17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 10 MART 2020 SALI [email protected] EDİTÖR: ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Ücretsiz toplu taşıma: Trafik sorununu çözer mi? PROF. DR. İBRAHIM ORTAŞ ÇUKUROVA ÜNIVERSITESI Çağımız kent yaşamının Ciddi Sorunu Trafik Yoğunluğu, tarihte hiç olmadığı kadar kırsaldan kentlere göçün yaşandığı ve bazı mega kentlerin 20 milyonu aşan nüfuslarının en ciddi sorunu. Tokyo, Pekin, Yeni Delhi, Mumbai, İstanbul, Londra, New York, Mexico City gibi görme şansına sahip olduğum kentlerin sabah işe gidiş saatleri birçok insanın kâbusudur. Yaşadığımız iki milyonluk Adana’da kentinin trafik sorunu aynı şekilde sabah işe gidiş ve akşam iş dönüşü yaşadığımız sorunlar ve oluşan stresin her geçen gün ağırlaştığını görüyoruz. Türkiye’de toplamda 2020 yılı itibarıyla 23 milyon 245 bin 409 araç var. Ortalama her ay Türkiye’de 8595 bin arası araç trafiğe giriş yapmaktadır. Adana’da ise her ay 15001900 arası araç trafiğe girmektedir. Bu arada kentler alınan göçler ile genişlemekte, kente ulaşılan yollar ve genişlikleri aynı kalmakta, buna karşın toplu taşımacılık imkânları maalesef istenilen ölçüde değildir. Yaşam alanları daralıyor Dünya nüfusunun 7.8 milyar olması ve ülkemizde her yıl ortalama 1.2 ile 1.3 milyon bebeğin doğduğu, nüfusumuzun 84 milyona ulaşması yabancılar ile birlikte 90 milyona ulaşması gıda ve barınma problemi ile birlikte kara ulaşım problemi de oluşturmakta bu sebepten dolayı doğa ve yaşam üzerinde baskı oluşturmaktadır. Dünyada ve ülkemizde artan nüfus, artan araç sayıları diğer taraftan araçlardan atmosfere salınan sera gazlarının yarattığı kirlilik zorunlu olarak bazı ciddi önlemlerin alınmasını gerektirmektedir. Tabii bunun için ülke çapında ciddi bir planlama yapılıp bu planlamaya geçilmesi gerekir. Trafik sorunu gittikçe artmakta ve bu haliyle de içinden çıkılamaz bir durum yaratmaktadır. Öneri olarak sabah saatlerinde işe gitme sa Her sabah işe giderken ve iş dönüşü karşılaştığımız trafik sorunu, sağlam bir planlama ve zaman ayarlaması yapılarak örneğin toplu taşıma araçlarının ücretsiz olması ile çok önemli maddi ve ekolojik kazanım sağlayacaktır. atleri ve akşam iş dönüşü saatlerinde toplu taşıma araçları ücretsiz olabilir. Bu durumda çoğu insan tek tek araca binmek yerine toplu taşıma araçlarını kullanabilir. Ayrıca bazı kurumların çalışma saatlerinde esneklik yaratılabilir. Örneğin okul saatlerinin yarım saat erken veya geç başlatılması ile önemli derecede trafikte rahatlama sağlayabilir. Avrupa’nın 600 bin nüfuslu Lüksemburg ülkesinde toplu taşıma ücretsiz oldu. Dünyada ilgi ile karşılanan uygulamanın dayandığı temel felsefe önemli ve diğer ülkelere yeni çözüm yolları üretmeleri için de ilham kaynağı olabilir. Lüksemburg’da ki toplu taşıma hizmetleri yalnızca yerel halk değil aynı zamanda turistler için de ücretsiz. Her yıl 1,2 milyon turistin ziyaret ettiği Lüksemburg milli geliri ile Avrupa’nın saygın ülkesi konumundadır. 600 bin nüfusun yanında her gün 400 bin kişinin komşu ülkelerden ziyaret ettiği ve çalışmak için geldiği başkente trafik sorununu çözmek için alınan karar çok yaratıcı bir yaklaşım. Avrupa Birliği (AB) içinde kişi başına en fazla otomobilin düştüğü Lüksemburg, beklenileceği gibi artan nüfus ve motorlu araç sayısının yarattığı sorunları önlemek amacıyla aldığı ücretsiz toplu ta şıma kararının birçok yönden olumlu etkisinin olacağına inanmaktayım. Öğrencilere ve çalışanlara ücretsiz olmalı Ülkemiz gibi geçmişte öngörü ile planlaması yapılmamış ve artan araç sayısı sonucu sabahakşam ciddi trafik sorunu yaşayan ülkeler için toplu taşımanın ücretsiz olması son derece önemlidir. Hafta sonları kent merkezlerine ihtiyaç gidermek için giden sürücülerin araçlarını park edecek yer bulamaması, ara sokaklardan araçlarla geçilememesi sorunu günden güne artmaktadır. Geçmişte ziyaret ettiğim Ohio ve Florida üniversiteleri gibi 50 küsur bin öğrencili üniversitelerde öğrencilerin üniversiteye taşınması ücretsiz. Aksi halde kişi başına araç sahipliğinin olduğu Amerika’da herkesin araba ile üniversiteye girdiğini düşünürsek her taraf kaosa döner. Ülkemiz için bereket ki öğrencilerimizin çoğunluğunun araç sahibi olmaması şimdilik üniversite üzerinde ciddi bir etki yaratmamaktadır. 2010 yılında uzun süreliğine kaldığım Ohio Üniversitesi’nin kendi ürettikleri çevre dostu, hidrojen yakıtı ile çalışan ve şoförlüğünü de öğrencilerin ücret karşılığı yürüttükleri otobüsler ile üniversi te mensuplarını ücretsiz taşıyorlardı. 2019 yılında Moskova Üniversitesi’nde katıldığım bir konferans süresince öğrencilerin ve hocaların toplu taşıma araçları kullandıklarını gördük. Sorduğumda hocalar her tarafta kolayca toplu taşıma araçları ile kısa sürede üniversiteye ulaştıklarını belirtmişlerdi. Ülkemizde öğrencilerin özelliklede üniversite öğrencileri ve öğretim elemanları ve de çalışanlar içinde toplu taşıma en azından belirli saatlerde ücretsiz olabilir. Böylece binlerce insan toplu taşıma araçlarına yönlendirilebilir. Toplu taşıma zorunlu Ülkenin sağlıklı geleceği, insanın çalışma verimliliği ve mutluluğu için toplu taşıma planlaması önemli bir olaydır. Her sabah işe giderken ve her akşam iş dönüşü karşılaştığımız trafik sorunu, sağlam bir planlama yapılması ve zaman ayarlaması yapılarak örneğin toplu taşıma araçlarının ücretsiz olması ile çok önemli maddi ve ekolojik kazanım sağlayacaktır. Böylece kentlerdeki çok başlı taşıma ve çevre kirliliği de kısmen ortadan kaldırılmış olur. Toplu taşıma ile edinilecek maddi kazanımın yapılacak harcamalardan fazla olacağını düşünüyorum. Lüksemburg’daki uygulamanın darısı başımıza diyelim. EYVAH! KIZ DOĞDU! Terkoğlu’ndan çarpıcı sözler Cumhuriyet okurları herhalde farkındadırlar: Barış Terkoğlu sadece bir gazeteci değil bir edebiyatçıdır da! Önemli haberlerle dolu her yazısında edebi cümleler, mecazlar, çağrışımlar, toplumsal ve ruhsal göndermeler de yer alır. Ben bugün sadece iki metinden, tutuklanmadan önce yaptığı savunmadan ve dün Cumhuriyet’te yayımlanmış olan mektubundan bazı çarpıcı satırları alıntılamak istiyorum... HHH Önce savunmasından bazı çarpıcı sözler: “Herkes şunu bilmelidir ki bir ülkede benim gibi sade bir yurttaşın hukuk güvenliği yoksa hiç kimsenin hukuk güvenliği yoktur.” “Nasıl gazetecilik yapılacağını bu iddianame gibi taleplerden, mahkeme kararı gibi sevk yazılarından öğrenecek değilim.” “Merak ediyorum; yaşı benden büyük hukuk adamları OdaTV davasındaki MİT yöneticisi katledilirken neredeydiler.” “Beni bu kadar korkak olmadığım için mi yargılayacaksınız? Beni bu ülkenin kurumlarına kurulmuş kumpasları o gün açığa çıkardığım gibi bugün de açığa çıkarmaya devam ettiğim için mi yargılayacaksınız?” “Beni bu ülkeye bu kadar ihanet etmediğim için mi yargılayacaksınız?” “Dün bir çetenin koynunda yatıp bugün başka bir çetenin koynuna girmediğim için mi yargılayacaksınız?” “Buradaki çığlığımız, yarınki çığlığımız, vereceğimiz mücadele bu duvarları da yıkacaktır.” “Bizden yazdıklarımızdan, çizdiklerimizden, gazeteciliğimizden, yazarlığımızdan vazgeçmemizi, ülkenin içinde suça bulaşmış yapılanmalar ile daha fazla uğraşmamamızı bekliyorlarsa daha çok beklerler.” “Gerekirse betona gömüleceğiz, ama bize bir haber bahanesi ile bu tezgâhı kuran çeteye teslim olmayacağız. Gerekirse bir daha güneş yüzü görmeyeceğiz. Yargıyı kendi hesaplarına meze eden yapılanmalar ile mücadele etmekten vazgeçmeyeceğiz.” “Bu dava, bu savunma, bu mücadele beni yoksul bir halk çocuğu olarak alıp bu ülkenin yurttaşlarının arasına yerleştiren bu ülkeye, bu Cumhuriyete benim borcumdur.” “Tarih göstermiştir ki hukuku kendi ikballerine aracı yapanlar er ya da geç o hukukun pençesinde can çekişir.” HHH Tutuklandıktan sonra, içerden Cumhuriyet’e yolladığı mektuptan çarpıcı sözler: “Kuşkusuz beni şaşırtan, İstanbul Emniyeti’nde girdiğim hücrede altı çizilerek okunup bırakılmış Fahrenheit 451 ile karşılaşmak oldu. Okumayı zor eden bir karanlıktı. Bitirmeye çalıştım. Zorbalığın, sansürün, kitap yakılan bir dünyanın değerlerini ne güzel anlatıyordu.” “Dünyaya aklınızla bakıyorsanız saatin zembereğinin kurulduğunu görürsünüz. Artık zilin çalacağı anı beklemek kalmıştır. Bu da öyle bir zamandı.” “Sizi hapsetmek için sebep aranıyorsa kanun kitabı uzatılıp genişletilebilir. Sizi susturmak, kaleminizi kırmak için mahkemeler bahane kılınabilir.” “Hapishane de bir seçimdir. İnsanın tercihlerinin sonucudur. İstanbul’da deniz kenarında bir yalıda toplanmış Fethullah artıklarının arasında olmaktansa, hapishanede yalnız kalmak ahlaki tercihtir.” “Mahkemede, kurulmuş bir düzenin cüppeli zabiti olmaktansa ayakta savunma yapan bir savaşçı olmak hukuki bir tercihtir.” “Çakallarla tezgâh kurmaktansa karıncalarla yaşamak insani bir tercihtir.” “Tüm devrimler bu tercihleri yapanların eylemlerinin ürünüdür.” “Yalnızlık mı? Betona bakıp beton, demire bakıp demir olmuyorsanız, yalnızlık dünyayı değiştirmenin başlangıcıdır; başlangıcıdır sadece.” HHH İktidar herhalde bilmiyor: Bir bedeni hapsedebilirsiniz ama gerçeklerin peşinde koşan özgür bir gazeteci ruhunu asla! Tam tersine, o bedeni hapsederek o ruhu daha da güçlendirir, örnek alınacak bir ideal olarak tarihe mal edersiniz. Bütün Barış’lara, bütün Hülya’lara, bütün Murat’lara, zulme boyun eğmeyenlere, gerçekler uğruna, Demokrasi için, Hukuk Devleti için, sonuna kadar direnenlere selam olsun! PROF. DR. YAKUT IRMAK ÖZDEN Bu yazımın başlığı, Anadolu’da yaygın bir gelenekten, canlı bir sohbet ani bir sessizlikle bölündüğünde bu durumun “kız doğdu” biçiminde yorumlanmasından esinlendi. Bu yorumun salt ülkemize özgü olduğunu sanmayalım. Geçende aynı ifadeye Güney Amerikalı yazar Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” kitabında da biraz da şaşırarak rastladım. Geri kalmışlığın göstergesi 1985’de Nairobi’de ya pılan “Dünya Kadın Forumu”ndan dönüşte, izlenimlerimi Cumhuriyet okurlarıyla paylaştığım makalemde, şu başlık altında özetlemeye çalışmıştım: “20’nci Yüzyılın Son Çeyreğinde Kadınlığın Güzelliği ve Sefaleti” Ne yazık ki aradan geçen 30 yılı aşkın sürede, dünyamızda kadınlar açısından yeterince olumlu değişikliklerin gerçekleştirilemediğini görüyoruz. Şu sıralarda Dünya Emekçi Kadınlar Günü tüm dünyada medyanın gündemini kadına odaklıyor. Ülkelerin bir bölümünde kadına özgü so runlara öncelik verilip, bunlara çözüm yolları tartışılırken, Türkiye gibi İslam kültürünün hâlâ baskın olduğu ülkelerde kadının eş ve anne özellikleri ve aile içindeki konumu öne çıkarılmakta... Elbette yeryüzündeki yegâne eşitsizlik kadınla erkek arasındaki değildir. Eşitsizlik konusu bana hep Orwell’in “Hayvan Çiftliği” yapıtındaki anayasayı anımsatır: “Tüm hayvanlar eşittir” diye başlayan bu anayasa “Ancak bazı hayvanlar daha fazla eşittir” diye devam eder. Bireylerin yararlandıkları olanaklar bir yandan içinde yer aldıkları toplumun gelişmişlik düzeyine, öte yandan da bu toplum içinde bulundukları sosyoekonomik sınıfa göre farklılaşır. Bir toplum ne kadar geri kalmışsa, kadınerkek eşitliğinden o denli uzaktır. Yoksulluğun olduğu yerde en yoksullar genellikle kadınlardır. Önyargıların baskın olduğu ortamlarda da bunlar karşısında en fazla ezilen gene kadınlardır. Belli bir ülke içindeyse de, bu eşitsizlik sosyoekonomik sınıflamada tepeden tabana doğru giderek büyür. Ama derecesi ne olursa olsun, tüm dünyada ortalama olarak kadın erkeğe göre yaşama daha büyük sosyal handikaplarla başlar ve bu engellere yaşam boyu da maruz kalır. J.S.Mills’in, “Bir toplumda uygarlık düzeyini anlamak istiyorsanız hemen o toplumda kadınların yerine bakınız” deyişi ünlü ve kuşkusuz genel olarak da geçerlidir. İkinci sınıf birey Bununla birlikte 19. Yüz yılın göreceli olarak en gelişmiş iki ülkesinde, İngiltere ve Fransa’da, kadın yazarlar yapıtlarını hâlâ takma erkek adlarıyla yayımlamak durumundaydılar. Fransa’da asıl adı Aurore Dupin olan George Sand ve İngiltere’de George Eliot gibi... Gene İngiltere’de Jane Austin çözümü yapıtlarını cinsiyetsiz bir isimle Curor Bell imzalamakta görmüştü. Aynı yüzyılın sonuna doğru Fatma Aliye Hanım Fransızcadan çevirdiği bir romanı “Bir kadın” diye imzaladığında Osmanlı toplumunda büyük bir şaşkınlık ve yaygın bir tepkiyle karşılaşmıştı. Bilindiği gibi, kadının “ikinci sınıf” birey durumuna düşmesi, Engels’in deyimiyle “tarihsel yenilgisi”nin kökenleri tarihin derinliğinde, insanlığın özel mülkiyete geçiş aşamasına dayandırılır. Altyapıdaki bu köklü değişimi izleyerek yaygınlaşan tektanrılı dinlerde, Âdem’in kaburgasından yaratılan Havva imgesiylekadın, yalnızca erkeğin bir tamamlayıcısı, ona referansla tanımlanan, bir anlamda “ikinci sınıf” bir varlık özelliği edinmiştir. Gene tüm tek tanrılı dinlerde, kadın ancak “ana” kimliğiyle tam bir saygınlığa kavuşabilir. Kadının cinselliği suç ve günahla içiçe sayılır. Cennette Adem’i kandırarak ona yasak meyveyi yediren Havva değil midir? Hıristiyanlığın, temelde kadının cinselliğine İslamiyetten de daha yargılayıcı, suçlayıcı bir yaklaşım içinde olduğu söylenebilir. Kanımca, Hıristiyanlığın en kutsal kadını olan Meryem Ana’nın Hazreti İsa’ya bakire olarak, yani cinsellik yaşamadan gebe kalmış olması kadının ancak cinsellikten arındırılmış bir “ana” olarak tam bir saygınlığa kavuşabileceğinin simgesel bir ifadesi sayılabilir. Nitekim, Türkçemiz de bir bireyden söz ederken “erkek” sıfatını kullanmak hiç de kaba ve yakışıksız sayılmazken, “kadın” sözcüğü sanki hakaretle yüklüymüş gibi, onun yerine “bayan”ın kullanılmaya çalışılması,”kadın”ın ancak birey olarak doğallıkla içerdiği cinsellikten arındırıldığında saygınlık kazanabileceğinin göstergesidir. İyimser inanç Cumhuriyetin ülkemiz kadınlarına, pek çok gelişmiş ülkeden önce temel yasal haklar tanıyarak kadınerkek eşitliği yolunda önemli adımlar attığı hepimizce bilinen bir gerçektir. İsmet İnönü’nün 5 Aralık 1932’de Meclis’te yaptığı konuşmada, İstiklal Savaşı’mızın ilerde bir Kurtuluş Savaşı olarak anılacağını ve bu kurtuluşun tarihe her şeyden önce kadınların kurtuluşu olarak geçeceğini ifade etmiş olması anlamlıdır. Öte yandan Atatürk’ümüz de her vesileyle kadınları bir yandan sözleriyle yüceltirken, “yeryüzünde gördüğümüz herşey kadının eseridir” deyişini hatırlayalımöte yandan o güne kadar kadınlara en uzak sayılan kimi meslekleri onlara aça rak Sabiha Gökçen’in dünyanın ilk kadın savaş pilotu olması gibi kuşkusuz tüm Türk kadınlarına büyük bir özgüven kazandırmıştır. Ne yazık ki günümüzde, Cumhuriyetin her alanda gerçekleştirdiği birçok ilerici hamlede olduğu gibi, kadın haklarında da bir karşıdevrim dönemi yaşamaktayız. Kadına yönelik haksızlıklar ve maruz kaldığı eşitsizlikleri gidermek amacını gütmesi gereken temel kamu kuruluşumuzun, kadının varlığını ancak bir aile bireyi olarak kabullenen bir anlayışla, “Aile ve kadın” bakanlığına dönüştürülmüş olması, kadının ancak “erkeğin saygı görecek eşi” olarak yetiştirilmesinin hedeflenmesi, bu karşıdevrim akımının göstergeleri arasındadır. Ne var ki, tarihte hiçbir karşıdevrim hareketi, kendisini önceleyen devrimlerin sağladığı gelişmeleri tümden yok edememiş, yalnızca ilerleme sürecini yavaşlatarak zaman kaybına yol açmıştır. Yazımı bu iyimser inançla bitirirken, tüm emekçi kadınlarımızın kendilerine adanmış bu özel gününü, haftasını kutluyorum.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle