16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
KÜLTÜR 13 13 KASIM 2020 CUMA Lütfü Günay, resimlediği doğanın kucağında Ressam Lütfü Günay, son nefesini vermek için sergisinin açılmasını bekledi ve o gün hayatını kaybetti. A.CELAL BİNZET layıcısı olan “sanatçı” tanımlaması üzerine sorgulamaya çaHangi eğilimde olursa olsun her sanatçının beslendiği ğırıyor izleyenleri. Güzel Sanatlar Akademisi Zeki Kocamekaynaktır doğa. Yaşanan çevremi Atölyesi’nde 194449 yıllanin izdüşümü belleğin girişik karı arasında gördüğü eğitimini nallarında birikip arınarak, ayık“Yüksek Resim Bölümü”nde talanarak kendini açığa vurur. Açımamlar. Atılımcı ve yenilikçi düğa vuruş ya da dışavurum. Adışünceye sahip oluşu ülkemizna imge dediğimiz büyülü biLütfü Günay deki sanat alanında bir ilke imçimlerin ortaya çıkışı kolay deza atmasını sağlamıştır. Arkağil. Yeni yolları denemek, kapalı kapı daşı Adnan Çoker ile ilk soyut resim ları zorlamak için uzun gözlem ve araş sergisini 1953 yılında açtılar. O güntırmalara gereksinim duyulması zorun den beri sanatçının yol haritası iki yollu. Lütfü Günay’ın (d. 1924) Sevgi Sa dan ilerleyecektir. Bir yandan soyut annat Galerisi’nde açılacak desen sergi layış geleneğini sürdürürken öte yansini hazırlık aşamasında gezerken bir dan tutkuyla bağlandığı doğa görünümyandan da sanat kavramının tamam leri vazgeçilmezi olur. Başta memleketi ÇanakkaleKilitbahir olmak üzere yaşadığı coğrafya tuvalinden eksilmez. Bilinen bir gerçekliği anımsamak gerek. Her sanatçı için ilk ve tek başvuru kaynağı olan doğanın gözlenmesiyle yola çıkılır. Ve bu yolculuk sanatın her evresi için mutlaka geçerlidir. Günay’ın desen sergisinde onun yaşamda yolculuğuna tanıklık ediliyor. Yarım yüzyıl gerilerden başlayarak gezilen kentler, görülen doğa parçaları anlık izlenimlerle kayıt altına alınmış. Doğası gereği hızla alınmış izlenimlerin ayıklanmış görüntüleri sanat yapıtını kurgularken izlenmesi gereken yöntemi göstermesi açısından birer ders niteliğinde. Kullanılan malzeme çeşitliliği yanında çoğu küçük ölçekli kâğıtlardaki çizimleri usta bir sanatçının yıllarıyla yoğrulmuş birikimlerini barındırıyor. Hemen ekleyelim ki sanatta ölçek konusu değil nitelik sorunu vardır. Sanatın ne olduğu konusunda düşünmek isteyenlerin buradaki desenlerle sanatçının tuvalleri arasındaki yolun nelere karşı aşıldığını görmesi bakımından iyi bir fırsat. Ne yazık ki sanatçımızı uzun süreden beri çektiği rahatsızlığı sonunda 11 Kasım gecesi yitirdik. Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltraşlar Derneği’nin 1970 yılında kurucu üyelerinden olan Lütfü Günay’ın ertesi günü açılacak desen sergisini göremeden aramızdan ayrılışı sanatımız adına büyük bir eksiklik olduğu kadar acı bir rastlantı da. O artık bıkmadan betimlediği doğasına kavuştu. Tokyo pandemi dinlemedi Bu yıl 33. kez düzenlenen film festivali, salgın döneminde yapılan en büyük sinema etkinliği oldu. Toplamda 40 bin 500 izleyici salonlara koştu. Tokyo’da gösterimlerin yanı sıra film ekipleriyle söyleşilerde ve ödül töreninde de yoğun önlemler alındı. Sahneye çıkan kişilerin arasında cam bariyerler vardı. ESİN KÜÇÜKTEPEPINAR Kırmızı halıda mesafeyi belirleyen şeffaf plastik panolar, üst üste takılan maskeler ve siperlikler eşliğinde gerçekleşen 33. Tokyo Uluslararası Film Festivali, pandemi döneminin seyircili yapılan en büyük sinema etkinliği olarak öne çıktı. 31 Ekim9 Kasım arasında yani 10 gün boyunca 138 film gösterildi, sinemalarn kapasitesi yüzde 50 azaltılsa da 40 bin 500 izleyici salonlara koşturdu. Covid19 önlemleri nedeniyle uluslararası konuklarını ağırlayamadığı için jürilerini iptal eden ve üç ayrı yarışmasını Tokyo Premiere 2020 başlığı altında toplayan festivalin bu yıl tek ödülü ise seyirciye emanetti ve Japon kadın yönetmen Akiko Ohku’nun “Hold Me Back” adlı romantik komedisi İzleyici Ödülü’nü kazandı. Filmin 30’lu yaşlarındaki yalnız genç kadın karakterinin kafasında oluşturduğu “akıldaşı” ve can dostuyla kurduğu yarenlik ilişki, kuşkusuz bu tuhaf pandemi günlerindeki izole ruh halimize pek denk düşüyor. Yönetmen Ohku mevzuyu ağırlaştırmadan, çalışan bekâr bir kadının modern Japon toplumundaki gündelik sıkışıklığını ve romantik şartlanmalarını resmediyor. Yine öne çıkan bir başka film olan kara komedi türündeki “Mr. Suzuki: A Man in God’s Country”nin sadece Japonya değil, her yerde yaşanabilecek bir temayı yani ataerkil düzendeki kadınların açmazını gündeme getirmesiyle önemli. Festivalin en önemli filmlerinden birisi ise bu küresel gerçeküstü halimize tercüman olan “Apple” (Mila) oldu. Yunan Tuhaf Dalga’sının örneklerinden sayılacak, ünlü Yorgos Lantimos’un asistan yönetmeni olarak çalışan Christos Nikou’nun ilk sinema filmi, hafıza kaybının viralleştiği bir toplumda “kendini hatırlamaya” çalışırken yeni başlangıçlar ihtimaliyle hayata tutunan bir adamın absürt hikâyesini anlatıyor. Film, Lantimos’un aksine karakterlerine şevkatle yaklaşmasıyla hoş bir değişiklik. Bizden ‘Af’ vardı Uluslararası sinema yazarlarını da bu yıl “online” ağırlamak zorunda kalan festivalin Tokyo Premiere 2020’de yer almayı başaran bizden tek filmi olan “Af”ı kaçırsak da sanal sohbete yetiştik. Festivalin baş programcısı Kenji İzhizaka, dünyanın dört bir yanından gelen soruları anında genç yönetmen Cem Özay’a iletirken “yeni normallerimizin” standartları şaşırtamadı. Baskıcı bir babanın iki oğlu arasındaki yıkıcı ilişkisini anlatan film, yaşanmış bir olaydan esinlenilmiş. Yıllar önce bir set çalışanının yaşadığı olaydan çok etkilendiğini söyleyen Özay, bu ilk sinema filminin öyküsünü yıllar içinde kafasında olgunlaştırmış. Seyircinin “Habil ve Kâbil” yorumu yerine anne babaların çocukları arasında kurduğu dengesiz ilişkiden söz açmayı tercih eden yönetmen, Macit Koper gibi profesyonel oyuncuların yanı sıra başrolde amatör çocuk oyuncuları tercih etmiş. François Ozon gösterimdeki yeni filmi ‘85 Yazı’nda kendini tekrarlıyor Yeni bir ergen beraberliği 20 yılı aşkın bir süredir “Sitcom”dan “Kumun Altında”ya, “Havuz”dan “Kadın İsterse”ye, “Evde”den “Genç ve Güzel”e, “Yeni Kız Arkadaşım”dan “Frantz”a dek yıllardır nerdeyse her filmini seyrettiğimiz, farklı cinsellik sorunlarıyla karışık sorunlu aile hallerinden, çatışmalı evlilik ve kadın hikâyelerine dek, dramdan komediye, vodvilden parodiye çeşitli türlere el atarak çektiği ve kendine özgü bir tarzı yakalayan, 1967 doğumlu, senaristyönetmen François Ozon, kuşkusuz son dönem Fransız sinemasının önemli isimlerinden biri. Artık 50’li yaşların olgunluğuna da erişmiş Ozon’un son Cannes festivaline seçilmiş, Alexis ve David adlı iki ergenin eşcinsel beraberliğini hikâye eden ve bizde sessiz sedasız gösterime çıkmış yeni filmi “Ete ‘85 Yazı”, üslubu, anlatımı, temaları bakımından yönetmenin eski eserleriyle bağlantılar kuran ve öncelikle Ozon’un “yeni keşfi” iki genç oyuncusunun (özellikle de David rolündeki Benjamin Voisin’in) enerjik performanslarıyla dikkati çeken ama doğrusu meraklısını hiç de tatmin edemeyen bir film. Bir yaz gecesi Edebiyat öğretmeninin hikâye yazmaya teşvik ettiği, kafasını ölüme takmış ama denizde oldukça acemi Alex’i (Felix...) küçük sörf teknesi suda ters dönmüşken Hızır gibi yetişerek kurtarıyor yakışıklı David (Benjamin Voisin) ve biraz tutuk Alex, onu evine götürüp denizci kocasını erkenden yitirmiş, müşfik annesiyle (Valeria Bruni Tedeschi) de tanıştıran David’e fena halde tutuluyor. Yaz mevsiminin sıcak tatil atmosferinde sıkı dost olan, sabah akşam beraber iki gencin yakınlığı, David’in bir gece Alex’e hiç bilmediği tatlı heyecanlar yaşatmasıyla giderek tutkulu bir cinsel birlikteliğe dönüşüyor. Ancak Alex’in Fransızcasını geliştirmek isteyen İngiliz kızı Kate’le (Philippine Velga) David’i tanıştırmasıyla David o karşı konmaz cazibesiyle Kate’i de baştan çıkarıveriyor bir başka yaz gecesinde de. Kate iki delikanlının arasına girince kıskançlıklar patlak veriyor ve sürat tutkunu David motosikletiyle hız yaparken kaza sonucu ölüyor, genç yaşta. Alex’in ilişkileri doruk yapmışken David’in ısrarlı üstelemeleriyle David’e söz verdiği gibi David’in mezarı üstünde dans etmesiyle sonuçlanan bu çalkantılı ergenlik dramının finalinde, ölüm ve cenazeye ilişkin kimi Yahudi adetlerine de yer vermiş François Ozon. Olmamış... Yönetmenin Alex’e yeni bir David buldurduğu beylik bir finale bağladığı “Ete 85”, bir kitaptan uyarlanmış klişe senaryosunu nispeten çekilir kılan oyuncu performanslarına, başarılı görselliğine, Rod Stewart klasiğinin öne çıktığı 1985’in tutmuş şarkılarından oluşturulmuş müziklerine, kimi anlatım becerilerine ve ustalıklı mizansenlerine karşın üretken Ozon’un artık kendini tekrarlamaya başladığını örnekleyen, kariyerinin sıradan ve baştan savma işlerinden biri izlenimi bıraktı bende özetle. En son seyrettiğimiz, rahiplerin istismarda bulunduğu çocukların hikâyelerini anlatan, o sert ama gerçekçi ve eleştirel filminden sonra bu film doğrusu hiç olmamış kariyeri açısından. Müzik ruhun gıdası! BALKAN ÇINGENELERIYLE BIR SAATLIK MUTLULUK YAZGÜLÜ ALDOĞAN Bütün büyük kurumların konserleri, kültürel etkinlikleri çevrimiçi yapılırken CRR’de canlı konserler devam ediyor ve hatta bunun için yurtdışından sanatçılar geliyorsa bu haberdir. Hele sahneye çıkan NewYork Gips King All Stars grubunun bir üyesi sadece bu konser için bir günlüğüne NewYork’dan gelmişse bu çifte kavrulmuş haberdir. Ve hele sahneye çıktıklarında o bir günlüğüne NewYork’tan gelip çalan İsmail Lumanowski kırık bir Türkçeyle, “Geldiğiniz için çok teşekkür ederiz. Çünkü 7 aydır sahneye çıkmıyorduk, çok heyecanlıyız, çok mutluyuz” diyorsa haber çifte kavrulmuş kaymaklıdır! Üstelik biz salonun yarısını bile doldurmayan dinleyiciler, çok çok şanslıydık. Çünkü son dönemde 18.00 ve 20.00’de olmak üzere birer saatlik iki konser uygulaması yapılıyor ve arada salon dezenfekte ediliyor. (Ne yazık ki son önlemler çerçevesinde 65 + için düzenlenen bu 18.00 seansı da kaldırıldı) Biz ikinci grup olduğumuz için sanatçılar iyice coşmuş, sahne amirine kaçamak bakışlar atıp bis yerine iki şarkı fazladan çalmaya karar vermişse! Ama ısrarlı alkışlara dayanamayıp bir küçük bis daha yapmışlarsa, gerçekten çok şanslıydık. Şimdi diyeceksiniz ki yakalan virüse de gör şansı. Hiç bu kadar sağlıklı ortamda konser dinlemedim. HES kodlarımız alınıyor, ateşimiz ölçülüyor, sağımız solumuzda boş koltuklar, dezenfekte edilmiş bir salon, maskelerimiz takılı, mesafemiz ayarlı. Bir saat müziğimizi dinleyip itişip kakışmadan çıktıktan sonra sakınca yok. Asıl sıkıntı, yemeğe, içmeye gidip, mecburen maskeleri çıkarıp yakın oturarak konuşmakta. Müzik yazısı, pandemi yazısına dönüştü. Balkan çingene müziğinin yenilikçi ustaları diye tanımlanan grubun üyeleri İsmail Lumanowski klarnet, Tamer Pınarbaşı kanun, Burç Şensezli klavye, Panagiotis Andreou bas, Engin Günaydın davul’dan oluşuyordu ve grup bir saatte çaldıkları biribirinden hareketli, zaman zaman romantik, zaman zaman lokal müzikle, üzerimize sinen pandemi tedirginliğini, ekonomik ve siyasal krizi unutturmayı başardılar! Müzikten başka ne beklenir ki? Öğrenci öyküleri Zeynep Cemali gerçekçi gözlemleri, özentiden uzak yalın üslubuyla öyküler, romanlar yazarak çocuk yazınında adı önlerde anılan bir yazar. Kitaplarını yayımlayan Günışığı Kitaplığı, onun adına 6., 7. ve 8. sınıf öğrencilerine öykü yarışması düzenliyor. Yarışmanın okullara duyurulmasında Milli Eğitim Bakanlığı yardımcı oluyor. Yarışma öykülerinin konusu, Zeynep Cemali’nin yapıtlarından seçilen bir cümledir. 2020 yılının konusu “Özgürlük” yazarın Patenli Kız adlı kitabından seçilmiş: “Tekerleklerin üstünde yelle yarışıyordu.” Bu cümlenin onda nasıl bir algı yarattığını, kendine özgü üslubuyla yazması bekleniyor öğrenciden. Amaç JeanPaul Sartre, “Bir şeyi söylemek değil, onun nasıl söylendiği önemlidir” der. Edebiyatın da tanımıdır bu. Hemen her şair, yazar sevgi konusunu işlemiştir. Shakespeare’in Romeo ve Juliet’indeki sevgi dilini kaç yazar yaratabilmiştir? Günışığı Kitaplığı’nın Yayın Yönetmeni Dr. Müren Beykan, Ömer Kurt’un, Zeynep Cemali öykü yarışmasına yönelik sorusunu, dil denen o engin söylemin kaynağını öne çıkararak yanıtlıyor: “Çocuklarımızın Türkçeyi en güzel yazması, konuşması ve düşüncelerini en güzel ifade etmesi hayallerimizin başında geliyor. Onlara yalnızca ‘öykü sanatı’ hakkında doğru bilgiler vermek yetmiyor, anadilimizi kullanma yeteneklerinin ciddi biçimde desteklenmesi hepimizin görevi.” Bir genel değerlendirmesinde de “Amaç, çocuğun öğrenim yaşamını yaratıcı uygulamalarla zenginleştirmek, geleceğin yazarlarının yetişmesine öncülük etmektir” diyor. Günışığı Kitaplığı Günışığı Kitaplığı, en yeni kitapları ilgi uyandırıcı ustaca çizim, resim, iyi baskılarla yayımlamanın yanında, kültüreğitimyazın alanlarına yönelik etkinliklerde de bulunuyor. Yayınevinin yöneticisi Mine Soysal, Türkiye’nin dört bir yanından bilim insanlarını, yayıncıları, öğretmenleri, ödüle değer buldukları öğrenci velilerini bir araya getirerek çocuk yazınının sorunlarının tartışılmasına ortam yaratıyor. Zeynep Cemali Öykü Yarışması’nı her yıl daha da ilgi çekecek arayışlarla sürdüren Müren Beykan, bunun yanında, düzenlenen değerlendirme toplantılarında, özenle hazırladığı ayrıntılı raporunu da sunuyor. Yazdığı değerlendirme raporları, çocuk yazını konusunda araştırma yapanlara, tez hazırlayanlara, öğrencilerini yarışmaya hazırlayan öğretmenlere kaynak özelliği taşıyor. Öyküler Bu yıl 8. sınıftan Arden Zeyfiyani “Sen (!)”, Berrin Kara “Ayakkabısızlar”, 7. sınıftan Güneş Altınel “Uçurtma”, 6. sınıftan İpek Nazlı Çil “91’inci Gün” adlı öyküleriyle ödüle değer bulunmuştur. Müren, öyküleri içerik, üslup yönünden değerlendirirken, çocukların seçtiği konu alanları, öne çıkardığı sorunlar üzerine aydınlatıcı yorumlarda da bulunuyor: Arden Zeyfiyani, “Hayatın çarklarında nasıl sıkıştığımızı, ‘Modern Zamanlar’ filmini hatırlatan bir öykücükle duyumsatıyor. (...) Henüz bu yaşında gündelik rutinin özgürlüğü nasıl kısıtladığını çok iyi gözlemlemiş.” Berrin Kara, “Toplumlar kölelik döneminden bu yana çok aşama kaydetse de günümüzde bambaşka coğrafyalarda hâlâ, özgürlüğü tamamen elinden alınmış köleler çalıştırıldığını hatırlatıyor.” Güneş Altunel, “Güçlü bir gözlemciliğe dayalı öyküsünü, ince ayrıntılarla kurgulanmış.” İpek Nazlı Çil, “Yaşamanın değerini, komada yatan bir çocuğun öyküsüyle yansıtıyor okura.” Neredeyse Türkiye’de yaşanan bütün sorunlara ışık tutan bu öyküleri okuduğumda sorular sordum içimden: “Bu öğrenci öykülerinin, genç yazarların yazdıklarından ne eksiği var?..” İstiklal Marşı’nı Murat Karahan seslendirecek Intercity İstanbul Park’ta 15 Kasım Pazar günü gerçekleşecek Formula 1 yarışının başlangıç seremonisinde İstiklal Marşı’nı Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Murat Karahan seslendirecek. Karahan, “Dünyada yaklaşık 2 milyar kişinin izlediği bu organizasyonun açılışında İstiklal Marşımızı seslendirecek olmanın gururunu ve mutluluğunu yaşıyorum” dedi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle