28 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 gorus@cumhuriyet.com.tr 14 TEMMUZ 2020 SALI EDİTÖR: ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR TASARIM: SERHAN EREN OLAYLAR VE GÖRÜŞLER KAMBURU ATMAK FERRUH TUNÇ ŞAİR YAZAR Birinin yüzünde bir sivilce çıkar, günlerce mesele edinir. Bense sırtımda bir kamburla yaşıyorum... Sözcüğü sözcüğüne aynı değilse de bu ifade otuz kırk yıl önceden öykücü Necati Tosuner ile yapılan bir söyleşiden aklımda kaldı. O ve onun gibi nice yazarlarımız var; “edebiyle” yaşıyor ve yazıyorlar, fakat biz yeterince izleyemiyor, etkileşemiyoruz onlarla: Dirsek atma ile sırt sıvalama dışında, birbirimizden haberdar olacağımız, yüreklendireceğimiz ve bir o kadar zorlayarak, birbirimizi geliştireceğimiz bağları ne piyasalar ne dergiler ne festivaller sunuyor çoktandır edebiyat dünyasındaki bizlere. Sanırım bunun en önemli nedeni edebiyatla sınırlı olmayan, onu da içeren bir “bağlam yitimi”. Bizi biz yapacak; birbirimizle ilgilenme, birbirimizi merak etme ve sevme dayanağı da olacak; kendimizi, ilgimizi, dünyalarımızı kapsayıp, genişletirken birbirine bağlayacak olan “etkileşim” eksikliğini ben buna bağlıyorum. Bu öyle önemli ki, varlığı bizi hafifletecek olanın yokluğu, sırtımıza birilerinin git gide ağırlaşan bir yük bindirmesine neden oluyor: Otoriterlik, hoyratlık, bayağılık, değerbilmezlik, kibir ve küstahlıktan oluşan kamburumuz günden güne irileşiyor. Yeni bir çağ kırılması Bretton Woods düzeninin yıkılmasını milat alabileceğimiz bir çağın yeni bir kırılmaya ya da milada dayandığı zamanları yaşıyoruz: Doların altın karşılığı olmaktan çıkmasıyla akışkanlık ve keyfilik kazanan sermaye, dünyayı kuşatıp nefesini keserek seçeneği olan reel sosyalizmi de yok ettikten sonra, eksikleriyle, yanlışlarıyla da olsa, eskiden insanların bir kısmını bütünleyen, etkinleştiren, umutlandıran insani paradigmaları, mantalite ve dünya görüşlerini de öldürdü; yerine neoliberal ekonomizmi, pragmatik felsefeyi, tekniğe hizmet eden bilimi, imansız dini koydu. Bunları reddeden sanatı ise sözüm ona muhalif, nihilist bir estetizmin kucağına iteleyerek insanlığın en büyük umudu ve dayanağı olan sezme ve duyma gücünü; kurduğu gönüllü kölelik, öğrenilmiş çaresizlik, habersiz sömürü, yalandan özgürlük düzenini tehdit eder olmaktan çıkardı. Aydınlanma, ulusal kurtuluş, yeniden kuruluş ve sosyalizm çağlarının birçok nedenle kesintiye uğrayan diğerkam, eşitlikçi, barışçı, enternasyonalist ve yurtsever sanatının yerine kolonyal me Neoliberal globalizm, ülkelerin yaşamlarını alt üst etti, Kardeşi kardeşe düşürdü. Sağlığı, eğitimi, ulaşımı, taşeronlaştırdı; ulusal varlıkları uluslararası sermayeye devretti. denileştirme dönemi ile kullandığı yöntemler dışında özde benzer olan oryantalist, Batı merkezci, emperyal muhayyileyi tehdit etmekten uzak, sosyal ve insani gelişim alanları dışında temalara sürgün edilmiş bir sanatı teşvik etti. Uygulaması çöken sosyalizmin, aslında onun bir türü olduğunu ve bir türe indirgenemeyecek sosyalizmin aslında sanatsal bir tahayyülün ürünü olduğunu, bu tahayyülün kendisi için en büyük tehlike olduğunu hiç kuşkusuz biliyordu; bu yüzden, kurulu düzenle hesaplaşmak dışında her şeyi yapmakta özgür yeni bir sanat kurumu, bununla birlikte bir edebiyat yaratmaktadır diyebiliriz neoliberal globalizm. Neoliberal kamuflaj Bir çocuğun oyun tepsisi gibi kıtaların, bölgelerin, ülkelerin yaşamlarını alt üst etti, saray erbabının av partilerini andıran kitlesel cinayet partileri düzenledi. Kardeşi kardeşe düşürdü. Sağlığı, eğitimi, ulaşımı, taşeronlaştırdı; kamusal hizmetleri sermayesi olanın nemalanacağı kamuözel ortaklığı yaftalı yeni düzeneklere devretti. Ulusal varlıkları uluslararası sermayeye devretti. Var olan her şeyi finansallaştırarak küçük tasarrufçuyu bir at yarışı oyuncusuna çevirdi. Cemaatçiliği şirketokrasi destekli sivil toplumculukla, etnikçiliği kültürel haklarla bocaladı. Uygarlığı, cinsiyet ayrımcılığına karşı olmak ve cinsel tercih özgürlüğüne saygı duymakla sınırladı. Mutluluğu, hedonist bir iyi hissetme haline, insanı bir tüketici olmaya indirgedi. “Mangıristan” liberalizmini, “kazino kapitalizmi”ni, demokratik, eşitlikçi, bütüncül kamusal bir gönenç arayışının yerine koydu; onu, sistemin tekelci kapitalist, emperyalist makine dairesini örten bir kamuflaj olarak kullandı. Ülkemiz, halkımız, dinimiz Bağlam yitiminden kurtulmak üzere, onun bizi sürdüğü ya da gönüllüsü olduğumuz nihilist estetizmden kurtarmalıyız. Etnik kimlik, coğrafi alan, kültürel haklar, cinsiyet ayrımcılığı gibi çok önemli konulardaki duyarlığımızı daha büyük paradigmalara taşımalıyız. Sırtımızdaki kamburları atmalıyız. Diktatörleri halkının ve ülkesinin üstüne değil, siyasal mezarlarına devrilecek şekilde tahtlarından indirmeliyiz. Bugün hâlâ en büyük ve değerli varlığımız ülkemiz, halkımız ve dilimizdir. Geçmiş bir masala dönüşmeyecek, yarın ulaşılmaz bir düş olarak kalmayacaksa öykümüzdeki bu dağılmayı, şiirimizdeki bu kendi kendine yeten kapalılığı, romanımızdaki onu sığlaştıran zanaat ve kestirme sanatçı olma hevesini terk ederek bizi, anlaşmazlıklarımızı belirginleştirerek ortaklıklarımızı çoğaltacak, böylelikle bir üst yaşam deneyimine taşıyacak yollar arayıp bulmalıyız. Bu bağlam yitimini durdurmalı, bizi etrafında toplayacak, bizi yeniden yaratacak sanatın yolunu açmalıyız. Söze girerken değindiğimiz söyleşideki öykücü Tosuner, doğuştan ve tedavisi mümkün olmayan bir kamburu taşımaktan söz ediyordu ve bunun sırttan mental olarak atılabileceğine getiriyordu sözü. Bağlam yitimimiz doğuştan değil, bu yüzden sırtımızdan atmak daha da kolay olsa gerek. Yoksa şimdiki sivilcelerimiz bile kamburlara dönüşebilecek. Gençlik ve ötesi: Ne yapmalı? PROF.DR. YAKUT IRMAK ÖZDEN Türk dilinin büyük ustası Nâzım Hikmet (yanlış hatırlamıyorsam Küba’da) izlediği bir uluslararası gençlik kongresi vesilesiyle katılımcıları şöyle tanımlamıştı: “Gelmiş dünyanın dört bir ucundan/Ayrı diller konuşur, anlaşırız/Yeşil dallarız dünya ağacından / Gençlik denen bir millet var, ondanız”’ Hepimizin bildiği gibi, her konuda gözlerini ve aklını bulunduğu noktadan çok ilerilere çevirerek yaşayan Atatürk, ulusal egemenliğimizi çocuklara armağan ederken, bağımsızlığımızı da gençlere emanet etmekteydi. Hangi gençlik? Bugün, aradan geçen yüz yılı aşkın süre ve üçdört kuşak sonra, aklımıza ister istemez şu sorular geliyor: Hangi gençlik? 1915’te tüm geleceklerini yok sayarak, İstanbul Erkek Lisesi ve İstanbul Tıp Fakültesi derslerini terk edip Çanakkale’ye gönüllü olarak ölüme giden çocuklarımız mı? Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal’e bile kafa tutmayı göze alan Tıbbıyeli Hikmet mi? İnançları uğruna darağacına yürüyen fidanlarımız mı? Yoksa, yirmibirinci yüzyılın ortasında, beyinleri hâlâ “düşünme, inan” diyen bir eğitimle baskılanmış olan gençlerimiz mi? Ya da ülkemizin koşullarından bunalıp, çözümü daha gelişmiş bir ülkede arayanlar mı? Hele yaşamdan, bütün beklentileri her alanda teknolojinin son ürünlerini sahiplenebilmek ve alabildiğince çok tüketebilmek olanlar mı? Bundan birkaç yıl önce İstanbul’da Taksim Meydanı’nda bir Fransız dostumla birlikte yürürken kendisi bana Fransız nüfusunun hızla yaşlanmakta olduğundan söz ediyordu. Bir ara meydanı arşınlayan (çoğu gençlerden oluşan) kalabalığa bakarak, “böyle genç bir nüfusla neler yapılmaz ki!” demişti. Evet, diye düşünmüştüm, ama hangi ve nasıl bir eğitimle? Cumhuriyetin ilk yıllarında gençlerimizin, dolayısıyla ülkenin geleceğinin biçimlenmesinde en büyük paya sahip olan eğitim sistemi oluşturulurken, üç temel ilkeden yola çıkılmıştı. Eğitim: a)milli, b)laik ve c)karma, olmalıy dı... Ne yazık ki, en iyi niyetlerle, tüm gençlere olabilecek en çağdaş eğitimi sağlamak umuduyla çıkılan bu yolda pek çok engelle karşılaşıldı ve nice sapma yaşandı.. Önce Köy Enstitülerinin kapatılması, ardından çok kısa bir zaman aralığına sığan büyük bir nüfus artışı ve kentlere göçle, sunulan hizmetlerin kapasitesini çok aşan, ilkokuldan üniversiteye kadar her eğitim kurumunun kapısını zorlayan çocuk ve genç nüfus.. Derken eğitimi gerici baskılarla yönlendiren siyasal tercihler.. Ne yazık ki, geldiğimiz nokta, Cumhuriyetin ilk yıllarında çizilen yol haritasından oldukça uzaklarda.. Ve yaşlılar Dünyanın hemen hemen her yerinde, farklı kuşaklar arasında uyumsuzluk ve anlaşmazlıkların olması doğal karşılanmıştır. Burada aklıma, 1990’larda çok moda olan, değerli sanatçı Orson Welles’in etkileyici sesiyle dile getirdiği şarkıda, yaşlı bir insanın bir gence hitap edişi geliyor: “Ben genç olmanın ne olduğunu biliyorum, ama sen yaşlılığın ne olduğunu bilmiyorsun” ..Ama acaba yaşlılıktan “zamane” gençliğine doğru bakıldığında, görüntü her dönemde böylesine uzak ve karmaşık mıydı? Bu soruyu ülkemiz özelinde yanıtlamaya çalışalım.. Türkiye Cumhuriyeti’nin, küllerinden doğarak içinden çıktığı Osmanlı İmparatorluğu’nun temel özelliği durağan (statik) yapısıydı. Böyle bir yapıyla, Batı’nın özellikle Rönesans ve Reform’la başlayan, daha sonra sanayileşme ve kentleşmeyle belirginleşen değişme sürecinin uzağında kaldı. (Nitekim, Cumhuriyete geçişin ilk yıllarında, toplam nüfusumuzun hâlâ yüzde yetmiş beşi köylerde, yalnızca dörtte biri de her türlü yenilik ve değişimin beşiği olması beklenen kentlerde yaşamaktaydı.) Batı toplumlarını yepyeni noktalara taşıyan devingen (dinamik) süreçlerin dışında kalan Osmanlı’da birbirini izleyen kuşakların da fazla farklılaşması beklenemezdi. Çok uzun yıllar, değişmeyen bir ekonomik altyapı üzerinde, hemen hemen hiç değişmeyen teknolojilerle üretim yapan bu geleneksel toplumda, hayata bakışın ve değer yargılarının da bir kuşaktan diğerine fazla değişmesi olası değildi.Böyle bir toplumda yaşlıların, gerek sahip oldukları toprak mülkiyeti haklarından,gerekse pek değişmeyen deneyimlerinin birikiminden kaynaklanan, karar verici, yol gösterici olarak saygın ve ayrıcalıklı bir yer tutmaları da doğaldı. (Acaba köylerde hâlâ ihtiyar heyetleri var mı? Ben bilmiyorum.) Oysa günümüzde, kapitalizmin dinamizmasının ve baş döndürücü bir hızla değişen teknolojilerin, bir kuşaktan diğerine tüm değer yargılarını yerle bir ettiklerine tanık oluyoruz. Bir ya da iki kuşak önce gençlerin hâlâ arasıra danışmak gereksinimi duydukları yaşlı kuşak, bilgisayarlarını kullanabilmek için torunlarının yolunu gözler oldu.. Tüm kuşaklar güç birliği yapmalı Her fırsatta Türk Devrimi’ni gençlere emanet ettiğini vurgulayan Atatürk, zaman zaman “gençlikten” ne kasdettiğini de açıklamak gereksinimi duymuştu. Şu düşüncesini hatırlayalım: “Benim anladığım gençlik, bu inkılabın fikirlerini ve ideolojisini benimseyip gelecek nesillere götürecek kimselerdir. Benim nazarımda yirmi yaşında bir yobaz ihtiyardır. Yetmiş yaşında bir idealist de güçlü bir gençtir.” Görüyoruz ki, gençliği kronolojik ya da biyolojik değil, düşünsel bir nitelik olarak tanımlayan Ata’ya göre, Atatürkçülüğün altıncı ok’u olan “Devrimcilik”in dinamizmasını benimseyen her yaştan insan genç’tir. Elbette bir toplumu çağdaş uygarlığa,onun da ötesine taşıyabilmek için yaşça gençlerin enerji ve coşkusu vazgeçilmez bir güç kaynağıdır. Geleceğe hep iyimserlikle bakan ve kendi konumunu “Babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geri” ifadesiyle tanımlayan Nâzım Hikmet, ölüme yaklaştığını hissederken, geleceği şu anlamlı dizelerle oğluna, yani gençliğin yaşam enerjisine emanet etmekteydi: “Daha uzun yıllar sende sürecek/ Bende tükenen yaşam.” Yazımı burada noktalarken,her yaştan gençlerin Ata’nın emanetine sahip çıkarken, biyolojik açıdan genç olanların enerjisi ve yaratıcılığıyla, daha yaşlı olanların sentez güçleri ve bilgeliklerini bağdaştırmalarını diliyorum. Simgeler üzerinden Ayasofya hamlesi A yasofya neyin simgesi? Eski bir kilise olan ve Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra camiye dönüştürülen ve Cumhuriyet döneminde müze yapılan Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesi simgesel anlamda neleri ifade ediyor? Bu sorunun yanıtı pek çok açıdan verilebilir, nitekim ben de bu farklı simgesel mesajları aşağıda tek tek sayacağım ama bu hamlenin anlamı hem zamanlaması hem de iktidarın daha önce yaptığı değerlendirmeler çerçevesinde düşünüldüğü zaman tek bir teşhis geçerli: Umutsuzluk! HHH Neden umutsuzluk? Çünkü, çok kısa bir zaman önce, bizzat iktidar Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi hakkında bu hamlenin “oyuna gelmek” olduğunu belirtmiş ve şunları ifade etmişti: “Bu işin bir siyasi boyutu var, yanı var... Yan tarafta Sultanahmet’i doldurmayacaksın, ‘Ayasofya’yı dolduralım’ diyeceksin... Bu oyunlara gelmeyelim... Bunların hepsi tezgâh... Bu namussuzlar böyle dedi diye biz adım atmayız... Ayasofya’nın belirli bir bölümünde namaz kılınıyor. Ayasofya’nın yeniden cami olarak ibadete açılmasının getirisi götürüsü var. Bu kararın faturası bizim için çok daha ağırdır. Bizim dünyada binlerce camimiz var. Bunların hesabını yapmıyorlar. Ben bir siyasi lider olarak bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim.” Yani durum o kadar umutsuz ki, bütün bu itirazlara rağmen bu hamle yapıldı ve KENDİ DEYİMLERİYLE “istikamet kaybedildi, oyuna gelindi”! HHH Ben, kendi teşhislerine rağmen bu hamle ile “istikametin kaybedildiğini”, ya da “oyuna gelindiğini” düşünmüyorum... Tam tersine, bu “umutsuz hamle” ile, şimdiye kadar gittikleri istikamette, “Demokratik ve Laik Sosyal Hukuk Devleti” idealinden biraz daha sapıldığını düşünüyorum. HHH Hem içerideki hem de dışarıdaki “götürüsünün getirisinden daha fazla olduğunu” bizzat kendilerinin hesapladığı bu adımı iktidara attıran umutsuzluk: 18 yıllık birikim sonunda ortaya çıkan başarısızlığın, “Tek Kişi Rejimi” altında artık saklanamaz hale gelmiş olmasıdır! Bu başarısızlık, haksızlık, hukuksuzluk ve baskılardan zaten bunalmış olan toplumu bir de geçim sıkıntına düşürünce, iyice belirginleşmiş ve önlenemez bir oy kaybı başlamıştır. İşte bu oy kaybını herkesten önce ve herkesten iyi gören iktidar, yanlış politikalarından döneceğine, yanlışlarında ısrar ederek, bu bunalımı zaten yanlış olan aşağıdaki hedeflere yönelik olarak Ayasofya Hamlesi ile aşmaya çalışmaktadır: 1) Toplumdaki “kutuplaşmayı”, “laiklik düşmanlığını” körüklemek... 2) “Mağduriyet stratejisini” yeniden devreye sokmak... 3) Liderlik kadrosu sert biçimde karşı çıktığında onu dinsizlikle suçlamak, sert biçimde karşı çıkmazsa, “Laikliği, Atatürk’ü korumuyor” diyerek, seçmeni nezdinde prestij kaybettirmek beklentisiyle CHP’nin içini karıştırmak, parti ile seçmenin arasını açmak... 4) CHP karşı çıkacak, ötekiler destekleyecek, böylece ittifakta çatlak medyana gelecek beklentisiyle CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi arasında, Demokratik Düzene dönmek için kurulmuş olan Millet İttifakı’nı bozmak... 5) HDP’nin muhafazakâr seçmeninin oylarını devşirmek... 6) Cumhuriyet ile hesaplaşmak... 7) Atatürk Dönemini suçlamak... 8) Devleti din esaslarına dayalı kurallar bütünüyle yönetmeye çalışmak... 9) Dinin siyasete alet edilmesinden ve Müslümanlığın yanlış uygulamalarından dolayı kendisine eleştirel tavır alan tarikat ve cemaatleri yeniden yanına çekmek... 10) Müzenin camiye çevrilmesinden dolayı ortaya çıkacak olan eleştirileri, sözde “Antiemperyalist” bir söylemle karşılayarak “Bağımsızlıkçı, Milliyetçi, Antiemperyalist” örgütlerin ve oyların bir bölümünü lehe çevirmek... 11) Suriye, Libya gibi sınır ötesi harekâtlarda genellikle ittifak aradığı Müslüman Kardeşler gibi, dünyadaki bütün siyasal İslam örgütlerinin desteğini almak... 12) Ekonomik başarısızlığı, geçim derdini, mutfaktaki yangını unutturmak... 13) Haksızlık ve hukuksuzlukları, baskıları unutturmak... 14) Başarısızlıklardan oluşan gündemi değiştirmek... HHH Aslında değiştirdiği rejimin altında kalan ve başarısızlıkları artık saklanamaz hale gelen iktidarın, yukarıda saydığım bütün bu olası hedeflerine karşın, “Ayasofya Hamlesinin” oy kaybını önleyeceğini sanmıyorum. Çünkü bütün bu hedefler de, iktidarı zaten başarısızlığa götüren bugüne kadar izlediği yanlış politikaların yansımaları olarak görünüyor!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle