'nden Raphael Chovy, Joan Harrison ve Cathy Notarius, bir yıl için yaşları 50 ve 62 arasında değişen üç grup sağlıklı kadında kemik kütlesindeki değişımlerı ölçtüler. 19 kadından oluşan ilk grup kontrol grubuydu. Araştırmacılar, bu kadınlardan, günlük işlerini sürdürmelerini ve düzenli beden eğitimi hareketlerinden kaçınmalarını istediler. ikinci gruptaki 19 kadından haftada en az üç kez aerobik yapmaları istendi. Aerobik hareketleri 5 ila 10 dakikalık gevşeme ve ısınma hareketlerinin ardından 30 dakikalık yürüme, koşma ve müzik eşliğındeki çeşitli figürlerden oluşuyordu. 20 kadının bulunduğu üçüncü grup, el ve ayak bileklerine bağlı sert ağırhklarla 10 ila 15 dakikalık aerobik hareketleri yaptı Araştırmacılar, kadınlardaki kemik kütlesini, çalışma döneminin altı haftaöncesinde ve sekiz hafta sonrasında ölçtüler. Kemik kütlesi, nötron aktivasyon analizı denen bir teknıkle gövdedekı ve kalçadaki toplam kalsiyum hesaplanarak ölçüldü. Sonuçlar: Kontrol grubundaki kadınlar vücut kalsiyumundan yüzde 1 kaybederken diğer iki gruptaki kadınlarda kalsiyum artışı saptandı. ikinci grup, kemik kütlesinde yüzde 4 iyileşme gösterdi, üçüncü grup ise yüzde 8. Chovy, jimnastiğin, hormon tedavisinin yerinı tutamayacağını, ama önleyici olduğunu ve menopoz sonrası hastaların tedavisinde kullandığını söylüyor. Chow, ayrıca, ağırlık hareketlerinin sadece kemik kütlesi üzerindeki etkilerini araştıracak yeni bir deney planlıyor (New Scientist, 10 Aralık 87) I nsanoğluna kutsal kitapları yazdıran anlama ve düzen isteği, tabiidir ki orada kalmayıp, doğayı gerçekten anlamaya yönelirken, ışığın da ne olduğu yavaş yavaş ortaya çıktı. Işığın diğer doğal olgulara benzemeyen çok ilginç özellikleri var. Bir kere o, onu gördüğümüz anda yok olur! İkincisi ise onunla hiç ilgisi olmadığını sandığımız her türlü cismin uzaydaki hareketi ışıkla ilgilidir; zira uzay ile ışık arasında ilginç bir içlidışlılık vardır. önceleri gözden çıktığı, ardından eşyaya çarptıktan sonra geri geldlği sanılan ışığın, gözden çıkmadığının anlaşılması çok sürmedi. Sürmedi ya gerek ne olduğu gerekse nasıl oluştuğu pek öyle kolay anlaşılmadı. Koca Nevvton, bunun küçücük zerrecikler olduğunu düşünmüş. Christian Huyghens ise ışığı, suyun içinde yaşayan Hollanda'da, baraj kapakları çevresinde kırılarak yayılan su dalgalarına benzeterek "dalgadır" demiş. Bugün her ikisinin de haklı yanı olduğunu biliyoruz, hatta prizmadan geçen güneş ışığının renklere ayrılmasına yol açan kırılmayı açıklamak bakımından belki Huyghens biraz daha bile haklı. Ancak o gün için belki daha ciddi sayılabilecek bir gerekçeyle Nevvton'u haklı çıkarmamız gerekebılır: Zerreciklerin hareketleri için herhangi bir ortam zorunlu değilken, o güne kadar gözlenmiş her türlü dalga olayı, varlığı için hava, su, tel gibi bir maddeye gereksinir. Oysa ışığı taşıyan ortam ne olmalı ki bu havada da bulunsun, suda da, camda da ve hatta uzay boşluğunda dal O sıralarda, ışığın yansıma ve kırılmadan başka ilginç birözelliği bilinmedığinden, bu savaştan Nevvton galip çıkmış. Oysa, ışığın hava ve su içindeki hızlarını ölçüp kıyaslamak o gün mümkün olsaydı, Nevvton'un haksız çıkacağı kesindi. Zira, ışığın kırılması olayını zerreciklerle açıklamaya kalkarsak, havadan suya geçen zerrelerin hızlandığını varsaymak zorunda kalırız. Nevvton'un, güneş sisteminin davranışıyla, yeryüzündeki bir "elmanın düşüşünü" aynı şekilde açıklayabilmek için doğadan süzüp yazdığı "dlnamik yasaları" bunu gerektirir. Bugün ise herkes bilir ki ışık suda havadan daha yavaş gıder. Ancak H.L.Fizeau'nun ölçme yöntemi: Işığın hızla dönen iki çarkın dışlerı arasından görülmesine dayalı bu yöntemde Fizeau, ışığın yolunu dört aynayla uzatarak duyarlı bir ölçüm yapmayı başardı ve ışık hızını bugünku değerine göre yaklaşık % 5'lik bir hatayla saptadı. suda Huyghens'i haklı çıkaran, birinin çıkıp bu hızları ölçerek karşılaştırması olmadı. Olmadı ama ışığın bir hızı olduğu da nereden çıktı? Yahut soruyu şöyle soralım: Bir cismin önündeki engel kalktığı anda, o cismi, çok uzakta bile olsa, hemen görüyoruz. Bu, "hemen" ile "anda" yıllarca, insanlara o kadar açık gelmiş ki ışığın sonsuz hızla yayılıyor olması bir doğal "gerçek" olarak yerleşmiş. Bilim tarihi kitaplannı kanştırsak, bundan gerçek ya da spekülatif sebeplerle kuşku duyan birçok kişiye rastlarız. Ama ölçmeğe kalkışan ilk kışi yabancımız değil: Gallleo Galilei.İki uzak tepe seçmiş Galileo, birine yardımcısını dikmiş elinde fenerle, birine de kendisi çıkmış. Berrak bir gecede, kendi fenerinin önündeki kapagı açmış, öbür tepedeki yardımcı da ışığı görür görmez kendi kapağını açmış. Galileo'nun umudu, kapağının açılmasından, yardımcısının ışığını görmesine kadar geçen zamanı ölçüp, tepeler arasındaki uzaklığın iki katını kullanarak hızı bulmak. Tepeler arası birkaç yüz metre kadar olsa, bugün bildiğimiz hızıyla ışık, bu turu saniyenin yüzbinde biri kadar bir sürede yapar ki Galileo'nun bunu değil ölçebilmesi, hissedebilmesine bile olanak yoktu. Galileo, bu işi böylelikle beceremediğini söylüyor, ama bir başka soru var: Işık yavaş da gitse hızlı da ışığın asistanın gözüne varmasıyla, beynine varması, oradan da eline varması ve kapağın açılması arasında geçen zaman ve bunun Galileo'da tekrarlanması. Bu süre de saniyenin oldukça küçük bir kesri olabilir. Belki Galileo'nun bunu da ölçme olanağı yoktu, ama yardımcısını karşısına alıp, bunu önceden denediğini de söylüyor. Işık hızının çok büyük, fakat sonlu olduğunun ölçülmesi Galileo'dan yüzyıl sonraya kaldı. Ancak işin içine onun parmağı gene girdi. Onun kiliseyle başını derde sokan görüşlerini edinmesinde en önemli etkenlerden birisi, geliştirdiği gökdürbünüyle gökyüzünü ıncelerken Jüpiter'in uydularını keşfetmiş olmasıdır. Bunların Jüpiter'in arkasından dolaştığını görüp de gökyüzünün bir derinliğinin olması gerektiğini anlayınca, göğün "yüzü" olamayacağını, dolayısıy