23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 31 MART 2021 ÇARŞAMBA gorus@cumhuriyet.com.tr OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Türkiye ekonomisi ve kriz PROF. DR. DURAN BÜLBÜL Ülke ekonomilerinde en önemli unsur üretimdir. Üretim bir ülke ekonomisinin tüm dinamiklerinin sağlıklı gelişmesini sağlar. Bu bağlamda, katma değeri yüksek üretim yapan ülkelerin, fiyat istikrarı, ödemeler dengesi, büyüme ve kalkınma gibi sorunları olmaz ve sosyal açıdan da gelişmiş olur. Türkiye ekonomisi 20022008 arasında göreli olarak iyileşme trendi içerisinde oldu. Olma gerekçesi ise bu dönemde dünyada ciddi bir likidite bolluğunun yaşanmasıdır. Türkiye ekonomisi de bu durumdan olumlu etkilendi. Türkiye’ye ciddi bir spekülatif sermaye akışı oldu, böylece Merkez Bankası’nın döviz rezervleri arttı, bunun karşılığında TL basıldı ve faizler düştü. Düşen faizler borçlanma faizlerini azaltarak bütçe yükünü azalttı, ülke ekonomisi iyi yönetiliyormuş gibi göründü ve halka böyle sunuldu. Ekonomik gerçekler Üretken olmayan Türkiye ekonomisinde; sıcak para mekanizmasından iktidar yararlanarak ekonomiyi iyi göstermiş, kronik ekonomik sorunları olan ülkemizin dış krizlerle ve finansal bulaşma ile sorunları daha da derinleştirmiştir. Türk Lirası ciddi değer kaybetmekte, enflasyon artmakta, yüksek cari açık meydana gelmekte ve borçlanma giderek artmaktadır. Cumhurbaşkanının artan otoriterliği ve faiz politikasına ilişkin alışılmışın dışında fikirleri de krizin derinleşmesine yol açtı. Enflasyonla kolay kredi ve devlet bütçesiyle desteklenen inşaat sektöründeki patlamanın yarattığı ekonomik büyüme döneminin sonuna gelindi. Aslında Türkiye’nin kendi içinde çok ciddi yapısal sorunları olmasına rağmen öne çıkan ve krizleri daha da çabuklaştıran sorunlar, Suriye göçmenlerinin ekonomiye yük Siyasal iktidar, Türkiye ekonomisinde bir krizin olduğunu bir türlü kabul etmemektedir ve bu krizi de refah olarak anlatmaktadır. Ancak siyasal iktidarın bu tavrı, krizin daha da derinleşmesine neden olduğu gibi bu hamasi söylemlerle refah diye anlattıkları bu krizin önlenemeyeceği ve önlem alınmadığı takdirde sorumluluğun siyasi iktidarda olduğu da açıktır. olması, S400 krizi, dış siyasetteki ilişkilerin bozulması, Covid19 hastalığı, Merkez Bankası rezervlerinin negatif olması, Türkiye’ye yabancı yatırımcının güvenmemesidir. Türkiye ekonomisinin durumuna kısaca baktığımızda, kronik birçok sorunun yanında temelde iki yapısal sorun göze çarpmaktadır. Bunlardan birincisi üretimin dışlanması, diğeri ise inşaat sektörünü lokomotif bir sektör olarak gören çarpık zihin yapısıdır. Üretimin dışlanması tarımsal, sınai ve diğer tüm alanlarda dikkat çeken bir durumdur. Bununla birlikte, katma değeri yüksek sektörlerde üretim miktarı artırılamamıştır. Katma değeri düşük olan tarımsal üretim gibi alanlarda dahi hızlı bir şekilde gerileme ve çöküş yaşanmıştır. İnşaat sektörünün de lokomotif sektör olarak nitelendirilmesi, ayrıca üzerinde durulması gereken bir başka durumdur. Bu anlamda bir rol biçilen inşaat sektörü gerekli çevresel ve finansal analizler yapılmadan yürütülmektedir. Bu sayede suni talep yaratılmakta ve yaratılan bu suni talep yoluyla sınırlı düzeydeki tasarruflar da üretken olmayan projelere aktarılmaktadır. Sektörde kontrolün olmaması, analizlerden bağımsız gerçekleştirilen konut projeleri yoluyla emlak balonlarının oluşmasına yol açmakta, bu defa devletin piyasaya müdahalesi söz konusu olmakta ve faiz politikası, ekonomik gerçeklerin tam aksi şekilde yürütülebilmektedir. Ağır sürecin başlangıcı Söz konusu kronik sorunlar, daha ileri ekonomik sorunları da beraberinde getirmekte ve tabiri caizse krizleri kangrenleştirmektedir. Bu krizlerin tetiklenmesinde Merkez Bankası’nın bağımsızlığını yitirmesi önemli bir rol oynamıştır. Aslında, son yapılan operasyonla siyasi iktidar Merkez Bankası’nın bağımsızlığını tamamen kaldırdığını açıkça ilan etmiştir. Merkez Bankası bağımsızlığı, ekonomi literatüründe olmazsa olmaz bir kuraldır. Yukarıda belirttiğimiz iki temel sorun yanında diğer bir sorun ise Türkiye ekonomisinin gündelik siyasete malzeme yapılması ve bunun bizzat iktidar tarafından kullanılmış olmasıdır. Bugün Türkiye ekonomisinin bir kriz yaşayıp yaşamadığı tartışılmış olsa da Türkiye ekonomisi her alanda kronik ve yatay bir şekilde kriz yaşamaktadır. Döviz kurları, hissedilen enflasyon, döviz cinsinden kişi başına düşen milli gelir, işsizlik ve kapanan işyeri sayısı gibi unsurlar krizin varlığını göstermektedir. Krizin daha da derinleşip derinleşmeyeceği ise siyasetin tutumuna bağlıdır. Siyasal iktidar, iktidarının meşruiyet zeminine koyduğu kamu maliyesindeki geçmiş başarıları dahi yerle bir etmekte, sürecin aktörlerini ise kendisinden uzaklaştırma pahasına ekonomideki kumarını sürdürdüğünü sanmaktadır. Ekonomi politikaları, siyasal iktidarları aşan bir kimliğe sahiptir ve devlet politikası olarak değerlendirilmeli ve öyle bakılmalıdır. Ekonomi politikaları, gündelik siyasete alet edildiğinde ise etkileri tüm toplum tarafından hissedilir ve bunun sonucunda siyaset yerini başka bir sürece bırakmak zorunda kalır. Sonuçta bunun bedelini ülkemizde yaşayan yurttaşlarımız öder. Siyasal iktidar, Türkiye ekonomisinde bir krizin olduğunu bir türlü kabul etmemektedir ve bu krizi de refah olarak anlatmaktadır. Ancak siyasal iktidarın bu tavrı krizin daha da derinleşmesine neden olduğu gibi bu hamasi söylemlerle refah diye anlattıkları bu krizin önlenemeyeceği ve önlem alınmadığı takdirde sorumluluğun siyasi iktidarda olduğu da açıktır. Sonuç olarak bu durumun daha fazla sürdürülemeyeceği, yüksek kur ve düşük faizle de ekonomik istikrarın sağlanamayacağı ve sürdürülebilir olmayacağı bir gerçektir. Ancak talimatla çalışan mali sistemin düşük faiz, yüksek kur dayatmasının bedeli ise ekonomik olarak çok daha ağır bir sürecin başlangıcı olacaktır. Parlamenter sisteme dönüş ALEV COŞKUN Eski Adalet Bakanı, değerli hukukçu Prof. Dr. Hikmet Sami Türk, “Parlamenter Sisteme Dönüş için Anayasa Değişikliği” adını taşıyan son kitabını yayımladı. Etkin bir hukukçu olarak yayımladığı bu kitap, son yıllarda tartışılan bu konuda tam zamanında çıkmış bulunuyor. Bu çalışma yeniden parlamenter sisteme dönüş için gerekli olan anayasal değişiklikleri açıklamak amacıyla hazırlanmıştır. Kitap, Prof. Dr. Hikmet Sami Türk’ün bu konuda yazdığı bütün makaleleri bir araya topluyor. Özel seçki Anayasalar geniş bir uzlaşı içinde kabul edilirlerse kalıcı ve etkin olurlar. 1982 Anayasası’nın 70 maddesi değişmiş, kısmen ya da tamamen yürürlükten kaldırılmıştır. Prof. Türk, 2019 yılında Temel Yasa Anayasa (Yetkin Yayınları) adını taşıyan kitabından sonra siyasal yaşamda anayasa ve hukukla ilgili konu100. yılına doğru giden Cumhuriyet, yapılan son anayasa değişikliği ile köklü sistem değişimine uğratıldı. Rejim, katılımcı yönetimden çıkarılarak tek adam yönetimine dönüştürüldü. Demokrasinin temel ilkesi olan kuvvetler ayrılığı ortadan kaldırıldı. Bu sorun, bugün iç politikada çok sıcak tartışmaların konusudur. Bu nedenle Prof. Türk kitabını zamanında yayımlamış oluyor. larda, önemli makaleler yazdı. Değişik konularda Prof. Türk’ün yazdığı 100 makale bu kitapta bir araya toplanmış bulunuyor. Kitap, 7 bölümden oluşuyor. Bölüm başlıkları şöyle: l Anayasa ve Parlamenter Sistem l Hukuk Kaynakları l Siyasi Partiler ve Siyasi Mücadeleler l Devlet ve Kamu Yönetimi l Ulusal Bayramlar l Yargı Ceza ve İnfaz Hukuku l Yerel Yönetimler l Bankalar ve Finans Kuruluşları. Bu temel bölümler, kendi içinde alt ayrımlar taşıyor ve makaleler bu alt ayrımlarda yer alıyor. 524 sayfalık bu kitapta yer alan kimi önemli makaleler şöyle sıralanabilir: Parlamenter Sisteme Dönüş için Anayasa Değişikliği, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem, İstatistiklerle Anayasa Değişiklikleri, Yeni Anayasa Değil, Anayasa Değişikliği Yapmak Gerekir. Kitabın ikinci bölümünde temel hak ve özgürlükler konusu işleniyor. Basın özgürlüğü ve resmi ilanlar konusu bugünün güncel konularıdır. “Hukuk Kaynakları” bölümünde hukuk reformu çalışmaları üzerinde duruluyor. “Uluslararası Antlaşmalar ve Uygulama” bölümünde Ege adaları, Ege adalarının silahlandırılması ve işgali, Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Adana Mutabakatı konuları ele alınıyor. Değerli kaynak 100. yılına doğru giden Cumhuriyet, yapılan son anayasa değişikliği ile köklü sistem değişimine uğratıldı. Rejim, katılımcı yönetimden çıkarılarak tek adam yönetimine dönüştürüldü. Demokrasinin temel ilkesi olan kuvvetler ayrılığı ortadan kaldırıldı. Bu sorun, bugün iç politikada çok sıcak tartışmaların konusudur. Bu nedenle Prof. Türk kitabını zamanında yayımlamış oluyor. Değerli bir kaynak niteliğindeki bu kitap, son yıllarda ortaya çıkan hukuksal sorunları anlamamızda rehber olacaktır. (Prof. Dr. Hikmet Sami Türk, Parlamenter Sisteme Dönüş için Anayasa Değişikliği, Yetkin Yayınevi, 2021.) Türkiye, bilgi ve teknoloji yarışının neresinde? PROF. DR. MEHMET TOMANBAY UFUK ÜNIVERSITESI REKTÖR YARDIMCISI Türkiye, birçok alanda olduğu gibi ekonomik alanda da uzun zamandır plansızlık ve hedefsizlik hastalığından mustarip. Dünya özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerinde hayal bile edilemeyecek hızda gelişiyor. Teknolojideki hızlı gelişmeler ekonomik yaşamda da büyük değişim ve gelişmelere neden oluyor. Böyle bir dönemde plansız ve hedefsiz olmak, uygarlık yarışını kaybetmek demektir. Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün “Çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmak” hedefini gösterdiği Türkiye Cumhuriyeti için bilgi ve teknoloji yarışında geride kalmak, kabul edilebilir değildir. Acımasız rekabet Türkiye, bölgesinde lider ülke olmak istiyor. Dünya, “Dördüncü Sanayi Devrimi” çağına girdi. Günlük yaşam, güvenlik, eğitim, sağlık, üretim, ticaret gibi hayatın hemen her alanı yeni baştan biçimleniyor. Yapay zekâ gibi “Dördüncü Sanayi Devrimi”nin çok güçlü teknolojileri hızla yaşamımıza nüfuz ediyor. Bilgisayar ortamında bulunan bilgilerin yüzde 90’ı, son iki yılda üretildi. Ülkeler ve şirketler yeni bilgi ve teknolojileri hızla kullanıma sokuyorlar. Yapay zekâ 50 farklı göz hastalığını uzman göz doktorundan çok daha iyi tanımlayabiliyor. Şoförsüz, elektrikli toplu taşıma araçları birçok ülkede kullanıma girdi bile. Günümüz dünyasında güçlü olmanın en önemli kaynağı, ileri düzeyde bilgi ve teknoloji sahibi olmak. Bu olağanüstü hızlı gelişim ve değişimin farkında olan iddialı ülkeler, yeni bilgi ve teknolojilere ulaşabilmek için sert, acımasız bir rekabet içindeler. Rekabette öne geçmek için Dördüncü Sanayi Devrimi’ni hedefleyen planlarını hazırlayıp uygulamaya soktular bile. Çin “Çin Yapımı 2025”, Almanya “Sanayi Stratejisi 2030”, Avrupa Birliği “2030 Yılına Kadar Avrupa Sanayileşmesi İçin Vizyon”, İngiltere “Sanayi Stratejisi”, Japonya “Toplum 5.0” diye adlandırdıkları uzun vadeli stratejileriyle, güç ve söz sahibi olma yarışında geride kalmamak için belirledikleri ekonomik ve teknolojik hedeflere hızla ilerliyorlar. Bunlar dışında birçok sanayileşmiş ülke, özellikle OECD ülkeleri, benzer stratejileri uygulayarak Dördüncü Sanayi Devrimi’ni yakalamaya çalışıyorlar. Dördüncü Sanayi Devrimi Bu yarışta önde olan ülkeler, katma değeri yüksek ileri teknolojili ürün üretimlerini hızla artırıyorlar. İleri teknoloji içeren ürünleri üretip pazarlayan ülkeler, iktisadi kalkınma ve toplumsal refah açısından da öne geçiyorlar. Dördüncü Sanayi Devrimi, bu tür ürünlerin üretiminde getirdiği yeniliklerle yeni bir çağ başlattı. Maalesef Türkiye, bu alanda çok geride kaldı. Dünya Bankası verilerine göre Türkiye, 2019’da dünya ileri teknolojili mal ihracatı sıralamasında 108. sıradaydı. Toplam ihracatı içinde ileri teknolojili ürünlerin payı, sadece yüzde 3 idi. Bu konuda dünya ortalaması yüzde 21, OECD ortalaması yüzde 18. Kıyaslamak için birkaç örnek verelim: Brezilya yüzde 13, ABD yüzde 19, Fransa yüzde 27, Almanya yüzde 16, Rusya yüzde 13, Yunanistan yüzde 13, İsrail yüzde 23, Meksika yüzde 20, Malezya yüzde 52. Azerbaycan ve Arjantin bile bizden öndeler. Toplam ihracatlarının yüzde 5’i ileri teknolojili mallardan oluşuyor. Başka yol kalmadı Bölgesinde lider olmak isteyen Türkiye dünyada yaşanan hızlı değişimin farkına varmış görünmüyor. Dar, kısır siyasal çekişmelerle zaman yitiriyor. Merkez Bankası başkanlarını değiştirmek, seçimlerde taban desteğini yitirmemek için İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak, Gezi Parkı’nı İstanbul Büyükşehir Belediyesi mülkiyetinden alıp özel bir vakfa devretmek gibi kararlarla günü kurtarmaya çalışan hükümet, dünyadaki gelişmelerden, ülkemizin geleceğini planlamaktan her geçen gün uzaklaşıyor. Oysa bir an önce kendine gelmesi, akla ve bilime dayanan, demokrasi, hukuk ve insan haklarını önceleyen bir vizyonla, Dördüncü Sanayi Devrimi’ni temel alan bir yaklaşımla, geleceği planlaması, planlarını uygulaması gerekiyor. Ekonomik sıkıntıların aşılması, toplumsal refahın artması, toplumsal barışın yeniden tesis edilmesi için başka yol yok. Aksi halde Türkiye uygarlık ve çağdaşlık yarışını geri dönülemez şekilde kaybedeceği noktaya hızla yaklaşıyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle