08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 24 EYLÜL 2020 PERŞEMBE [email protected] OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ÇAĞDIŞI KUVVET, LAIK CUMHURIYETIN DAMARLARINDA ÖLÜMCÜL YOLCULUĞUNU SÜRDÜRÜYOR Ortaçağın kıskacındaki Türkiye GANİ AŞIK E. CHP KAYSERİ MİLLETVEKİLİ/ E. MÜFTÜ “Atatürk” soyad, “Mustafa Kemal” isim olmaktan çok öte anlam ve derinlik içerir: Mustafa Kemal ilimdir, askerdir, felsefedir, sosyolojidir, tarihtir, akıldır, medeniyettir, antiemperyalizmdir, Anadolu’dur, bayraktır, Türktür ve saf İslamdır. Onun Müslümanlığı, kör ve nankör düşmanlarının ve siyasal İslamcıların idrak edemeyeceği kadar samimi, deruni, özlü ve köklüdür. SamsunAmasyaErzurumSivasAnkara güzergâhında ve savaş yılları boyunca her zor anında, yaveri ve çocukluk arkadaşına “ALLAH bizimledir, Cevad” diyen M.Kemal’in, Kurtuluş Savaşı boyunca da orduları her teftişe gittiğinde asker hafızlara Kuran okutması, okunan ayetleri derin bir huşu içinde dinleyerek, vatanının kurtulacağına olan inanç ve imanını tazelemesi, kirli vicdanlara olmasa da namus erbabına çok şey anlatır. Atatürk düşmanlığı, şahsında simgeleşen değerlerin tümüne de düşmanlık anlamına gelir, inkâr ve tevil edilse de... Osmanlı İmparatorluğu’nu Atatürk ve arkadaşları yıkmadı. Tersine, ayakta tutabilmek için verilen her görevi her cephede canını ortaya koyarak yerine getirdi, İsmet Paşa da öyle... Kurtuluşun ve kuruluşun bu iki büyük önderi, Osmanlı subaylarıdır ve devletlerine (Osmanlı’ya) asla ihanet etmemişlerdir. Onların soylu kanında ve duyarlı vicdanlarında ikiyüzlülük, kalleşlik ve ihanet yoktur. Halife Sultan (Vahdettin), koltuğunu kurtarma adına, Türk yurdunun emperyalistlerce paylaşılması utancına razı olmaktan da öteye buna destek vererek Mustafa Kemal ile yollarını kendisi ayırdı. 16. yüzyılda en güçlü devletlerden birisi olan Osmanlı’nın, 17. yüzyıl kapanırken 1699 Karlofça Anlaşması ile başlayan yenilgiler serisini, 1921’de Sakarya Meydan Savaşı’yla Mustafa Kemal durdurdu. Bizim İhvancı ve tarikatçı kafalara göre, ulusal tarihimizin bu önemli kavşağında (1919) Mustafa Kemal “Kurtuluş Savaşı’nı başlatmakla doğru, zaferden sonra Sultan Vahdettin’e tahtını geri vermemekle yanlış yapmış”. Eskiler böyle durumlardaki hayret ve şaşkınlıklarını “Yüce yaratanı her türlü noksanlıklardan ayrı tutmak” anlamında “Fesuphanallah” ifadesiyle ortaya koyarlardı. Bu isim de bir şarkımız da var. Osmanlı, Karlofça’da hız kesti Önemli ölçüde Alevi/Bektaşi nüfusa sahip Anadolu’da, Yavuz’un 1517’de Mısır’dan Hilafeti ve iki bin Eş’ari mollayı bu topraklara getirmesiyle Emevi din anlayışına benzer Sünnileşme hız kazandı. Ne var ki Türk halkı itikatta Arap Eş’arinin değil, daha çok Özbek bir Türk ve İmamı Azam ekolüne mensup olan İmamı Maturidi ( ö. 944 )’nin çizgisindeydi. Belli başlı kaynaklarda MaturiAtatürk düşmanlığı, şahsında simgeleşen değerlerin tümüne de düşmanlık anlamına gelir, inkâr ve tevil edilse de... Selefi dernekler, 24 Haziran seçimleri öncesi Erdoğan’a destek ziyareti yapmış ve “Demokrasiye inanmıyoruz ama oylarımız Erdoğan’a” açıklamasında bulunmuştu. di ve Eş’ari’nin Allah’ın ezeli kelamı, sıfatları, rüyetullah (yaratanın görülmesi) ve kulun fiilleri konularında birbirine yakın görüşlere sahip olsalar da imam Maturidi’nin rasyonel bir öze sahip olan Mutezile’ye daha yakın olduğu, akılla nakli dengelediği kabul edilir. Sultan Yavuz’la birlikte Anadolu İslamı yeni bir evreye girerken ilginçtir, Martin Luther, Almanya’da kilisenin kapısına “Bundan böyle Papa’nın buyruklarına uyulmayacağını” ilan eden ve büyük Fransız İhtilali’ne giden yolu aydınlatan manifestosunu asmıştı. O günden bugüne uygarlığın makası hep aleyhimize açıldı. Çünkü medreselerden, akıl, mantık, matematik, fen ve felsefe kovularak müspet ilmin aydınlık penceresi kapatıldı, milli bilinç köreltildi ve medeniyet iklimi zehirlendi. İmam Gazali ve Ebus Suud, aklın yaşama yön vermesini önceleyen felsefeyi sapıklık ve felsefecileri kâfir ilan ettiler. Şeyhülislam, ulema, kadılar ve müftüler, müspet ilimleri doğmadan boğarken, medreselerde akıl, bilim ve fen ile bağını kesen eğitim, bolca ham sofu üreterek, reel yaşamdan kopuk, kaderci bir toplum üretti. Timurlu, Memlüklü ve Osmanlı’yı, yenilik düşmanlığı ve tarikatlar çökertti. Şimdi de Cumhuriyeti çökertmek istedikleri gibi... Batı karşısında ilim, eğitim, askerlik, sanayi, teknoloji, üretim ve ticaret alanlarında yenik düştüğünü geç fark eden Osmanlı’yı ne Tanzimat, ne Islahat Fermanı ve ne de 1. 2. Meşrutiyetler kurtarabildi. Din bilgilerini “ilim” sanan ve çağına yabancılaşan devletlerin tümü tarih sahnesinden bir yıldız gibi kaydılar. Osmanlı’nın topuna ve ateşli silahlarına yenik düşen Safeviler ve Memlüklüler, Sultan Yavuz’a “Sünnete aykırı savaştın” dediler. Onlar, kılıçkalkan ve ok kullanmışlardı. 16. yüzyılın güçlü Osmanlısı zamanla, yenilgiye uğrattığı devletlerin düzeyine indi ve dağıldı. Cumhuriyetin, Osmanlı’yı yıkan cehaletten arındırılarak, ilim ve çağın değerleri üzerinde inşa edilmesinin ulvi ve akılcı nedeni de ulusumuzun ve devletimizin ebediyete kadar payidar olmasını güvenceye almak içindir. Devletin İhvan ve tarikatlar arasındaki uyumlu paylaşımı ise Cumhuriyeti yıkmak içindir. “Aynı menzile gidiyoruz diye FETÖ’ye yardım ettik” sözü, Sayın Erdoğan’a aittir. Cumhuriyet tarikatların sarmalında Bilim insanlarının ciddi araştırma sonucu ulaştıkları veriler ürkütücüdür. “Türkiye’de, 30 tarikat silsilesi ve bunların 400’ü aşkın kolu var. İstanbul ve Güney Doğu ağırlıklı 800’den fazla medrese faal durumda. Tarikatların kontrol ettiği çocuk sayısı bir milyon civarında “(14 Eylül 2020 Cumhuriyet, Prof Esergül BALCI). Bu bulguların dışında, sayıları on binleri bulan tekke, dergâh ve kursta, kız ve erkek çocuklar, “dinini öğreniyor” maskesi altında zehirleniyor, iğfal ve istismar ediliyor. Büyük kentlerdeki her gökdelenin altında yuvalanan hücre evler dışında, Diyanet’in değişik isimler altında açtığı binlerce kursta neler olupbittiğini bilen yok. Sözün özü, çağdışı kuvvet, laik Cumhuriyetin kılcal damarlarından beynine doğru ölümcül yolculuğunu engelsiz sürdürüyor. Bu bağlamda asıl düşündürücü olan Sayın Milli Eğitim Bakanı’nın, uhdesinde ve sorumluluğunda olan yönetim erkini, amacı eğitim yolu ile toplumu çürüterek devleti yıkmak olan vakıf, dernek ve kurumlarla paylaşabilmeyi nasıl içine sindirebildiği, tarihin hakkındaki şaşmaz hükmünü neden umursamadığı ve akşamları başını yastığa huzur içinde nasıl koyabildiğidir ki kendisi laik Cumhuriyetin çağdaş okullarında profesör olabilmiştir. Suna Kıraç ve ardında bıraktıkları Atatürkçülük ve sosyal demokrasi 5 Yirmi birinci yüzyılda, gerek dünyada gerek Türkiye’de Sosyal Demokrasi yeniden tartışılmaya başlandı. Bu tartışmanın ardında yatan asıl neden, Sovyetler Birliği’nin çökmesiydi ama bu çöküşten sonra ortaya çıkan kapitalizmin büyük krizleri, Radikal Siyasal İslamın ve Emperyalizmin saldırıları, mevzii savaşlar ve özellikle Ortadoğu’dan başlayan göç dalgası, ABD’de ve AB’de ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını körükleyince, otoriter eğilimler ve Faşizm tehdidi yeniden ortaya çıktı ve bu tehdide karşı yeniden Sosyal Demokrat politikalar gündeme geldi. Hiç kuşkusuz, Türkiye’deki güncel ideolojileri etkileyen kaynakların başında Mustafa Kemal Atatürk ve O’nun ideolojisi vardır. Bu bağlamda, bugünlerde kendilerine Atatürkçü diyenlerle ile kendilerine Sosyal Demokrat diyenlerin, birbirlerini düşman ilan etmeleri bana pek doğru gelmiyor. Çünkü Türkiye’deki Sosyal Demokrat İdeoloji, Ecevit’in başlattığı “Ortanın Solu” hareketinden kaynaklanan bir biçimde, (benim de katıldığım bir çalışmayla) doğrudan Atatürkçülük üzerine inşa edilmiştir. HHH 12 Eylül askeri darbesi ve onu izleyen cunta dönemi, iki ideolojiyi mahvetmiştir: 1) Cuntacılar, karşı çıkıp lanetleyerek, CHP’yi (öteki partilerle birlikte) kapatarak, Ecevit’i yargılayarak Sosyal Demokrat ideolojiyi ve Sosyal Demokratları hain ilan etmiş, bütün demokratik örgütleri ezmişlerdir. 2) Yaptıkları baskıları işkenceleri, Kürt kimliğinin inkâr edilişini, Anayasa’ya zorunlu din derslerinin konulmasını, Gülen Cemaati’nin önünün açılmasını, YÖK’ün kuruluşunu, idamları, Atatürk’ün vasiyetinin bile ihlal edilmesini ve daha birçok yanlışı, Atatürk adına yaptıklarını ilan ederek, Atatürkçülüğü zedelemişler, pek çok kişinin Atatürkçülükten soğumasına ve karşı tavır almasına yol açmışlardı. O sırada bizzat bana, “Komünist ol, Sosyal Demokrat olma” diye uyarıda bulunulmuştu. Cuntacılar, Ecevit’in “12 Mart 1971 darbesi bana karşı yapıldı” diyerek Sosyal Demokrasiyi iktidara taşımasını unutmamışlardı. HHH Atatürkçülük ile Sosyal Demokrasi ilişkilerine bakıldığında ortada üç farklı görüş bulunduğu anlaşılmaktadır: Birinci görüş, kendilerine “İkinci Cumhuriyetçiler” denilen bazı yazarların Atatürkçülüğü temelden reddeden yaklaşımdır. Bunlar Atatürkçülüğü Demokrasi karşıtlığı olarak düşünmektedirler. İkinci görüş, Sosyal Demokrasiyi Atatürkçülükten sapma, hatta Atatürkçülük karşıtlığı olarak gören yaklaşımdır. Bunlar Sosyal Demokrasiyi, Emperyalizmin Türkiye’ye karşı maskeli saldırısı olarak görenlerdir. Üçüncü görüş, Atatürkçülük ideolojisinin bugünkü Demokrasinin ve Sosyal Demokrasinin ulusal kökleri arasında olduğunu düşünen yaklaşımdır. Bunlara göre, Sosyal Demokrasinin güncel zaafları, ancak Atatürkçülük yolu ile aşılabilir; buna karşılık Atatürkçülük de “Fırsat Eşitliği”, “Sosyal Adalet” gibi Sosyal Demokrat katkılarla bugünkü Türkiye’nin koşullarına daha iyi uyarlanır. Ne yazık ki birinci ve ikinci görüşler varlıkları ve tezleriyle birbirlerinin yanlışlarına atıf yaparak, bugünkü zamansız Atatürkçülük tartışmalarını körüklemektedirler. Ben üçüncü görüşten yanayım: 1961 Anayasası, Atatürk Cumhuriyeti’ne Sosyal Demokrat ideoloji ile yeni bir kan vermiştir. HHH Son günlerde CHP’nin Atatürkçülükten saptığını öne sürenler ve AtatürkçülükSosyal Demokratlık tartışmalarını köpürtenler hem CHP’nin hem Millet İttifakı’nın hem de kendiliğinden oluşan Demokrasi Cephesi’nin gücünü, Atatürkçülük tartışmalarıyla zayıflatıyorlar. Oysa biraz sabretseler, şu Demokratik Rejimi yeniden bir kurabilsek, ondan sonra herkes kozunu çok daha rahat paylaşacaktır. HHH Bugünkü sorun, 1961 Anayasası’nın getirdiği ve son 50 yıl içinde tahrip edilen Çoğulcu, Özgürlükçü, Bağımsız, Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden kurmaktır. Atatürkçülük ve Sosyal Demokrasi tartışmalarıyla kaybedilecek zaman yoktur... Önce, her şeyden önce Demokratik Laik ve Sosyal Hukuk Devleti yeniden tesis edilmelidir! PROF. DR. YAKUT IRMAK ÖZDEN ATATÜRK KÜLTÜR VAKFI BAŞKANI Suna Kıraç, gençlik, eğitim ve sanat ağırlıklı kurumların güçlenmesine destek verirken, desteğe gereksinim duyan diğer kesimleri de ihmal etmedi. Kısa bir süre önce yitirdiğimiz değerli ve ne yazık ki çileli insan Suna Koç Kıraç’la ilgili en eski anım yaklaşık altmış yıl önceye dayanıyor... Ben Cenevre Devlet Lisesi fen bölümünden okulun ilk ve tek kız öğrencisi olarak henüz mezun olmuşum, yıllar sonra Halkçı Parti’den milletvekili seçilen rahmetli ağabeyim Sabri Irmak Cenevre Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenci, babam Sadi Irmak kısa bir süre için yanımıza gelmiş... Bir gün, bir işi gereği Cenevre’ye gelmiş olan Vehbi Koç babamı arayıp kaldığı otele davet ediyor. Suna Kıraç Film sahnesi gibiydi İkisi aynı kuşağın insanları: Vehbi Bey 1901, babam 1904 doğumlu ve babamın devlet yönetiminde yer alarak çalışma bakanlığını ve (daha sonra SSK’ye dönüşen) İşçi Sigortaları’nı kurduğu 1945’li yıllardan iyi tanışıyorlar... Bu yolculuğunda Vehbi Bey’e kızı Suna eşlik etmiş.. O da Arnavutköy Kız Koleji’ni henüz bitirmiş, ince, zarif bir genç kız. Vehbi Bey bilinen, kendine özgü tevazuu ile Cenevre’nin Leman Gölü’ne bakan şık ve ünlü otellerinden birinde değil, şehrin tren istasyonunun karşısında, orta halli bir otelde kalmayı tercih etmiş.. Otelin küçük lobisinde bir akşam üzeri buluştuk. O anlar hâlâ bir film sahnesi gibi gözümün önünde: Vehbi Bey babama cebinden çıkardığı çok şık bir mataradan viski ikram ediyor, biz üç genç yan masada gülerek, söyleşerek çayımızı yudumluyoruz.. Önlerindeki, henüz yaşanmamış yıllara bin bir umutla bakan üç genç insan.. Bugün o beş kişiden hayatta kalan tek insan olarak bu özel günü özlemle anıyor ve bu anımı okurlarımla paylaşmaktan mutluluk duyuyorum. Gençlik, eğitim ve sanat Daha sonraki yıllarda Suna Kıraç’la yolumuz değişik vesilelerle kesişti. Kendisi yeğenlerimin annesinin en yakın arkadaşlarından biriydi ve dostlukları ortaokul yıllarından başlayarak ömür boyu devam etti. Yeğenim Merve Irmak’ın da nikâh şahidi olduğunu hatırlıyorum. Ülkemiz sanayi burjuvazisinin ilk temsilcilerinden olan Koç ailesinin önde gelen bir üyesi olarak Suna Kıraç, toplumun kendilerine kazandırdıklarının bir bölümünü topluma yararlı kurumlar oluşturarak ya da var olanlara destek olarak ülkesine iade etmeyi bilen bir insan oldu. Oluşturduğu ya da güçlenmesine destek olduğu kurumlar arasında en çok gençlere yönelik, eğitim ve sanat ağırlıklı olanların adı geçmekte.. Ama toplumun desteğe gereksinmesi olan bir diğer kesimi de yaşlılarSuna’nın ilgi alanının dışında kalmamıştı. Nitekim, 1991 yılında, o dönemin İstanbul Belediye Başkanı olan Prof.Dr. Nurettin Sözen’in büyük desteğiyle, rahmetli eşim Cahit Özden’le birlikte kurduğumuz Darülaceze Vakfı’nın ilk mütevelli üyeleri arasında Suna ve İnan Kıraç da yer almışlardı. Vakfımız, o tarihlerde, gerçekten onarılmaya ve güçlendirilmeye büyük gereksinimi olan tarihi Darülaceze kurumunun tepeden tırnağa yenilenmesini sağlamıştı. Bu vesileyle de Darülaceze kurumunda barınan yaşlılarla orada sıcak bir yuvaya kavuşan, sahipsiz 06 yaşındaki yavrular adına, Suna Kıraç’ı sevgi ve rahmetle, eşi İnan Kıraç’ı da saygı ve minnetle anıyorum. CUMHURİYET KİTAPLARI’NDA YENİ ÇIKANLAR Turan Karakaş’tan, insanlar ve hayvanlar tarafından hep alay edilen keçi ve ona öğüt veren kayanın hikâyesi... 25 TL 15 TL
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle