28 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 11 MAYIS 2021 SALI gorus@cumhuriyet.com.tr olaylar ve görüşler İstanbul Sözleşmesi 10 yaşında Aylin NAZLIAKA CHP Kadın Kolları Genel Başkanı / 24, 25, 26. Dönem Ankara Milletvekili 11Mayıs 2011 tarihinde yapılan Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açılan ve Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi’ne, 10. yıldönümü olan bugün çok daha sıkı sarılma zamanı... Tam adı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan İstanbul Sözleşmesi, başta kadınlar olmak üzere tüm dezavantajlı grupların şiddete ve ayrımcılığa maruz kalmalarını önleme, onları şiddete karşı koruma ve şiddetin cezasız kalmasını engelleme amacını taşıyor. Bu konuda yazılan en kapsamlı ve bağlayıcı uluslararası sözleşme olması nedeniyle, sadece Avrupa’da değil dünya genelinde “altın standart” olarak kabul ediliyor. Talimat niteliğinde karar İstanbul Sözleşmesi, 1 Ağustos 2014 tarihinde TBMM’de onaylandıktan sonra yürürlüğe girmiştir. Ben, hem sözleşme imzalandığında hem de Meclis’ten oybirliğiyle geçtiğinde milletvekiliydim. Bu nedenle iktidar partisi temsilcilerinin sözleşmeye dair yaptıkları övgü dolu konuşmaları dün gibi hatırlıyorum, “tarihi gurur” demişti Erdoğan... Pekiyi, ne oldu da o gurur kaynağı sözleşme bugün “tu kaka” oldu? Hangi siyasi hesap, kadınların hayatından daha değerli hale geldi? İktidar, hangi cemaatler ve tarikatlar nedeniyle kadınları karşısına almayı göze aldı? Önceden İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkan, yönetim kurulu başkan yardımcılığını Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan’ın yaptığı KADEM (Kadın ve Demokrasi Derneği) neden yön değiştirdi? KADEM üyesi olan yeni Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık, bu yön değişikliğinin bir ödülü olarak mı atandı? “Şahsım hükümeti” hukuksuz uygulamalarına her gün bir yenisini ekliyor. Erdoğan’ın, bir gece yarısı keyfi bir biçimde sözleşmeden çıkma kararını aldığı 20 Mart Feshedilen sözleşme değil, yaşam hakkımızdır. Sözleşme yürürlükteyken kadınları yeterince koruyamadı; çünkü uygulamadınız. Ama İstanbul Sözleşmesi’nin yokluğu şiddeti garantileyecek. Feshederseniz kadına, çocuğa yönelik işlenen her suçun azmettiricisi sizler olacaksınız. günü, bu kararı tanımadığımızı derhal kamuoyuna duyurduk. Yürürlüğe giren uluslararası sözleşmelerin kanun hükmünde olduğunu, kanun kaldırma yetkisinin sadece Meclis’te olduğunu, fesih işlemi için Meclis onayının şart olduğunu defalarca anlattık. Yürütmenin kendisini yasamanın yerine koyamayacağını, Cumhurbaşkanı’nın insan haklarıyla ilgili konularda kararname yetkisinin olmadığını, bu kararın açıkça anayasamıza aykırı olduğunu ifade ettik. Kadınların, kadın derneklerinin dahi görüşü alınmaksızın, apar topar ilan edilen fesih kararının iptali için Danıştay’a başvurduk. Partimizin kadın kollarının ve Meclis grubunun yanı sıra, İYİ Parti, DEVA Partisi ve çok sayıda sivil toplum kuruluşunun da dava açtığı, bilinen bir gerçektir. Bizler, Danıştay’dan yanıt beklerken, 30 Nisan tarihinde, Resmi Gazete’de ikinci bir karar yayımlandı ve fesih tarihinin 1 Temmuz olduğu belirtildi. Bu son karar, hukuken yok hükmünde olan cumhurbaşkanı kararını, yok hükmündeki bir başka kararla yasal hale getirme çabasıydı. Hem Danıştay’a açılmış davalar açısından hem de Venedik Komisyonu’nun çekilme kararına ilişkin yürüttüğü çalışma bakımından, yargıya ve konseye talimat verme niteliği taşıyordu. Skandal paylaşım Bu sözde fesih sürecinden herkes kendine göre mesaj çıkardı. Katiller rahatladı; kararın Resmi Gazete’de yayımlandığı gün, ilk 12 saatte 6 kadın katledildi. O günden sonra karakola başvuran birçok şiddet mağduru kadın, Emniyet görevlileri tarafından evine geri yollandı. İktidar, her zamanki gibi kadın ya da çocuk şiddet görse bile önceliği ailenin korunmasına verdi. “Kol kırılır, yen içinde kalır” mantığıyla, kadınları korumasız bıraktı. Şiddet can almaya devam ederken İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, yaptığı bir sosyal medya paylaşımında 34 günde, fesih öncesinde 34, fesih sonrasında ise 25 kadının öldürülmesini adeta bir başarı gibi yansıttı. Bu paylaşımı retweet eden Emniyet Genel Müdürlüğü, sosyal medya hesabına gelen tepkiler üzerine tweet’i silmek zorunda kaldı. Kadınlar kazanacak, zorbalar gidecek AKP iktidarları döneminde, çocuk istismarı vakasına “Bir defadan bir şey çıkmaz” diyen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı gördük. Çocuklara güvenli bir toplum yaratmak yerine, sorumluluğu ailelere yükleyip “Çocuklarınıza çığlık atmayı öğretin” diyen bir başka bakan tanıdık. “Aile Bakanlığı”nı kendi ailesinin bakanlığı sanıp kardeşlerine parlak iş imkânları yaratana tanıklık ettik. “Her kadın cinayeti bizim kadına yönelik şiddetteki kadın cinayeti değildir” diyecek kadar şuursuz Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanımız bile oldu. Son 19 yılda, en az 7 bin 500 kız kardeşimizi erkek cinayetine kurban verdik. Oysaki iktidarın manasız siyaset hesapları, tek bir kadının hayatından daha önemli değildir. İnsan haklarına ait bir sözleşmeden, üç kez “Boş ol” diyerek çıkılamaz. Bu sefer atı alan Üsküdar’ı o kadar kolay geçemeyecek. Buradan şahsım hükümetine sesleniyorum: Feshedilen sözleşme değil, yaşam hakkımızdır. Sözleşme yürürlükteyken kadınları yeterince koruyamadı; çünkü uygulamadınız. Ama İstanbul Sözleşmesi’nin yokluğu şiddeti garantileyecek. Feshederseniz kadına, çocuğa yönelik işlenen her suçun azmettiricisi sizler olacaksınız. Bu yanlış kararda ısrar etmeyin. Kadınların ahını almayın. Zaten ilk seçimlerde gideceksiniz. Yaşam hakkını, demokrasiyi ve eşitliği savunan herkes adına haykırıyoruz: İstanbul Sözleşmesi kalacak, zorbalar gidecek! Ecz. Gamze TAŞCIER CHP Ankara Milletvekili/ TBMM KadınErkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Üyesi Pek yakında! riyor. Israrla sormamıza ve İstanbul Sözleşmesi hükümlerine rağmen yıllardır kadın cinayeti verilerini düzenli olarak yayımlamayanlar, bir gün bakBundan tam 10 sene önce, bu topraklarda imzalanan bir sözleşme, dünya tarihinde kadına yönelik şiddete karşı alınan en önemli ve kapsamlı metin olarak hayatımıza girdi. Bu sözleşme, içerdiği denetim mekanizmaları ve bağlayıcılığıyla, kadına yönelik şiddeti bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık olarak tanımlamasıyla birlikte, özellikle kadınlar için hava kadar, su kadar hayati bir öneme yükseldi. 11 Mayıs 2011’de imzalanan İstanbul Sözleşmesi’nden bahsediyorum. Onlarca yıl geriye... Bu sözleşmenin 10. yılında, adını verdiğiverdiği adımlar atıyordu. Mutlu ve umutluyduk. Ancak umutlar kursaklarda kaldı. Nahide Opuz’u korumayarak Türkiye’nin ceza almasına neden olanlar, yıllar geçtikçe İstanbul Sözleşmesi hükümlerini uygulamamaya, uygulanmasını isteyenleri düşmanlaştırmaya ve sözleşmeyi tartışmaya açmaya başladı. Sözleşme rafta duran ve asla uygulanmayan bir hale getirildi. En sonunda da imzalanmasının 10. yılında bu ülkeyi yönetenler, kadınları ikinci sınıf insan göreceklerini, aynı Opuz’a yaptıkları gibi kadınları sistematik olarak korumayacaklarını tüm dünyaya ilan ettiler. Bir kişinin hukuksuz kararıyla Türkiye, onlarca yıl geriye gitmiş oldu. tık ki sosyal medyadan bir görsel paylaşarak bu hukuksuz çekilme kararını savunmaya çalışıyorlardı. Dediklerine göre sözleşmenin yürürlükte olduğu son ayda 34 kadın öldürülmüşken çıkma kararı alındıktan sonra 25 kadın öldürülmüştü. 25 kadının öldürülmesini gururla paylaşan bu akıl, sözleşmenin, hükümlerine göre üç ay daha yürürlükte olduğunu göz ardı ediyordu. Yani hem bizim yıllardır söylediğimiz sözleşme hükümleri sistematik olarak uygulanmıyor ifadelerimizi doğruluyor hem de uluslararası bir sözleşmenin gerekliliklerini tanımadıklarını devletin resmi kurumlarından ilan ediyorlardı. Acaba bundan sonra bir ayda öldürülen kadın sayısı 34’ü geçerse de yine böyle miz bir sözleşmeden çıkma kararıyla, bir ülkenin uluslararası alanda yaşayabileceği en büyük Yaklaşımı gösteren ileti gurur tablosu gibi sosyal medya hesaplarından paylaşacaklar mı? utançlardan birine imza atıldı. Utancın kaynağı İç hukukumuz bize yeter diyenlerin sarıldıyalnızca adını vermekle de alakalı değil üstelik. ğı ve sözleşmeye göre son derece kapsamı dar Bu böyle gitmeyecek 2009 yılında AİHM’nin ilk kez bir ülkeyi, kadına olan 6284 Sayılı Kanun’un ilk maddesi İstanbul Bu sorunun yanıtı belirsiz olsa da kesin olan yönelik şiddeti sistematik olarak engellemediği Sözleşmesi’ne atıfla başlar. Maalesef tüm bu bir gerçek var: Bu böyle bitmeyecek. İstanbul ve mağduru ısrarla korumadığı için cezalandır utancın müsebbipleri, TBMM’de bu yasama yı Sözleşmesi AKPMHP ittifakı için bitmiş olabimasında Türkiye fail konumundaydı. İşte bu ne lı bitmeden önce bir kanun teklifi getirerek bu lir ancak bu ittifakın kullanım süresi de Türkiye denle bu ülkeyi yönetenler, bu sözleşmenin ha maddeyi de değiştirecektir. “Bize yeter” deni için bitmek üzere. İlk seçimde hem bu karanlık zırlanmasında aktif rol oynayarak, bu toprak len kanunun üzerinde yükseldiği temeli altın kaynağı iktidar koltuklarından kalkacak hem larda imzalanmasını sağlayarak ve ilk imzacısı dan çekip alacaklar ve o binanın ayakta kalma de İstanbul Sözleşmesi, bu sefer hükümlerinin olup parlamentosundan da ilk geçiren ülke ola sını bekleyecekler... de gerçek anlamıyla uygulanacağı bir şekilde rak hem tüm kadınlardan bir anlamda özür diBu utancı sahiplenmekte beis görmemele yeniden yürürlükte olacak. Kadınlar bu ittifaka liyor hem de hepimizin takdir ettiği ve destek ri de karanlığın ne denli zifiri olduğunu göste gerekli dersi verecek. ‘Şahsım devleti’nde aile, mafya, tarikat ilişkileri Kökü Susurluk kazasına kadar giden... FETÖ örgütlenmesiyle devleti çökerten... Bahçeli’nin “örgütlü suç lideri” denilen bir kişiyi cezaevinde ziyareti ve ona verdiği destekle tekrar gündeme gelen... Bir bakanın kendi şirketinden mal satın almasıyla kamuoyunun dikkatini çeken... Bir başka “örgütlü suç liderinin” yurtdışından yayımladığı videolarla siyaseti karıştıran... Devlet içindeki, “aile, mafya, tarikat ve ticaret ilişkileri” yeniden önem kazandı. Bu yazıda, tamamen çıkarlara dayalı ve çok boyutlu olan, bu nedenle de siyasal yolsuzluk âleminde tartışılması gereken “ticaret ilişkilerini” bir yana bırakarak devlet ile aile, mafya ve tarikat ilişkilerini irdelemeye çalışacağım. hhh Sevgili okurlarım, toplumlardaki insan ilişkileri üç ayrı modele göre biçimlenir: 1) Birincil İlişkiler: Birincil ilişkiler, aile ilişkileridir. Duygusaldır. Dayanışma duygusu egemendir. İlişkiler yüz yüzedir. Yaşamın her alanını kapsarlar. Bireylerin kişiliklerini, kimliklerini, tutum ve davranışlarını etkilerler. 2) İkincil İlişkiler: Bireylerin örgütler içindeki ve örgütlerle olan ilişkileridir. Yazılı kuralları vardır. Devletle bireyin ilişkileri bu niteliktedir. Yaşamın sadece belli alanlarını kapsarlar. Duygular esas olarak bu tür ilişkilere dahil edilmezler. 3) Mesleki (profesyonel) İlişkiler: Akademisyenler, avukatlar, doktorlar gibi profesyoneller arasındaki ilişkilerdir. Hayatın bütün alanlarını değil, ama ikincil grup ilişkilerinin kapsadığı alanlardan daha geniş alanları kapsarlar. Üyelerinin kimliklerinin, kişiliklerinin oluşmasına, yani hem toplumsallaşmalarına hem de kurallara ve meslek ahlakına uygun davranmalarına yardımcı olurlar. hhh Aile, insanlık tarihinin en eski ve insanların kimliklerini belirleyen, bu nedenlerle de hâlâ gücünü sürdüren en temel kurumudur. Mafya örgütlenmesi, aile yapısı üzerine kuruludur. Kaynağı da zaten çıkar ve yasadışılık eksenlerinde gittikçe genişleyen ailedir. Tarikat örgütlenmesi, müritlerin kendilerini şeyhlerine “ceset gibi tamamen teslim ettikleri” bir yapılanmadır. Aile örgütlenmesindeki duygusallığın ve mafya örgütlenmesindeki çıkarcı zorbalığın, şeyhe bağlılık ilişkileri içinde dinselleştirilerek mukaddesleştirilmesi ilkesine dayanır. Devlet ise İkincil İlişkilerin egemen olduğu bir örgütlenmedir. Uluslararası antlaşmalara, anayasaya, yasalara, yönetmeliklere, yani yazılı kurallara göre işler. İçinde aile ilişkilerine de mafya ilişkilerine de tarikat ilişkilerine de yer yoktur: Bu tür ilişkiler Çağdaş, Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devleti’ni yozlaştırır; devlet yapısını bozar; devletin yönetilmesini olanaksız kılar. hhh 1) Türkiye’de “örgütlü suç lideri” denilen kişilerle politikacıların ilişkileri ve bu konulardaki iddialar... 2) Çeşitli tarikatların bazı bakanlıklardaki örgütlenmeleri ve buralarda egemen oldukları hakkındaki iddialar... 3) Aile ilişkilerinin devlet görevlerinde görünür hale gelmesi... Yukarda açıklamaya çalıştığım Toplumbilimsel ve Sosyal Psikolojik nedenler, devletin yozlaşmasına ilişkin kaygıları gündeme getirmektedir. hhh Hiç kuşkusuz yukardaki kaygıların ortaya çıkmasında: “Parlamenter Demokratik Rejimin” rafa kaldırılmasının... Onun yerine, tek bir kişiye bağlı, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen “Şahsım Devleti” rejiminin getirilmesinin... Yani tek bir kişinin ilişkilerinin, duygu ve düşüncelerinin, devlete egemen olduğu bir düzenin... Rolü büyüktür. Kemalistler ne yapmalı? Dr. Mustafa Hüsnü BOZKURT 2526. Dönem Konya Milletvekili Emperyalizm, 18. yüzyılda Sanayi Devrimi’yle başlayan, başta İngiltere olmak üzere kapitalist ülkelerin, ticaret yollarını denetim altına almak, yeni hammadde kaynaklarına ulaşmak, yeni pazarlar edinmek amacıyla mazlum ülkeleri ve ulusları, siyasal, ekonomik, kültürel açıdan sömürmelerine verilen isimdir. Faşizm ise emperyalizmin, kapitalizmin, yerli işbirlikçileri de kullanarak uyguladığı kıyıcı diktatörlüktür. Ülkemizde faşizmin yolunu açan, öncelikle 1950’de başlayan karşıdevrim sürecidir, devamında taşlarını döşeyen 12 Mart Muhtırası’dır, iktidar olma koşullarını oluşturan da 12 Eylül 1980 Darbesi’dir. 12 Eylül sonrasında dinci hareketler ve faşist eklentileri, darbeci cunta yönetimiyle, arkasındaki emperyalist gücün teşvik ve korumasında örgütlenmiş, güçlenmiştir. 1980’lere kadar ancak yüzde 37 arasında oyu olan dinci hareket, 1994 yerel seçimlerinde yüzde 20’ye ulaşmıştır. 2001’de gömlek değiştirmiş, 2002’de ise yeni adıyla ve ABD’nin de desteğiyle, yüzde 34 oyla tek başına iktidara gelmiştir. Sonrasını biliyoruz... Genetik kodlar değiştirildi İktidarı ele geçiren ve özünde bir tarikatlar koalisyonu olan dinci hareket, liderini cumhurbaşkanı seçtirdikten sonra, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında, rejim değişikliğini ana gündem maddesi yapmıştır. Tesadüfe bakın ki CIA ajanı Paul Henze de, 2006’da, ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporunda “Türkiye’nin ABD çıkarlarına uygun davranmasını istiyorsak başkanlık sistemine geçmesini sağlamalıyız” diyordu. Keza başkanlık sistemini savunurken Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2 Ocak 2016’da şu örneği veriyordu: “Üniter devlette başkanlık sistemi yoktur diye bir şey yok. Şu an zaten dünyada bunun örneği var, geçmişten bu yana da var. Yani Hitler Almanyası’na baktığınızda orada da bunu görürsünüz.” FETÖ’nün 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından, OHAL koşullarında yapılan 16 Nisan 2017 referandumuyla, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmiştir. Fiilen tek adam düzeninde, rejimimizin, siyaset kurumumuzun, devlet aygıtımızın genetik kodları değiştirilmiştir. TBMM işlevsizleşmiştir. Siyaset, mezhepetnik köken çıkmazında tıkanmıştır. Siyasi partiler etkisizleşmiştir. Millet hiç olmadığı kadar bölünmüş, kutuplaşmıştır. Laiklik ilkesi ve kuvvetler ayrılığı yok edilmiştir. Devlet, hukuk devleti olma niteliğini yitirmiştir. Bürokraside liyakat, nepotizm çukurunda helak olmuştur. Yolsuzluklar ayyuka çıkmış, yoksulluk kemiğe dayanmış, yasaklar tavan yapmıştır. Emperyalizmden bağımsız faşizm olmaz Faşizm, demokrasiyi, hukuku, seçimleri sadece bir iktidar aracı olarak görür. Çünkü haksız, hukuksuz, ahlaksız bir sermaye diktatörlüğüdür. Emperyalizmin olmazsa olmazıdır. Acımasız bir baskı rejimidir. O nedenle faşizme karşı mücadele, öncelikle emperyalizme ve küresel kapitalizme karşı ödünsüz ve kararlı bir duruşla mümkündür. Emperyalizme, kapitalizme, serbest piyasa ekonomisi denilen neoliberal sömürü düzenine karşı çıkmadan, faşizmle mücadeleden söz etmek laf ebeliğidir. Bir ülkede faşizmin iktidarı ele geçirmesini, sıradan bir siyasal iktidar değişimi olarak görmek vahim bir yanılgıdır. Bu yanılgı muhalefeti, küresel emperyalizme karşı mücadele etmeyen, antikapitalist duruştan yoksun, emeksermaye çelişkisinden ve sınıfsal gerçeklerden kopuk kılar. Sadece mevcut iktidar karşıtlığına sıkıştırır. Sonuç alması olanaksız bir sözde demokrasi mücadelesine sürükler. Bugün ülkemizde, iktidara karşı olduğunu söyleyen ama emperyalizme karşı olduğunu söyleyemeyen, kapitalist sömürü düzenine karşı çıkmayan sözde bir muhalefet anlayışı oldukça yaygındır. Aynen Atatürkçü olduğunu söyleyip Kemalizmi reddetme dalaleti gibi... Oysa ülkemizde emperyalizmi, faşizmi yenmenin tek yolu, Atatürkçü, Kemalist olmaktan geçer. Ahmet Taner Kışlalı’nın dediği gibi “Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür”. Türkiye için olduğu kadar bölgemiz ve tüm mazlum milletler için de tek gerçekçi çözüm yoludur. Ne yapmalı? Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels şöyle demiştir: “Eğer hasmımız, ne kadar zayıf olduğumuzu bilebilse bizi herhalde un ufak ederdi.” Dünyanın her yerinde despotik iktidarlar ancak güçlü demokratik halk hareketlerinin mücadelesiyle işbaşından uzaklaştırılabilir. Faşist iktidarlar, hiçbir zaman sanıldıkları kadar güçlü, söyledikleri kadar cesur, göründükleri kadar muktedir olmamıştır. Milletler bu despotlara her zaman direnmiş, sonunda da mutlaka yenmiştir. Demokratik haklarını kullanarak birleşecek, Kemalizmi yol haritası olarak belirleyecek, antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı bir yapı, milletin azim ve kararını harekete geçirerek iktidar olacaktır. Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye’nin, hukuk devletinin, üretim ekonomisinin, hakça bölüşmenin, bilgi toplumunun, laik ve bilimsel eğitimin hayata geçmesi, Cumhuriyetçi, Atatürkçü, Kemalist kadroların güç birliğiyle mümkündür.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle