23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
KÜLTÜR 13 18 ŞUBAT 2021 PERŞEMBE ‘Mizahçılık kamulaştırıldı artık herkes mizahçı!’ Mizahçılar için hem çok verimli hem de çok zor bir dönemden geçiyoruz: Baskı ve hukuksuzluk had safhada. Bu gibi dönemlerde yapılacak mizah, hem çok güçlü hem de çok güçtür! Siyasi karikatür yapanların başına her türlü şey gelebilir. Zaten yaşananlara baktıkça hiçbir şey gerçek değil, mizah gibi! YAZGÜLÜ ALDOĞAN Üstelik çok da ciddi rakipleriniz var: Başta ülkeyi yönetenler! Hele en büyüklerinin söylediklerine inanamıyor, şaka mı, espri mi, yoksa bizi niye aptal yerine koyuyorlar diye düşünüyoFotoğraf: Gülbin Eriş ruz. Ve tabii sosyal medyadan fışkıran genç ve yaratıcı mizah. Onlarla kimse baş edemiyor. İşte bu ortamda en iyisi mizahçılara soralım dedik, masal kitabı da ödüle aday gösterilen Behiç Behiç Ak Ak’la konuştuk: n Bir sanatçı, mizah çizeri, oyun yazarı, çocuk edebiyatı yazarı olarak olaylara nasıl bakıyorsun? Hukuksuzluk gerçekten en önem‘İKİ ÖDÜLE ADAY GÖSTERİLDİM’ li sorun. “Hukuk” gibi seküler kavramların yerine “vicdan” gibi, sübjektif kavramlar geçirilmeye çalışılıyor. Sekülerliğin yıpratılması, hukukun “vicdanlaştırılması” kamunun özelleştirilmesi gibi bir şey. Öte yandan “ilahiyat”ı “kutuplaştırıcı” hale dönüşn Geçen günlerde çocuk edebiyatı dalında çok önemli bir ödüle aday gösterildiğini öğrendik. Bu adaylık nasıl gerçekleşti, nasıl gelişecek, öncesi ve sonrasını anlatır mısın? Bu yıl iki ödüle aday olarak gösterildim: hem geleceğin yıldızları hem de çocuk ve gençlik edebiyatının geleceği için önemli adımlar atan isimler yer alıyor. ALMA’ya 2021 yılında 69 ülkeden 263 isim aday gösterildi. İkincisi, çocuk edebiyatının Nobetürmek isteyenler de onu özelleştiriIBBY (Uluslararası Çocuk Kitapları li olarak tanımlanan 2022 Hans Chrisyor. Onu araçsallaştırarak, çıkarları Kurulu) Türkiye temsilcisi olan ÇGYD tian Andersen Ödülü’ne de yazar daiçin kullandıkları pragmatik bir araç (Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği) lında aday gösterildim. Türkiye’nin çihaline dönüştürmek istiyorlar. tarafından yazar ve illüstratör dalında zer adayı ise usta sanatçı Mustafa DeOysa bugün ulaşım aracı bir otomo ALMA 2021 adayı. Ayrıca yazar Aytül lioğlu oldu. bil bile sadece bir “araç” değil, öyle değil mi? Aynı zamanda kültürel bir varoluşu var. Mizah, çok kapsamlı bir alan. Her söylenene laf yetiştirmekle sınırlı bir alan değil şüphesiz. Bir şifre kırıcı... Bu haliyle gizlenen gerçeğe bir yolculuk yapma olanağı sunuyor bize. Aptalların egemen olduğu bir dünyada sadece aptallıklara laf yetiştirmeye çalışarak yaşamak, insanı zeki Akal, usta sanatçılar Huban Korman ve Feridun Oral da Türkiye’nin ALMA 2021 adaylarından. ALMA (Astrid Lindgren Anma Ödülü), dünya çapındaki edebiyat kurumları tarafından aday gösterilen yazarları, illüstratörleri, sözlü hikâye anlatıcılarını ve okuma kültürünü destekleyenleri 2002 yılından beri ödüllendiriyor. ALMA listesinde hem dünya edebiyatının yaşayan efsaneleri İki yılda bir IBBY (Uluslararası Çocuk Kitapları Kurulu) tarafından çocuk edebiyatı alanında önemli ve kalıcı eserler vermiş olan bir yazara ve bir illüstratöre tüm eserleri ve yaşam boyu çocuk edebiyatına yaptığı katkılar dikkate alınarak verilen bu ödülün kazananları ise 2022’de açıklanacak. 1956 yılından beri düzenlenen Hans Christian Andersen Ödülü’ne 2022 yılında 33 ülkeden 62 aday gösterildi. ya da duyarlı değil, aptal ve duyarsız yapıyor ne yazık ki. oluşturması gerekiyor. Bu nasıl oluşaGerçek sonrası denilen bu çağda, tüm cak? Zaman gösterecek. yaşadıklarımız gerçek. Posttruth n Eskiden basında karikatürün yeyani gerçek sonrası dediri çok daha fazlaydı. ğimiz çağ, gerçek olmayan şeylerin bol bol olduğu bir çağ değil. Gerçekler yine yerli yerinde. Hayatın karikatürleşmesi o kadar hızlandı Birinci sayfada mutlaka bir siyasi karikatür olurdu, ben de onu çok severdim! Cumhuriyet Bu dönemde gerçeğin ye ki karikatür ona rine gerçek olmayanlar sahneye taşınıyor ve “Bakın artık hiçbir şey gerçek değil” mottosuyla seyirci kandıyetişemiyor adeta. Hayat adeta bir parodi haline dönüştürülmek rılmaya çalışılıyor sadece. isteniyor. Taklitçi, Kısacası “gerçek sonrası derinliği olmayan, çağ” kavramı “gerçek” bir sahici tartışmaların kavram değil. İnternet ortamıyla mizahın tepkisel yanı artık hız olmadığı bir hayat öneriliyor. Herkes bir gazetesinde yıllarca Turhan Selçuk, çok değerli karikatürler çizdi, köşe yazılarından çok daha fazla etkili oldu. Şimdi gazetemizde niye sürekli bir birinci sayfa karikatürü yok? Güncel kavramı değişti artık. Gün bir bikazandı. Yazılı basının bu şeyi ya da ideolojiyi rimse, bugün saatsel, hıza yetişmesi olanaksız. savunmak yerine dakikasal gibi kavramTepkisel olarak var olan taklit ediyor. “mizahçılık” mesleği artık lar kullanmak lazım. Her saat yazılı bir ga“kamulaştırıldı”. Artık herkes mizahçı. zete çıkarmak çok zor olurTıpkı herkesin fotoğrafçı olması gibi. du değil mi? Birinci sayfa kariAma sosyal medya ve internet orta katürünü saat başı değiştirmek geremının da yazılı basının derinliğinin kirdi. Ama bu gazetecileri korkutmaden yazılı basının oluşturduğu yepyeni kurgusal bir sahneye ihtiyaç var. Bu sahnenin seyircisi hazır ama sahne boş. Bu sahnede daha entelektüel, daha derin ve gerçeğin daha fazla peşinde olan “oyunlar” sahnelenmeli. Haber seçimi ve sıralanması da yorum ve analiz de bu “sahneye” göre yapılmalı. Haberlerin ve yorumların hiyerarşisi de sorgulanmalı. Bu yeni güncel, birinci sayfa karikatürcüsünü tekrar ortaya çıkarabilir. Yorum haberlere farklılık getirebilir. Bazen de algoritmalarla yönlendirilen sosyal medya çatışmaları, basına konu bile olmuyor. Sosyal medyanın duruşu, oluşturduğu kutuplaştırmaların ince analiz ve yorumlarını yazılı basından öğreneceğiz elbette. Oysa yazılı basın sosyal medyadan ayrışmayı bir türlü başaramadığı için onun eleştirisini yapmaktan uzak. Sosyal medyanın bir tekrarı gibi. Yazılı basın, savaşı şimdiden kaybetmiş görünüyor. Birçok gazete, bayi satışından değil, tıklanma sayısından medet yerini alması çok zor. Sanatın yerini sın. İnternet ortamına akan anlık ha umuyor ve bununla övünüyor. almasının çok zor olması gibi. O yüz ber seli, yazılı basını ya yok edecek ya Bu, mağlubiyetin zafer zannedilmeden farklı “medium”ların, birbirinden da özgürleştirecek. Nasıl yok edebile sinden başka bir şey değil. ayrışması gerekli. Basın, sosyal med ceğini biliyoruz ama nasıl özgürleştiSinemanın gelişmesi tiyatroyu ölyayı taklit ederek, onda çıkan tepkile rebilir? Soru bu olmalı. dürmedi. Tam tersi sonunda tiyatrori sayfalarına taşıyarak, çağa ayak uy Güncel gerçekliğin hep söylediğimiz nun şehrin merkezinde daha iyi bir durmaya çalışıyor ama bu olanaksız. ama göz ardı edilen bir yanı var. Gün yer kazanmasına neden oldu. Bunu Yazılı basının kendi derinliğini cel gerçeklik gerçeği gizliyor. O yüz unutmamalıyız. n Karikatürcülerin yazarlardan daha çok hedef tahtasına oturtulması, daha etkin olmalarından mı? Açıkçası iktidarlar, siyasi güçler karikatür sevmiyor, korkuyor. Geçen günlerde İzmir’de yapılan bir mizah etkinliğinde davet edilen yabancı karikatüristlerin katılacağı çevrimiçi oturum, muhafazakâr çevrelerin çarpıtması sonucu belediyeyi yıpratmaya kadar gidince iptal edildi. Karikatürü bu kadar düşmanlaştırmak, dini duyguların rencide ediliyor olması nereden, hangi korkudan çıkıyor? Hayatın karikatürleşmesi o kadar hızlandı ki karikatür ona yetişemiyor adeta. Hayat adeta bir parodi haline dönüştürülmek isteniyor. Taklitçi, derinliği olmayan, sahici tartışmaların olmadığı bir hayat öneriliyor. Herkes bir şeyi ya da ideolojiyi savunmak yerine taklit ediyor. Bir tür pastişler hapishanesinde yaşıyoruz. Karikatürün düşmanlaştırması muhafazakâr çevrelerden kaynaklanıyor dememiz isteniyor sadece. Gerçek değerleri muhafaza etmeyen ve edilmesine de karşı çıkan troller “muhafazakârlık taklidi yaparak” “meşrulaşmaya” çalışıyorlar sadece. “Boko Haram” gibi icat edilmiş bir başka tarafgirlik inşa ediliyor. Bu bildiğimiz bir mizah korkusundan farklı. Daha manipülatif bir şey. Bu tür yaratılmış çatışmaların arkasında “fikir” ya da “inanç” insanlarından çok “çıkar” insanları var, kanımca. Bir çocuk hikâyesi n Çocuk masalları yazmayı seviyorsun. Kitapların yurtdışında da çok seviliyor ve okunuyor. Bu ilgiyi neye bağlıyorsun? Kitapların en çok kaç yaşa hitap ediyor, hangi ülkelerde okunuyor? Çocuk kitapları yazıp resimlemeye 1980’lerin başında başladım. Hatta Cumhuriyet gazetesiyle de ilk ilişkim, yazıp çizdiğim, gazetenin çıkaracağı çocuk dergisinde yayımlanması düşünülen bir çocuk hikâyesiyle oldu. 1982’de. Ancak nedense sıkıyönetim bu derginin çıkmasına izin vermedi. Bu hikâye yayımlanmamış olarak kaldı. Daha sonra üçaltı yaş aralığında çocuklar için yazıp resimlediğim büyük resimli çocuk kitaplarını da Türkiye’de yayımlatamadım. Bir uluslararası sergiye katılan “Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı” adlı kitabım, Japonya’da sergilenince çok ilgi gördü ve büyük Japon yayınevleri kitaplarımı basmak istedi. Böylece ilk yaptığım çocuk kitaplarımı Türkiye’de değil, Japonya'da çıkarabildim. Bu kitaplar Japonya’da çok sevildi. En son Japonya’ya gittiğimde, benim kitaplarımı okuyarak büyümüş birkaç yetişkinle tanıştım. Çocuklarına da bu kitapları okutuyorlarmış. Çok sevindim. Daha sonra kitaplarım Türkiye'de de basıldı ve basılmaya da devam ediyor. Japonya, Çin, Almanya gibi ülkelerde kitaplarım yayımlanıyor. Ama son yıllarda Türkiye'de kitaplarım çok ilgi görüyor. O tabii ki en büyük mutluluğum. Üç yaşından başlayarak her yaşa hitap ediyor kitaplarım. Geçen hafta “2023’te Ay’a gideceğiz” haberi, gündeme bir bomba gibi düştü. Neredeyse her köşe yazarı Ay ile ilgili düşünü/görüşünü yazdı. Ben de bilimkurgunun babası, Ay’a Yolculuk’un yazarı, Wikipedia’ya göre dünyanın en çok okunan ikinci yazarı Jules Verne’i ve onun çok az bilinen, Osmanlı topraklarında geçen romanı İnatçı Keraban’ı yazacaktım ki, cumartesi akşamı Demir Özlü’nün İsveç’te yaşamını yitirdiği haberini duyunca, çok üzüldüm, Ay’a Yolculuk’u bırakıp İthaka’ya Yolculuk’un yazarı, Demir Özlü’yü anmak istedim. Demir Özlü, modern Türk edebiyatının “altın yılları” diye nitelenen 1950’li yıllarda yıldızlaşan bir yazar. Edebiyata, insana, kente bakışıyla; öykü, roman, gezi ve deneme kitaplarıyla edebiyatımızdaki yeri doldurulamaz. Aynı kuşaktan Özdemir İnce, salı günkü yazısında çok haklı olarak Demir Özlü’ye “Dünyadan korkmayan, kendine güvenen, komplekssiz; özgür, bağımsız, yaratıcı bir kuşak”ın öncüsü dedi ve arkadaşını çok dokunaklı anlattı. Eline sağlık. Ferit Edgü de onu “Düşünce olmadan edebiyat olmaz” ilkesini salar toplumu umutsuzluğa sürüklemişti. İşte 1980 öncesi böylesi çalkantılı yıllar geçiren Türkiye’de yaşamak zordu. Demir Özlü, önce İsveçli olan eşini ve oğlunu İsveç’e gönderdi. Sonra da kenAy’a Yolculuk’tan di gitti. Onu sürgüne gönderen neden, düşünceyi düşünceyle karşılamak İthaka’ya Yolculuk’a... yerine, silahla, şiddetle, kaba kuvvetle, saldırıyla karşılamak ilkelliğivunan bir yazar diye tanımlamıştı. Bu düşünce Özlü’ye göre, dünyaya başkaldıran, Sartre’ın öncülüğünü yaptığı varoluşçu düşünceydi. Bu düşünce, aslında toplumcu gerçekçiliğe karşı değildi, koşuttu ve edebiyatta bireyiinsanı konu edinen bir düşünceydi. Özlü, bunu yapıtlarında kendine özgü anlatımlarla biçimlendiriyordu. ni durdurmayan yönetime tepkiydi. Yönetim durdurmak şöyle dursun, kışkırtıyordu. Bunu Sürgünde 10 Yıl (Milliyet Yayınları, 1990) adlı kitabında şöyle yazar: “Bütün bu umutsuzluk içinde 19 Haziran 1979’da, Stockholm’a daha önceleri turist olarak birkaç defa ziyaret ettiğim, ama bir türlü ısınamadığım bu kente karımın ve çocuğumun yaUmutsuzluk yılları Türk edebiyatı güncel siyasetle, nına, orada altı aylık bir yaşama denemesi yapmaya, ben de gittim.” sosyoekonomik ve kültürel değişikliklerle yapılanıyor, usta yazar ve şairlerin çizdiği yolda ilerliyor, gelişiyordu. 1970’lerin sonuna geldiğinde Demirel’in azınlık hükümeti işbaşındaydı. Siyasal kamplaşmalar, suikastGönüllü sürgün Sürgünde 10 Yıl’ın bir başka yerinde “1979 yılı aralık ayında benim için, onca kalabalık, onca eğlenceli, aşkla, dostlukla, cinsellikle örülmüş bir cennet olan İstanbul bitti; yaşamımla İstanbul arasından akan nehri geçtim” diye bu gidişiyle üzüntüsünü, yitirdiklerini vurguladı. Demir Özlü, 1980 askeri darbesi yapılınca yurda dönemedi, vatandaşlıktan da çıkarıldı, on yıl gönüllü sürgün olarak orada yaşadı. 1989’da yurda döndü, ama aralıklarla İsveç’e de gidip geldi, başka ülkelere de yolculuk yaptı. Gittiği her yerde yurdunun özlemini çekti. İthaka’ya Yolculuk (Yapı Kredi Yayınları, 1996) adını verdiği romanında, bu sonu bilinmeyen o yolculuğu anlattı. Bu yolculuğun onu İthaka’ya, yani anayurduna götürmesini hayal etti. Gezdiği kentleri anlatırken önce birey olarak insanı ve sonra kenti oluşturan caddeleri, sokakları, kahveleri, pastaneleri, tiyatroları, otelleri her ne varsa onları anlattı. Çünkü kent onun için hem umut hem de umutsuzluktu. Amacı “Kim bilir. Bir gün... bu uzun yolculuğun sonunda kendi ülkeme döneceğim. Orada aydınlık, yıldızlı gecenin içinde, asmalar altındaki evimin kapısını açacağım. Yeşile boyalı tahta bir kapı. Kendi evimin kapısı” diyerek, evinin kapısını açmaktı. Ne yazık ki bunu yapamadı. Canım Demir Özlü... Canım Demir Özlü, Gülen yüzün, gülen cıvıl cıvıl gözlerinle... Her daim efendi ve babacan tavırlarınla... Tüm alçakgönüllülüğüne karşın soylu, asilzade duruşunla... İlk karşılaşmalarda bile yarattığın iyi insan, müşfik insan, iyi arkadaş, namusludürüstgüvenilir insan halinle... Seni ne çok, ne çok, ne çok sevmiştim, sevmiştik. (Bu “biz”in içinde bugün çoğu aramızdan ayrılmış olan Milliyet Sanat dergisi ekibi de var.) Öyle ya, bizler için sadece ödül üzerine ödül kazanan usta bir yazar değil, aynı zamanda mütevazı sanat dergimizin gönüllü muhabiriydin de... Haftanın yazısını yazıp yollamanı, uzak ülkelerdeki sanat olaylarını değerlendirmeni dört değil, bin gözle beklerdik... Her dost ölümü, bizi kendi ölümümüze yaklaştırdığı için mi, yoksa özlem, hasret ağır basacağı için, yani bencillikten mi bunca sarsıyor bizi, bilemiyorum Sevgili Demir Özlü. Sonsuzluğa göçtüğünün haberi geldiğinde, sanki daha dün konuşmuşuz, sanki İstanbul’da, Paris’te ya da Stockholm’de birlikteymişiz de biraz önce ayrılmışız duygusuna kapıldım. Bitmeyen zulüm Sonra... Sonra... Hatırladım... Önce gönüllü sürgünlüğünü... Sonra zorunlu sürgünlüğünü... Bu devletin kötülüğünü... Sana çektirilenleri... Dinmeyen, bitmeyen baskıları, işkenceleri, zorbalığı... 12 Mart’ta, 12 Eylül’de sana ödettirilen bedelleri. Türkiye İşçi Partisi’nin üyelerindendin, solcuydun... Askerlikte “sakıncalı piyadeydin.” 12 Mart’ta hedefteydin. Arkadaşın Osman İkiz hatırlattı yazısında: “12 Mart dönemindeki sıkıyönetim mahkemelerindeki savunmalarıyla ve ‘Burada Atatürk yargılanıyor’ diyerek avukatlık cüppesini çıkarıp fırlatma...” olayını… Aileni korumak için seçtiğin gönüllü sürgünlük, 12 Eylül’den sonra zorunlu sürgünlüğe dönüşecekti. Hakkında tutuklama kararı, pasaportuna el konulması, vatandaşlıktan atılman birbirini izledi. Adam öldürmedin, çalıp çarpmadın, şiddet, kötülük saçmadın, sadece yazdın. Yazarak bu ülkenin edebiyatına mal oldun. Bir de Türkiye, İstanbul ve dostlarının aşkıyla yanıp tutuştun! Sana ve nice yazara reva görülen bu zulmü nasıl bağışlayacağız? Nasıl affedeceğiz bu devleti? Nasıl sevebileceğiz bu ülkeyi... Bilmiyorum. Türkiye’ye dönebilme iznin 1989’un son günlerindeydi. Teşekkürler Bülent Ecevit. Varoluşçuluk ve imgeler Canım Demir Özlü, haberi aldığım an, üzüntümü ama daha çok öfkemi yatıştırmak için kitaplığıma uzandım. İlk kez 1958’de yayımlanan, çıkan ilk kitabını “Bunaltı”yı (bendeki 1987 Ada Yayınları’ndan çıkan) alıp yeni baştan okudum... Hiç unutmam, “Stockholm Öyküleri”yle Saik Faik Öykü Armağanı’nı kazandığında yaptığımız konuşmada bu öykülerle tanıklık etmek, çok resim çizmek, imge yaratmak istediğini söylemiştin. Canım Demir, bence her kitabının temelinde (roman, öykü, deneme, günlük vb.) varoluşçulukla imgeleme gücünü buluşturdun. Yazmak belki başlangıçta bir kaçış, bir sığınak, yaşama tahammül edebilmek sorunuydu ama giderek yaşamın anlamını aramaya, sorgulamaya ve hayatla yüzleşmeye dönüştü. Sonra... Sonra PEN Yazarlar Derneği’nin neferlerinden biri olduğunu anımsadım... Ve oturup şu satırları kaleme aldık. (Kayda geçsin diye paylaşıyorum.) Hoşça kal sevgili arkadaşım. PEN’den “Türk edebiyatının ‘1950 kuşağı’ diye anılan, ‘Bunalım edebiyatı’ diye tanınan akımın temsilcilerinden biri, değerli yazarımız Demir Özlü (19352021) sonsuzluğa göçtü. Demir Özlü, 50’lerde Türkiye’nin politik koşullarını sorgulayan, geleneksel kalıpları kıran, bunu bireysel varoluş sorunlarıyla harmanlayan; 60’ların varoluşçuluk, gerçeküstücülük, İkinci Yeni akımlarıyla besleyen bir kuşağın temsilcisiydi. Adnan Özyalçıner, Ferit Edgü, Nezihe Meriç, Leyla Erbil, Orhan Duru, Onat Kutlar, Erdal Öz, Bilge Karasu’ların kuşağı. Onlar edebiyatımızda modernist akımlara yol açtılar; öyküleriyle şiir dünyamızı etkilediler. Düşünceye dayanan, felsefeyle beslenen öykülerin, romanların yazarı Demir Özlü, 60’tan sonra kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin ilk üyelerinden biriydi. 12 Mart’ta yargılandı ve yaşamı boyunca ‘sakıncalı’ etiketini omuzladı. Uzun yıllar yurtdışında yaşasa da hep Türkçe yazmayı ve eserleriyle edebiyatımızı zenginleştirmeyi sürdürdü. Bu bağlamda kardeşler, Tezer Özlü’yü saygıyla anıyor; üyemiz Sezer Duru ile tüm edebiyatseverlere ve Dünya Yazarlar Birliği PEN’in gezegendeki tüm üyelerine başsağlığı diliyoruz.” PEN Yazarlar Derneği.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle