02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 6 MAYIS 2021 PERŞEMBE [email protected] OLAYLAR VE GÖRÜŞLER TürkiyeABD ilişkilerinde gidişat nasıl değişebilir? ULUÇ ÖZÜLKER EMEKLI BÜYÜKELÇI TürkiyeABD ilişkileri Başkan Trump döneminde zor bir sürece girmişti. Bunda Başkan Trump’ın temel politik yaklaşımındaki katı neocon (yeni muhafazakâr) felsefe önemli bir rol oynamaktaydı. Basit tarifiyle, 1935’te New York City Koleji’nde hayat bulan bu felsefenin temelinde, ABD’nin çıkarlarının her şeyden önde geldiği ve bunu sağlamak için her yolun mubah olduğu anlayışı yatmaktaydı. Güçlü silahlı kuvvete sahip olmak bu hedefe varmanın ana unsuruydu. Trump’ın seçilmesinden hemen sonra Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nu açış konuşmasına “ABD ve ötekiler” diye başlaması bu anlayışın açık göstergesiydi. Trump Türkiye’ye yaklaşımında da bu felsefeyi uygulamıştır. Örneğin Rahip Brunson’ın iadesi olayında Türkiye ile ilişkiyi kolaylıkla ikinci plana itebilmiştir. Kongre ve Pentagon’un Trump üzerindeki baskısının Türkiye ile ilişkilerin oluşturulmasında ayrıca zorlayıcı rol oynadığı da gerçektir. Teamülleri ihmal etti Biden’ın başkan seçilmesinin durumu değiştirmek bir yana, daha da zorlaştırdığı görülmektedir. Üstelik, her şeye rağmen, Trump döneminde Cumhurbaşkanımızla kişisel düzeyde var olan, karşılıklı sempatiye bağlı olarak sürdürülebilen diyalog da sıkıntıya girmiştir. Biden’ın daha seçilmeden ülkemiz hakkında yaptığı değerlendirmeler aslında bunun habercisidir. Biden Aralık 2019’da New York Times gazetesine verdiği röportajda, mealen, Türkiye’de Biat etmeyen Türkiye’ye yaptırımlarla sonuç almaya çalışmak kanımca Türkiye’yi kaybetmekle eşdeğerdedir. Halen Türk kamuoyunda ABD’ye olan güven duygusunun iyice gerilediği görülmektedir. iktidardan memnun olmadığını ve seçimlerde muhalefeti destekleyeceğini dile getirebilecek kadar ileri gidebilmiştir. Seçildikten sonra da ilişkilerini artık kişisel bazda değil kurumsal düzeyde sürdüreceğini, bu bağlamda Avrupa Birliği ile işbirliği halinde Türkiye’yi zorlayacağını söyleyebilmiştir. Dışişleri Bakanı Blinken da, NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip Türkiye’yi sözde müttefik şeklinde tanımlayabilmiştir. Biden, baş düşman olarak değerlendirdiği Rusya ile yakın ilişkisi dolayısıyla Türkiye’yi suçlayabilmiştir. Başkanların seçildikten sonra ilk temaslarını NATO müttefikleriyle gerçekleştirme teamülünü Türkiye konusunda ihmal edebilmiştir. Örnekler çoğaltılabilir. Son olarak da sözde Ermeni soykırımı konusunda yaptığı, hukuki geçerliliği ve haklılığı bulunmayan, tümüyle siyasi açıklamasıyla niyeti hakkında her türlü tereddüdü ortadan kaldırmıştır. Bunu yaparken 14 Haziran 2021 günü yapılacak NATO zirvesinde gerçekleşecek ikili görüşmede Türkiye’ye farklı bir tutum sergileyebileceğine dair açılımda da bulunabilmiştir. Bu hususta ABD yetkililerinden de yatıştırıcı benzer değerlendirmeler gelmiştir. Beklenti yaratmaz Kanımca bu gidişat, TürkiyeABD ilişkilerinde olumlu gelişme beklenmesi umudu yaratacak nitelikte değildir. ABD, bir bölümü Türkiye’nin hayati çıkarlarını içeren mevcut sorunlar yumağında egosunu aşamamakta ve sadece emperyal çıkarlarıyla hareket etmektedir. Önümüzdeki dönemde farklı bir tutum sergileyebileceğine dair bir işaret de yoktur. Halen ABD ile gündem oluşturan, şimdi sayacağım sorunlara bakıldığında bu savımın nedeni daha net anlaşılabilecektir. Mevcut sorunlar yumağı şöyledir: Fırat’ın doğusunda PKKYPGPYD sorunu, 15 Temmuz 2016 kalkışmasında ABD’nin rolü ve FETÖ’nün iadesi sorunu, Halkbank sorunu, S400 ve yaptırımlar sorunu, F35 uçakları ile ilgili olarak Türkiye’nin dışlanması sorunu, ABD’nin Yunanistan’ı silahlandırması ve Türkiye’yi kuşatması sorunu, Kıbrıs sorunu, sözde soykırım ve başkanın açıklamasından sonra oluşabilecek gelişmeler sorunu, Karadeniz’deki gelişmeler ve Ukrayna sorunu, Doğu Akdeniz’deki yaklaşım sorunu, İran politikasının Türkiye açısından yarattığı sorunlar, Filistin ve Kudüs sorunu, Rus doğalgazının Avrupa’ya ulaşması sorunu. Kaybetmekle eşdeğer 14 Haziran toplantısında ABD’nin, bugüne kadar ısrarla sürdürdüğü politikasından geri adım atabileceği hususunda ümitli bir beklenti içinde olunabileceğini gösteren bir gelişme mevcut değildir. Aslında ABD’nin bu politikasının hedefinde, palazlanan ve hak ve hukuk kapsamında çıkarlarını savunmaya başlayan Türkiye’yi kendi deyimiyle biat etmeye zorlama saiki yatmaktadır. Ancak 21. yüzyılda bu beklenti demode kalmıştır. Biat etmeyen Türkiye’ye yaptırımlarla sonuç almaya çalışmak kanımca Türkiye’yi kaybetmekle eşdeğerdedir. Halen Türk kamuoyunda ABD’ye olan güven duygusunun iyice gerilediği görülmektedir. Son kamuoyu araştırmaları bunun yüzde 85’lere kadar çıktığını göstermektedir. ABD’nin yaklaşımında bu hususu da dikkate almasında yarar bulunmaktadır. Faşizmin formülü Faşizm bir siyasal rejimin adıdır. Faşist diye bu rejimin yöneticilerine veya bu rejimi savunanlara denir. Türkiye Cumhuriyeti Mahkemeleri, bir insana Faşist demenin hakaret olmadığına karar vermiştir. HHH Faşizm nasıl tanımlanır, ne yapar, nasıl çalışır, nasıl biter? Bunu bir formülle nasıl ifade edebiliriz? Fa=3C+3B+7Y+3S+3KTHÖ4A=Fe HHH Formülün açılımı: Fa: Faşizm 3C: Cehalet Cesaret Ceza 3B Bilgisizlik Beceriksizlik Basiretsizlik 7Y: Yasak Yalan Yüzsüzlük Yolsuzluk Yağma Yalakalık Yoksulluk 3S Sandık (göstermelik) Seçim (göstermelik) Sansür 3K Karabasan Korku Kaos THÖ Temel Hak ve Özgürlükler 4A: Akıl Ahlak Anayasa Adalet Fe: Felaket HHH Formülü yazılı olarak ifade edersek: Faşizm eşittir, Cahil Cesareti ve ceza, artı Bilgisizlik, Beceriksizlik ve Basiretsizlik, artı Yasak, Yalan, Yüzsüzlük, Yolsuzluk, Yağma, Yalakalık, Yoksulluk, artı göstermelik sandık, göstermelik seçim ve sansür, artı Karabasan, Korku ve Kaos, eksi Temel Hak ve Özgürlükler, eksi Akıl, Ahlak, Anayasa, Adalet, eşittir Felaket. HHH Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda hâlâ “Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devleti” yazıyor. Ama uygulamalar yukarıdaki formüle göre yürütülüyor. Dilerim bu çelişkiyi bir an önce, şeffaf, adil ve gerçekten demokratik bir seçime giderek çözebiliriz. Not: Salı günkü yazımda kullandığım makalenin yazarı Prof. Dr. Kemal Çiçek’miş. Sitede adı yer almadığı için belirtememiştim. Aşı diplomasisi, AKP ve Türkiye Prof.Dr.Gazi Zorer yaptığı gözlemler ve araştırmalar sonucunda kaleme aldığı “Tanıdan Tedaviye CHP” isimli kitabında diyor ki; Bu parti aslında seçim çalışması yapmıyor “mış” gibi yapıyor. CHP bu çalışmayan örgütleri ile, eğer bir şirket olsaydı kısa zamanda iflas ederdi… Partide temel siyasi eğitim verilmiş üye oranı %0.82… Örgüt dinamizmini engelleyen, değişime izin vermeyen sınırsız seçilme hakkı, profesyonel siyasetçiler üretiyor… Örgütün en alt birimlerinde kendi çıkarları ile meşgul politika esnafları türüyor… Siyaseti tabana indirip önce üyelerimizle, sonra halkla buluşturmak ve halkın siyasete katılımının sağlanması… Çalışan bir örgüt yaratmak. Kurumsal ve kapsayıcı bir yapı oluşturmak, iktidarı hedefleyen yeni bir örgüt kültürü geliştirmek… Parti üyelerini dahi şaşırtacak, gerçekten yeni bir şeyler yapılmalı… Örgüt dinamizmini engelleyen, gelişimin önünü tıkayan, tepede bürokrasi oluşturan, tabanda siyaset esnafları tarafından kelepçe takılan partiyi iktidara taşımak için, seçilme hakkını üst üste iki ya da üç kez ile sınırlayan ve liyakati esas alan düzenlemeleri gerçekleştirmek, üyelik reformunu takiben ön seçim kuralını uygulamak, yeterli… Bilim insanları bundan sonraki süreçte de benzer pandemilerin gerçekleşebileceğini düşünmekteler. Bu nedenle yerli aşı üretimine sahip olmak sadece bugün için değil gelecekte de ülkemizin stratejik hedefleri ve diplomasi gücü açısından hayati öneme sahip olacaktır. OP. DR. FIKRET ŞAHİN CHP BALIKESIR MILLETVEKILI ESKI BALIKESIR TABIP ODASI BAŞKANI Covid19 pandemisiyle birlikte hayatımıza yeni bir kavram girdi “aşı diplomasisi”. Covid aşısının üretim teknolojisine sahip olmak uluslararası alanda güç, itibar ve etkinlik aracına dönüştü. Buna bağlı olarak tıbbi alandaki bilimsel kabiliyet ve üretim gücü son yıllarda ülkelerin bölgesel ve küresel etkinliğinin en önemli kaldıraç mekanizması haline geldi. Covid aşısını başka ülkelerden bağımsız olarak üretebilmek, aşıya sahip olmak ve aşıyı ihtiyacı olan ülkelerle paylaşmak uluslararası gücün ve etkinliğin en önemli göstergesi oldu. Zorlu ve çözülmesi güç uluslararası sorunlarda, ilgili ülkeleri ikna etmek ya da istenilen noktaya getirebilmek için Covid aşısı diplomasi masasında yerini aldı. Bu diplomasi türüyle dünya ilk kez karşılaşıyor. Bu küreselleşmenin ve neoliberal politikaların vardığı noktayı bize göstermesi bakımından da manidar. Büyük koza dönüştü DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) başta olmak üzere pek çok tıbbi otorite Covid aşısına ulaşım konusunda adaletli davranılmasını hatta aşı patentinin ve üretim teknolojisinin açık olması gerektiğini belirtmesine rağmen tıbbi üretim teknolojisini elinde bulunduran emperyal ülkeler ve onların küresel firmaları aşı üzerinden güç ve para kazanma peşindeler. Covid pandemisi başladığından bu yana DSÖ’nün resmi kayıtlarına göre yaşamını kaybeden insan sayısı 3.5 milyona yaklaşmakta, resmi olmayan rakamlar doğal olarak bunun çok daha üzerinde. Her ne olursa olsun acı gerçek apaçık önümüzde duruyor ve günde ortalama 10 bin kişi hayatını Covid nedeniyle kaybediyor. Herkesin etrafındaki çember o kadar daraldı ki her gün bir tanıdığımızın acı haberini alır hale geldik. İnsanoğlu yaşam ve ölüm arasında zamanla yarışıyor. Bu tablo karşısında aşı teknolojisini elinde bulunduran emperyal ülkeler DSÖ’nün çağrısını duymak istemiyor, aşı patentini açmıyorlar. DSÖ’nün yaptığı oldukça insancıl ve bilimsel olarak yapılması gereken bir çağrı fakat bu çağrının muhatabı ülkeler aşıyı diplomatik bir koz olarak kullanmakta kararlılar. Biyolojik savaş Dünya şu anda bir biyolojik savaş halinde. Düşman koronavirüs, buna karşılık insanoğlunun elindeki en etkili silah Covid aşısı. Bu silaha sahip ülkeler bu güçlerini başka ülkelerle paylaşmak yerine bu silahı küresel güçlerini artırmak ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak niyetindeler. Her gün binlerce kişinin aşılanamadığı için hayatını kaybetmesi umurlarında değil. Onlar için önemli olan salgın sonrasında çok daha güçlü ve etkili olabilmek. Covid salgınını güçlerini artırmak ve pekiştirmek için fırsata çevirme peşindeler. Küresel güçler açısından şu anda Covid aşısına sahip olmak nükleer güce sahip olmak gibi bir durum belki de bundan daha da etkili. Ulaşmak istedikleri amaçları için Covid aşısını etkili bir argüman olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Bunun bir örneğini de ülke olarak biz yaşadık. Çin’den Sinovac aşısının tedariki sürecinde, Çin’in aşıyı yeterli dozda vermek için Türkiye’den suçluların iadesi anlaşmasını uygulamaya koymasını ve Türkiye’de bulunan bazı Doğu Türkistanlıların iadesini istediği gündeme gelmişti. Bu konu her ne kadar inkâr edilmiş olsa da Çin’den sağlanan aşı tedarikinde ilan edilen takvime uyulmaması bunun görüşmelere konu olduğunu düşündürmektedir. Aşı üreten ülkeler, salgın sonrası siyasi ve ekonomik olarak daha avantajlı olabilmek için ilişkilerini geliştirmek istedikleri veya üzerinde etkili olmak istedikleri ülkelere aşı vererek ya da vermeyerek siyasi manevra yapıyorlar. Aşı adeta Soğuk Savaş dönemindeki gibi bir mücadele zemini oluşturdu. ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Almanya bu mücadelede başroldeler. Herkes aşısını kendisi için önemli olan ülkelere gönderme çabasında, rakip ülkenin aşısının kendi bölgesine girmesini istememekte, bunun için amansız bir mücadele devam ediyor. Hangi aşının, hangi ülkelerde kullanıldığına bakarak kimin nerede etkili olmak istediğini anlamak mümkün. ABD bu yarışta özellikle Avrupa kıtasında var olmak isterken, EMA (Avrupa Birliği İlaç Dairesi) Rusya’nın Sputnik ve Çin’in Sinovac aşılarına halen kullanım onayı vermeyerek bu ülkelerin Avrupa’ya girişini engellemeye çalışmakta. Buna rağmen onaysız olsa da bazı AB ülkeleri bu aşıları kullanmaya başladılar. İnsanlık tarihine baktığımızda her salgın hastalık sonrası dünyada kayda değer değişimler meydana gelmiştir. 14. yüzyılda yaşanan kara veba salgını sonrasında feodal sistem yıkılmış, kapitalist düzen başlamış, Katolik inanca güven azalmış Protestanlık inancı doğmuş, kilise ve eğitimde hâkim dil Latinceden İngilizceye dönüşmüş, Rönesans ve Reform hareketleri yaşanmıştır. Bu salgın geçtikten sonra yeni bir dünya düzeniyle karşı karşıya kalacağımız kesindir. Tarihsel olaylardan ders çıkaran ülkeler buna yönelik hazırlıkları ve zeminlerini özellikle aşı üzerinden yapmaktadırlar. Biz Türkiye olarak ne yapıyoruz? AKP iktidarıyla birlikte yerli aşı üretimini terk edip aşı ihraç eden ülke konumundan aşı ithal eden ülke konumuna geriledik. Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün 80 yıllık tarihsel birikim ve deneyimlerini bir anda sıfırladık. Vatandaşlarımız için başka ülkelerden gelecek aşıları bekleyerek zaman ve hayat kaybediyoruz. Oysa AKP iktidarından önce olduğu gibi kendi aşımızı üretebilseydik şimdi hem kendi vatandaşlarımızın aşılarını tamamlamış olacaktık hem de Türkiye olarak aşı sayesinde bölgesel güç olmak fırsatını yakalayacaktık. Çevresindeki ülkelere ürettiği aşıları gönderecek güçte olan bir Türkiye’nin uluslararası itibarı ve etkinliğinin ne ölçüde artacağı tartışılmaz bir gerçektir. Bilimin gücüyle ülkemizin gücünü örtüştürme fırsatını maalesef AKP’nin öngörüsüz sağlık politikaları nedeniyle kaçırdık. Bilim insanları bundan sonraki süreçte de benzer pandemilerin gerçekleşebileceğini düşünmekteler. Bu nedenle yerli aşı üretimine sahip olmak sadece bugün için değil gelecekte de ülkemizin stratejik hedefleri ve diplomasi gücü açısından hayati öneme sahip olacaktır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle