05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 6 NİSAN 2021 SALI [email protected] OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Anayasal hukuk devleti mi? Otoriter şahıs devleti mi? AV. SALIM ŞEN 16Nisan 2017 tarihinde yapılan anayasa değişikliğiyle uygulamaya konulan cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi sıradan bir sistem değişikliği değildir. Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olduğunu düzenleyen hükmü tamamen anlamsız hale getirmiştir. Tüm anayasal organların tek kişinin şahsında birleştiği, nevi şahsına münhasır bir şahıs devleti rejimi inşa etmiştir. Sorunun temeli Bugün yaşadığımız tüm ekonomik, siyasal, hukuki, toplumsal sorunların nedeni ve kaynağı, kurumsal aklı ve birikimi, bilimsel düşünceyi, liyakat, ehliyet ve çoğulcu demokratik yönetim anlayışını dışlayan şahıs devleti uygulamalarıdır. Her alanda karar verme yetkisi, tek adam iradesine terk edilmiştir. Yürütme gücünün hukuka aykırı kullanımını denetlemek, dengelemek için zorunlu olan bağımsız cumhuriyet kurumları fiilen etkisizleştirilmiş, işlevsiz kılınmıştır. Bir kısmı da kapatılarak, yürütmenin keyfi yönetim alanı olabildiğince genişletilmiştir. Tek adam iradesini dengeleyip, sınırsız kamu gücünü keyfi şekilde kullanmasının önlenmesi için varlığı şart olan yasal denetim mekanizmaları sistemden çıkarılmıştır. Yeniden dizayn edilerek tamamen yürütmenin etkisi altına alınan Hâkimler Savcılar Kurulu, Anayasa Mahkemesi, yüksek mahkemeler ve liyakat dikkate alınmadan parti aidiyetleri üzerinden yapılan hâkim, savcı atamalarıyla yargı tek adam iradesine bağlı kılınmış, anayasal denetim ve kontrol görevlerini yapmaktan uzaklaştırılmıştır. Yasama da partili cumhurbaşkanı üzerinden yine aynı tek bir iradeye bağımlı kılınmış, bağımsız yasama ve denetim görevlerini yerine getiremez olmuştur. Yargı ve yasamanın bu şekilde yürütmeye eklemlenmesi, rejimi fiilen kuvvetler birliğine dönüştürmüştür. Öte yandan sivil toplum örgütleri, medya, sendikalar, meslek kuruluşları, aydınlar, yazarlar, toplumsal demokratik muhalefetin tüm unsurları adeta yönlendirilmiş yargı uygulamaları ile baskı altına alınmıştır. Muhalif söylem ve eylemler bastırılmaya, bu yolla geniş toplum kesimleri üzerinde oluşturulan baskı, korku iklimiyle sivil toplum tamamen susturulmaya çalışılmış, şahıs devleYaşadığımız süreç, devlet organlarını, kurum ve kuruluşları, toplumu ve cumhuriyet kazanımlarını, yeniden inşası uzun zaman alacak kadar tahrip etmiştir. Bu durum, ülkemizin özgür, çağdaş, laik, hukukun üstünlüğüne dayalı, demokratik bir ülke olmasını amaçlayan tüm muhalif kesimlerin ortak mücadele alanı ve amacı olmalıdır. ti rejimi tüm kurum ve kurallarıyla yerleştirilmiştir. Nitekim Cumhurbaşkanı’nın “İngiltere, Almanya, Fransa ve şahsım görüştük” şeklindeki açıklaması, şahıs rejiminin en veciz, en kısa yollu ifadesidir. Hukukun bittiği yer Şahıs devleti rejimi, çağdaş, demokratik, hukuk devletinde görülmeyecek biçimde, meşruiyetinin kaynağını milli irade olarak açıklamasına rağmen, milli iradeyi ve burada somutlaşan milleti yalnızca kendisine oy veren çoğunluk olarak tanımlamaktadır. Milli iradenin yanılmayacağı şeklindeki felsefi kabulden hareketle, milli iradenin seçtiği kişinin de yanılmayacağı tezini, herkesin kabul etmesi gereken mutlak bir doğru olarak görmektedir. Milli iradenin doğrudan şahsında vücut bulduğunu, kendisinin yanılmaz şekilde milli iradeyi temsil ettiğini belirten şahıs iktidarının bütün eylem, söylem, uygulama ve hatta düşünceleri, milli iradenin ta kendisi kabul edilmektedir. Dolayısıyla yanılmaz, şaşmaz, mutlak doğru kabul edilmesi gereken bu iradeye toplumdaki herkesin biat etmesi, sadakat göstermesi beklenmektedir. Biat etmeyen tüm kurum, kuruluş ve toplumsal kesimler, milli iradeye aykırı hareket eden hain, düşman, kökü dışarıda, dış güçlerin uşağı gibi türlü sıfatlarla aşağılanıp, itibarsızlaştırılıp gerekirse bağımlı kılınmış yargı eliyle tasfiye edilebilmektedir. Bu durumda neredeyse herkes, her olay objektif hukuki kriterlere göre değil, iktidara olan yakınlık ve uzaklığına göre değerlendirilir. Yakın olanlar açısından sınırsız bir koruma ve güvenlik hakkı vardır. Hak ve özgürlüklerin sınırı alabildiğine geniştir. Uzak olanlar ise aynı zamanda millet iradesine karşı gelen sakıncalı kişilerdir. O nedenle, enterne edilmeleri, ötekileştirilerek, düşmanlaştırılarak kriminalize edilmeleri, bu şekilde toplum ve sistem dışında tutulmaları, fişlenip düşman hukuku uygulamalarıyla baskı altına alınmaları gerekir. Giderek tüm devlet aygıtı bu anlayışa göre kurumsallaşır. Bireyleri eylem ve söylemlerinin hukuki karşılığı üzerinden değil, şahıs iktidarına yakın olup olmamaları üzerinden değerlendirir. Buna göre kişilerin özgürlük alanlarında ciddi olumsuz sonuçlar doğuracak uygulamaları sıradanlaştırır. İktidarın tek kişide toplanması, iktidarın tekleşmesi, tek adam dışında kalan, bakan, bürokrat vb. tüm iktidar uygulayıcılarının da tek adama bağlı, onun talimatlarıyla hareket eden, özerk karar alma ve uygulama alanları bulunmayan, konum ve varlıkları sadece liderin kanaat ve kararına bağlı kılınan kişiler olmasını doğurur. Bu görevliler açısından objektif sorumluluğun ortadan kalktığı, sadece lidere hesap veren sübjektif sorumluluğun doğduğu, hiçbir hukuk devletinde olmayan bir sonuç ortaya çıkar. Tehlikeli konfor alanı İdare edenlerin de idare edilenlerle aynı hukuk kurallarına uymaları gerektiği, idarenin, geniş anlamda iktidarın her türlü eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olduğu şeklindeki en temel hukuk devleti tanımının tamamen içi boşaltılarak yargının temel görevi, şahıs iktidarının bekasını sağlamak olarak belirlenir. Şahıs devletinde yargıdan beklenen, tek kişi iktidarının çıkardığı tüm karar, kararname, uygulama ve eylemleri, anayasa, yasalar ve evrensel hukuk değerleri açısından değerlendirip hüküm vermek değildir. Bunları olduğu gibi onaylayıp hukuki meşruiyetini sağlamaktır. İktidara gelebilecek olumsuz sonuç doğurması muhtemel tüm vakaları ve bunların soruşturulmasını önleyerek iktidarı rahatlatmak, her türlü riskten korumaktır. Meşru muhalefetin sınırlarını, iktidarın algı ve kabulü doğrultusunda daraltarak, toplumsal muhalefetin sınırlarını çizip bu sınırları aşanları etkisiz kılmaktır. İtiraz edenler başarır Devletin kurumsal yapı ve birikiminin dışlanması, şahıs iktidarının bekasını sağlamak amacıyla demokratik muhalefetin alanının daraltılması, şahıs devletinin yönetim anlayışını hızla otoriter bir çizgiden daha sert, katı bir çizgiye taşımıştır. Ulusal çıkar tanımı bile parti ve lider çıkarıyla aynılaşmıştır. Yerli ve milli olmanın ölçüsü, iktidarın uygulamalarını onaylamak, itiraz etmemek, biat etmektir. Bu ortamda, yalnızca devlet ve rejim zarar görmemekte, toplumsal ahlak ve değerler de hızla aşınmaktadır. Yaşadığımız süreç, devlet organlarını, kurum ve kuruluşları, toplumu ve cumhuriyet kazanımlarını, yeniden inşası uzun zaman alacak kadar tahrip etmiştir. Bu durum, ülkemizin özgür, çağdaş, laik, hukukun üstünlüğüne dayalı, demokratik bir ülke olmasını amaçlayan tüm muhalif kesimlerin ortak mücadele alanı ve amacı olmalıdır. Çözülmesi gereken en acil sorunumuz, anayasada tanımlanan demokratik, laik, sosyal, hukuk devletini tüm kurum ve kurallarıyla yeniden inşa etmek, cumhuriyetimizin kuruluş değerleri çevresinde, Büyük Önder Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesini rehber alıp içeride ve dışarıda barış iklimi yaratmaktır. Unutmayalım ki dönüşüm ve ilerlemeyi sadece itiraz edenler başarır. Öküz altında buzağı aramak! Emekli amirallerin bildirisi şu dört konu üzerinde odaklanıyordu: 1) Kanal İstanbul ve uluslararası anlaşmaların bir gecede tek kişi tarafından iptal edilmesi bağlamlarında Montrö Anlaşması’nın tartışmaya açılmasının yanlış olduğunu belirtiyorlardı. Hiç kuşkusuz, tavrın altında, Meclis Başkanı Şentop’un bir soruya yanıt verirken, Montrö’nün de CB tarafından iptal edilmesinin olanaklı olduğunu belirtmesi yatıyordu. 2) Medyaya yansıyan görüntülerin Deniz Kuvvetleri’nin imajını zedelediğinden şikâyet ediyorlar, FETÖ kumpasını anımsatıyorlar ve bunlara karşı TSK’nin Anayasa’nın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez olan ilk dört maddesine bağlı olduğunu vurguluyorlardı. Burada da muvazzaf bir Amiralin bir tarikat merkezinde çekilen fotoğrafının medyaya yansımasına gönderme vardı. 3) TSK’nin ve Deniz Kuvvetleri’nin Çağdaş Cumhuriyet çizgisinden ve Atatürkçü değerlerden sapmış gösterilmesine tepki belirtmişlerdi. Burada da hem medyaya yansıyan fotoğraflar hem de TSK eğitim programlarından Atatürk konusunun çıkarılması haberleri kastediliyordu. 4) Bu hususlar dikkate alınmadığı taktirde Türkiye Cumhuriyeti’nin içte ve dışta sorunlarla (“tarihte örnekleri olan, bunalımlı ve bekası için en tehlikeli olaylarla”) karşılaşacağını belirtiyorlardı. Bildirideki FETÖ kumpası anımsatması, “tehlike” sözcüğündeki kastın içeride 15 Temmuz kalkışması gibi bir tarikat darbesi tehlikesi olduğunun kanıtı. Dışarıdaki “tehlike” sözcüğüyle de, Montrö’nün tartışmaya açılmasına karşı tavrın vurguladığı gibi, Boğazlar’ın önemini vurgulayan İkinci Dünya Savaşı gibi savaşlara gönderme yapılıyordu. Yani esas olarak bildiri, Montrö’nün tartışmaya açılmasının dış güvenliğimizi, tarikatların TSK’ye sızmasının ise iç güvenliğimizi tehdit ettiği ve son günlerde medyaya yansıyan fotoğraf ve haberler sonunda hem TSK’nin hem de Deniz Kuvvetleri’nin Atatürkçü ve Çağdaş Cumhuriyetten yana olan imajının zedelendiği ve bunlar karşısında kendilerinin rahatsız oldukları üzerine yazılmıştı. HHH Bildiri metninin bir darbe ile uzak veya yakın herhangi bir ilişkisi yoktu. Zaten bildiriyi hazırlayanlar, emekli olmuş amirallerdi; herhangi bir darbeyi gerçekleştirecek güçleri ve olanakları da yoktu. Üstelik Montrö doğrudan doğruya Deniz Kuvvetleri’nin, özellikle de burada komutanlık yapmış olanların, uzmanlık alanıydı. Bu konuda fikir belirtmeleri kadar doğal bir tavır olamazdı. Montrö konusunda zaten daha önce emekli büyükelçiler de bir bildiri yayımlamışlardı. Ayrıca bildiride atıf yapılan FETÖ kumpası, bütün TSK’yi darmadağın ederken, özellikle Deniz Kuvvetleri’ni hedef almış ve sonunda 15 Temmuz Başarısız Darbesine girişmişti. Bu açıdan tarikatçı bir amiralin medyaya yansıyan fotoğraflarının arz ettiği tehlikeye işaret etmeleri kadar doğal bir davranış olamazdı. HHH İktidar ve tetikçileri, bildirinin gece yayımlanmasını, “Yüce Türk Milletine” diye başlamasını ve “Aksi halde” diye başlayan cümleyi “darbecilik kanıtı” olarak ileri sürüyorlar. MHP Genel Başkanı, Twitter hesabından şu açıklamaları yapmıştır: “Muhtıra tarzında hazırlanarak gece yarısı servisi yapılan bildiride imzası bulunan amirallerin rütbeleri sökülmelidir. Emeklilik hakları kaldırılmalı, emekli maaşları kesilmelidir.” “Ayrıca 103 vesayetçi amiralin imzasıyla yayımlanan bildirinin arkası ve önü kararlılıkla araştırılmalı, bu rezaletin içinde kimlerin olduğu tevsik ve tespit edilmelidir.” Bütün iktidar mensupları, sözcüleri ve medyadaki tetikçileri sanki bir “Darbe girişimi” yapılmış gibi, “öküz altında buzağı aramakta” ve darbe karşıtı söylemlerle imzacı emekli amiralleri suçlamaktadırlar. Ankara Savcılığı da derhal harekete geçmiş, imzacıların bir kısmı evleri basılarak gözaltına alınmış, bir bölümü de savcılığa çağrılmıştır. Ayrıca dün yapılan bir açıklamada bu emekli amirallerin koruma ve lojman haklarının iptal edildiği de belirtilmiştir. HHH Seçmen desteğini kaybetmiş olan iktidarın, bu bildiri dolayısıyla, yeniden “mağduriyet edebiyatına” sığındığı ve hem gündemi değiştirmeyi hem de baskıyı artırarak muhalif seslere gözdağı vermeyi hedeflediği anlaşılıyor. Ama kimsenin artık bu edebiyata pek kulak verdiği söylenemez: 1) Muhalefet, olayı ciddiye almamış, iktidarın gündemi değiştirme çabası olarak değerlendirmiştir. 2) Demokrasiyi ve Hukuk Devletini savunan hukukçular, tarihçiler ve yorumcular, bildirinin ifade özgürlüğü sınırları içinde olduğunu, üstelik, emekli amirallerin kendi uzmanlık alanları içinde kaldıklarını belirtiyorlar. Muvazzaf bir devlet memuru olan Ayasofya İmamı’nın Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri arasında yer alan “laiklik ilkesini” kaldırmayı önerebildiğine ve hiç tepki almadığına dikkat çekiyorlar. HHH Medyadaki iktidar tetikçilerinin TSK içinde ve medyada yeni tutuklamaların yapılacağına ilişkin yazılar yazdıkları belirtiliyor. Dilerim ülke yeniden böyle bir felaketle karşılaşmaz! MONTRÖ NAMUSUMUZDUR, TESLIM OLMAYIZ… MUSTAFA HÜSNÜ BOZKURT Yüzyıllardır dünyaya ve dünya ticaretine egemen olmak isteyenler su yollarını denetim altında tutmak istemişlerdir. Çanakkale ve İstanbul boğazları da bu suyollarının en başında gelmektedir. Süveyş, Panama, Hürmüz, Cebelitarık gibi geçitleri denetim altında tutanlar dünyaya egemen oldukları gibi bu geçitlerde her zaman yapay devletçikler ya da üs noktaları oluşturmuşlardır. Emperyal güçlerin yapay üs bölgesi oluşturamadıkları tek su yolu Çanakkale ve İstanbul boğazlarıdır. Ulusal Kurtuluş Savaşı sonunda işgalcilerin geçici olarak tutundukları Boğazlar, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük askeri ve diplomatik dehası sonucunda tek kurşun atmadan 1936 yılında Montrö ile tamamen Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği altına girmiş bu sayede dünyanın gözünü diktiği Boğazlarımız sayesinde Karadeniz de bir barış gölü olarak kalmıştır. Büyük sorumsuzluk Boğazlarımızın stratejik önemini bilenler bu sağlam diplomasi kilidini parçalamak için daima fırsat kollamışlardır. Ne acıdır ki büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sinde söylediği gibi “harici bedhahlara” destek veren “dahili bedhahlar” daima olagelmiştir. Son olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı yönettiği Gazi Meclisimizin Başkanlık koltuğunda bulunan biri büyük bir sorumsuzlukla Montrö’yü tartışmaya açmış ve “tek adam” kararıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin bu antlaşmadan çekilebileceğini söyleyebilmiştir. Üstelik bu tartışma Çanakkale Zaferi’nin 106. yıldönümünü kutladığımız, kara savaşlarının başladığı günlerin yıldönümünde yaşanıyor. Bu sorumsuz ifadelere ne yazık ki siyasal partilerimiz, üniversitelerimiz ve ilgili kurumlar, ya yeterli tepkiyi verememiş ya da yeterince güçlü bir tepki göstermemişlerdir. Bu sessiz kalış karşısında ülkemizin dış politikasında yıllarca etkin ve belirleyici rol üstlenen emekli diplomatlarımız ile Montrö’nün önemini en iyi kavrayan emekli amirallerimiz son derece sorumlu ve bilgece bir tutumla ayrı ayrı bildiriler yayımlayarak bu ülkenin sahipsiz olmadığını bir kez daha dosta düşmana göstermişlerdir. Acı veren döngü Bu bildiriler gerekli etkiyi yaratmış ve Montrö’yü sorumsuzca tartışanlar paniğe kapılarak her zamanki “darbe”, “vesayet” söylemleri ile hukuk dışı saldırıya geçerek bildiri yayımlayan emekli amirallerimiz hakkında süratle gözaltı işlemlerine başlamışlar, ülkede yeniden bir baskı dalgası yaratmışlardır. Emekli diplomat ve amirallerimizin ellerinde şu anda bildiriyi imzaladıkları kalemlerinden daha güçlü bir silahları yoktur. Dünyada deniz kuvvetleri kullanılarak başarıya ulaşmış bir “darbe” de yoktur. Ankara’yı kuşatabilecek kruvazör ve destroyerler de daha icat edilmemiştir. Gözaltı kararlarını verenler kendi korkularınca kuşatılmışlardır. Daha dün denecek bir tarihte Karadeniz’de başlatılan Turuncu Devrimlere destek vermek için ABD donanmasının boğazlardan geçişine izin vermeyen amirallerimizin “Balyoz”, “Kafes”, “Amirallere suikast”, “Atabeyler” gibi kumpas davalarıyla nasıl tutuklanıp ağır cezalara çarptırıldıklarını unutmadık. Ne acıdır ki bugün boğazlarımıza sahip çıkanlar da yine aynı amirallerimiz, hakkında gözaltı kararları verilenler de aynı amirallerimizdir. Boğazlarımıza sahip çıkan amirallerimizin ve diplomatlarımızın yanındayız. Gözaltı işlemleri ve soruşturmalara derhal son verilmeli amirallerimize ülkeye sahip çıktıkları için teşekkür edilmelidir. Montrö Antlaşması namusumuzdur. TESLİM OLMAYIZ, OLMAYACAĞIZ...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle