10 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
DİZİ TASARIM: ŞÜKRAN İŞCAN 95 OCAK 2020 PAZAR HEM GÖRSEL HEM DUYGUSAL AÇIDAN GÜZEL BIR ZIYARET Yelabuga diye bir şehir Yelabuga’da ilk kar. Yukarıdaki balkonda Lenin konuşuyor. Tataristan’da üçüncü günümüz olan 2 Kasım Cumartesi sabahı otel odasının perdelerini açtığımda mevsimin ilk karıyla karşılaştım. İçinizdeki çocuk yaşamını sürdürmekteyse ilk kar her zaman sevinçtir... Kahvaltı sonrasında pek de iyi ısınmayan bir minibüsle Kazan’ın 200 km. doğusundaki Yelabuga (Elebuga, Alabuga) şehrine doğru yola çıktık. Yol boyunca bitki örtüsü ya da yerleşim yerleri bakımından dikkatimi çeken bir şey olmamış ki, herhangi bir not almamışım. Buna karşılık ayağımızın tozuyla (karıyla demek daha doğru olur!) şehrin girişindeki küçük tıp müzesine ziyaretimiz ilginçti... Behterev Müzesi Bu, adı da “Taşra Tıp Müzesi” olan bir küçük müzeydi ama, 1857 1927 yılları arasında yaşamış büyük bir Rus tıp bilgininin, nöropsikolojist Vladmir Behterev’in anısına açılmıştı. 19. yüzyıla ve 20. yüzyıl başlarına ilişkin olarak beyin, sinir vb. hastalıkları Dünden bugüne TATARİSTAN 2ATAOL BEHRAMOĞLU nın sağaltımları konusunda gereç ve fotoğrafların yer aldığı müzeyi gezerken tıpkı sanat, tarih, arkeoloji müzeleri gibi, kültürün ve bilimin bütün alanlarında bu türden müzelerin özellikle çocuk eğitiminde, yeteneklerin yönlendirilmesinde ne kadar çok önem taşıdığını düşünüyordum... Behterev Müzesi’nin hemen ardından orman tablolarıyla ünlü İvan Şişkin’in müzeevini ziyaret ettik... Şişkin (1832 1898) Yelabugalı bir tüccar babanın oğlu. Gerçekçi akımın gerçekten büyük bir ustası. Çocukluk yıllarını yaşadığı, terası bir koruluğa açılan, yaşamı boyunca da sık sık geldiği bu evde pek fazla tablosu yoktu ama, yine de hem görsel hem duygusal bakımdan güzel bir ziyaret oldu. YELABUGA KENTI BUGÜN ŞAİR MARINA TSVETAYEVA ADIYLA DA ANILIYOR Rus şiirinin ‘Gümüş Çağı’ Tsvetayeva Puşkin, Lermontov, Nekrasov, Tyutçev, Fet vb. şairlerle anılan 19. yüz yılın ilk yarısı Rus şiirine “Rus Şiirinin Altın Çağı” deniyor... ŞİİR 19. yüzyıl sonlarından başlayarak 20. yüzyılın ilk çeyreğine uzanan (Mayakovski, Yesenin, Bryusov, Balmont, Bunin, Blok, Ahmatova, Pasternak, Tsvetayeva vb.) modern şairlerin ad Aklımda başka, bambaşka şeyler Peşinde gibi bulunmaz hazinenin Adım adım birer birer Yoldum tüm gelinciklerini bahçenin larıyla anılan dönemler ise bu şiirin “Gümüş Çağı”nı oluşturuyor... Marina Tsvetayeva (1892 1941) toplumsal çalkantıları, devrim ve sonrasındaki yılların sarsıntılarını en bü Tıpkı öyle, bir gün, bir kurak Yaz günü, kıyısında bir tarlanın Koparıp alacak başımı ölüm Kayıtsız ve dalgın yük ölçüde yaşamış bir şair. Düşman ordusu Moskova’ya yaklaşırken ve kocası yönetim karşıtı olma suçlamasıy Marina Tsvetayeva Türkçesi: Ataol Behramoğlu la tutukluyken o sırada 16 yaşındaki oğlunun güvenliği için onunla birlik Gümüş Çağı Kitaplığı’nda şiir üzerine. te Moskova’yı terk ederek Yelabuga’ya gelmiş. Fakat burada bulunuşunun 11. gününde de yaşamına kendi kararıyla son vermiş. Yelabuga bugün, yaşamı bu şehirle bağıntılı bütün seçkin insanlar gibi Marina Tsvetayeva adıyla da anılmakta. Onun adına sempozyumlar düzenleniyor. Bunlardan biri de 2020 yılında yapılacak. ‘Traktir’de yemek denko Hanım’ın açış konuşması sonrasında, salonu dolduran Yelabugalılara, Rus şiiri ve genel olarak şiir üzerine bir konuşma yaparak içinde kuşkusuz Tsvetayeva’dan çevirilerimin de bulunduğu “Çağdaş Rus Şiiri” adlı çalışmamı kitaplığa hediye ettim. Onurumuza akşam yemeği şehrin “traktir”inde verildi... Traktir, günümüz Rusçasında kulanılmayan eski bir vermiş. Bugün de, dekoru, ışıklandırması, erkek ve kadın servis görevlilerin geleneksel kıyafetleri ve masayı donatan Rus Tatar geleneksel yemekleri, yöresel tatlıları ve meyveleriyle, bir şölen atmosferinde, şehrin konuklarının ağırlandığı özgün bir nostalji mekânı olmuş. Bu akşam şöleninin hem ev sahibi hem konukları arasında, kitaplıktaki konuşmaları da iz manın Avrupa’da birinci, dünyada önde gelen bir üretici firma olduğunu öğrenmek sevindiriciydi. İnsanımızın ülke dışında başarıları kuşkusuz göğüs kabartıcı oluyor... Akşam saatlerinde başlayıp şiddetini gittikçe artıran kar, dönüş yolunda bir ara göz korkutucu olduysa da, Tataristan programının yapımcısı Alfina Rahmatulina ve Yelabuga’daki prog Aygül’ün sergisi Marina Tsevetayeva adına “Rus Şiiri Gümüş Çağı Kitaplığı”nda açıldı ve beğeniyle izlendi. Ben de bu şehirdeki bütün müzelerin genel yönetmeni, gerçekten seçkin bir kültür insanı olan Gulzada Ro sözcük. Han, otel, lokanta, “pub” anlamlarına geliyor... Fakat “traktir” denildiğine bakmayın. Geçen yüzyılın kültürünü yaşatan bu lokanta o dönemlerde şehrin ileri gelenlerine bizdeki kulüplere benzeyen bir hizmet leyen, Yelabuga’daki “Kastamonu” laminat firması Genel Müdürü Ali Kürşad Kılıç ve ekibi de vardı. Orman yüksek mühendisi, birkaç yabancı dil bilen, sanat ve şiir sever Ali Bey’le sohbetimizde, üretim kapasitesiyle bu fir ram için Kazan’da bize katılan bir Tatar müzisyen hanımla dört kişilik grubumuz, camların temizlenmesi için arada bir durmak zorunda kalan aynı minibüsle, geç saatlerde de olsa sağ salim Kazan’a ulaşabildik... Gorki’nin manevi doğum yeri 1868’de NijniyNovgorod’da doğan Maksim Gorki’nin Kazan şehriyle bağıntısını yaşamöyküsünden ve çok yıllar önce okuduğum “Benim Üniversitelerim” adlı otobiyografik romanından bilsem de, bu yolculuk beni hem bu sevgili yazar hem de Kazan yaşantısı konusunda daha çok ve yakından bilgilendirdi. İlk gün Kazan Kremlini’ni gezerken kılavuz hanım kışla görünümlü bir binayı göstererek genç Gorki’nin burada kilise mahkemesinde yargılanarak kiliseden atıldığını söylemişti... Doğrusu ilk kez öğrenmiş oluyordum bu kiliseden atılma olayını... Baştan başlayalım... Devrimci görevler... Asıl adıyla Aleksey Peşkov, henüz üç yaşındayken babasını yitirdikten ve annesinin yeni evliliğinden sonra anne tarafından dedesi ve anneannesi tarafından büyütülmüştü. İlkokulda çok başarılı öğrenciliğine karşın yoksulluk nedeniyle öğrenimini sürdürememiş, bir boya işliği sahibi olan dedesinin iflasından sonra da aileye yardım için henüz çocuklukla ergenlik arasındayken eskicilikten gemilerde bulaşıkçılığa kadar çeşitli işlerde çalışmıştı .(Özyaşam üçlüsünün ilki olan “Çocukluk”ta bunlar anlatılır.) Kazan dönemi ise üniversiteye girme Aleksey Peşkov’un (Gorki) çalıştığı bodrum. ümidiyle bu şehre 1884’te gitmesiyle başlıyor... 16 yaşındadır... Üniversite öncesi öğrenimi yeterli sayılmayarak sınava bile kabul edilmemiş... Oysa öykü, gözlem, şiir olarak ilk denemelerini yazan; aralarında Balzac, Stendhal, Flaubert gibi belli başlı Fransız klasiklerinin; Schopenhauer, Nietzsche gibi filozofların yapıtlarının da bulunduğu, eline ne geçerse okumakta olan bir çocuktur... Üniversite hayali suya düşen Aleksey Peşkov, yaşamını bu kez rıhtım hamallığı, bahçıvanlık, bir fırında usta yamaklığı yaparak kazanmaya çalışıyor... 1887’de, demek ki 19 yaşında, Volga Nehri kıyısında göğsüne ateş ederek kendini öldürme girişimi, bütün bu sıkıntılara çok sevdiği anneannesinin ölüm haberinin, bazı kaynaklara göre bir de karşılıksız bir aşk hikâyesinin eklenmesi sonucundadır. Bir bekçinin silah sesi duyarak yetişmesi sonucunda ölümden kurtulan Aleksey Peşkov, canına kıyma girişimi nedeniyle kilise mahkemesinde yargılanarak kiliseden atılıyor. 1884’te ayrıldığı Kazan’a sonraki yıllarda ve yaşamı boyunca zaman zaman uğrayan Maksim Gorki, “Doğduğum yer Nijni Novgorod’sa manevi doğum yerim Kazan’dır” demiş... Bunda devrimci narodnik çevrelerle ilk tanışlığının, üstlendiği ilk devrimci görevlerin Kazan’da oluşu etken olsa gerek. Bu tanışıklıklar, sahibi A.S. Derenkov adlı biri olan fırında başlamış... Bu nedenle Kazan, Maksim Gorki müzesi, söz konusu fırının, hâlâ çocuk denilecek yaştaki Peşkov’un usta yamağı olarak çalıştığı; ocağı, un çuvallarıyla aynen korunmuş olan bodrumu üzerinde yükseliyor. Bodrumdan müzeye Yaşam bir mucizeyse eğer, bunun en çarpıcı örneklerinden biri, canına kıymaya kalkışacak kadar canından bezmiş bir fırıncı yamağının kahır çektiği bodrumun üzerinde, bugün onun adına muhteşem bir müzenin yükselmekte oluşudur... Gorki’nin “Yaşanmış Hikâyeleri”nin Türkçeye çevirmeni ve bu hikâyelere onları yer yer ezbere bilecek kadar yakınlık duyan biri olarak Kazan’daki müzeyi gözlerim yaşarasıya bir duygusallık içinde gezdiğimi söylemeye gerek yok. Ayrılırken müze görevlisi yaşlıca hanımefendiye kitabın çevirmeni olarak müze kitaplığı için Türkçe “Yaşanmış Hikâyeler”i hediye ettiğimde, onun da bir şaşkınlık ve duygusallık yaşadığını gözlemledim... DÜZELTME: Yazı dizimizin dünkü bölümünde; “(...) Rus çarının 1552’de Kırım Hanlığı’na saldırısında (...)” ifadesindeki “Kırım Hanlığı yerine “Kazan Hanlığı” olacaktı. Ayrıca Kul Şerif Camisi’nin fotoğrafı yerine teknik bir nedenle başka bir yapının fotoğrafı kullanılmıştır. SÜRECEK Niçin hapisten çıkıp suç işliyorlar? Güncel, alışılmış haber türlerinden biri de şunlar: “Hapisten çıktı, boşandığı eşini öldürdü…” “Hapisten çıktığı gün, iki cinayet işledi…” “Hapisten çıkar çıkmaz, daha önce gasp ettiği kişiyi yine gasp etti…” Bu haberler genellikle, “bir kadın cinayeti daha” ya da “tahliye cinayet getirdi” gibi başlıklarla işleniyor. Madalyonun bir de öteki yüzü var: Bu insanlar niçin özgürlüklerine kavuştuktan sonra yeniden suç işliyor? Özgürlük onlar için çok değersiz bir şey mi? Ya da onlar özgürlük deyince başka bir şey mi anlıyorlar? Türkiye’de hapisten çıkan bir kişinin yeniden suç işleyip hapse girme oranı yüzde 40’ın üzerinde. Aynı suçu işleme oranı ise yüzde 30. Neden? Cezaevleri bir “suç atölyesi” mi? “Cezaevi topluluğu” diye tanımlanabilecek ayrı bir alt kültür mü oluştu? Cezaevinde insanlar “kapatılma alışkanlığı” içine girip başka bir hayatı hayal dahi edemeyeceği noktaya mı geliyor? HHH 6 Mart 2009 günü 30 saatlik sorgunun ardından tutuklanıp Metris’e götürüldüğümde, “Bir hafta kadar burada tecritte kalırsın, sonra Silivri’ye nakledilirsin” dediler. Tecrit hücreleri tek kişilik. Ertesi gün öğleye doğru, demir kapının ortasındaki 15 santime 30 santimlik demir gözü açıp, “Havalandırmaya çıkmak ister misin” diye sordular. Bir tarafta yan yana üç hücre, üç taraf yüksek duvar. Gökyüzünde bulutlar geçiyor. Baktım selam verecek kimse yok, onlara selam vereyim derken, hücrelerden birinden, “Merhaba” diye bir ses yükseldi… 50 yaşlarında. Dişleri sigaradan katran siyahı. İnce yüzlü, seyrek beyaz saçlı. Hücre penceresi 10’ar santimetrekarelik demir parmaklıklarla örülü. Enden sekiz, boydan on demir göz var. Tanıştık, adı İsmet… 15 yıldır cezaevinde. Cinayetten girmiş. Altı kişiyi öldürmüş, biri dışarıda, beşi hapiste. Dışarıdakini fazla anlatmadı. Hapistekileri ise her birini adeta bir diploma gibi paylaştı. Hak etmişler! Biri nefsi müdafaa, biri koğuşun kurallarına karşı gelmek, biri kalabalık kavganın ortasında… Ne zaman çıkacağı belli değil. Çok da sorgulamıyor. Daha fazla cinayet işlememek için tek kişilik hücreyi kendisi tercih etmiş. Sekiz cezaevi dolaşmış. Her birinin tek tek özelliklerini saydı, ikisini tavsiye etti, gerisi işe yaramaz! Bir hafta sonra başlayan uzun Silivri günlerinde ister istemez hapishane koşullarını da sorduk, sorguladık. İş atölyesi olarak ayrılan yerlerin çoğu başka amaçlar için kullanılıyordu. Kimi kurslara katılım yüksekti ama sürekli değildi. Bir gün merak ettik, “Acaba her birinde biner kişinin kaldığı 10 hapishanelik kampusta mahpuslarla konuşabilecek bir hukukçu var mıydı?” Sorduk, şu yanıtı aldık: Hukukçu yok ama isterseniz imam gönderebiliriz? Olsun dedik, mademki böyle bir hizmet var, dinleyelim. Sağ olsun geldi. Güzel bir sohbet oldu. İmam gayet samimi bir üslupla bizim bu dünyadaki sorunlarımıza bir şey yapamayacağını ama öteki dünyaya hazırlayabileceğini söyledi. HHH 2003 yılında cezaevlerindeki mahpus sayısı 65 bindi. Bugün 270 bin. 2003’te Türkiye’nin nüfusu 71 milyondu. Bugün 82 milyon. Nüfus yüzde 15 kadar artarken, mahpus yüzde 400 artmış. Normal olmayan bir artış var. Demek ki yazının başında vurguladığımız cezaevlerinin suç atölyeleri olmasından öte bir sorun söz konusu. Demek ki bir kişiyi hapse atıp da ne kadar kötü koşullarda yaşarsa o kadar ıslah olur mantığı geçerli olmamış. Bernard Shaw, “Bir ülkede cezaevleri olduktan sonra içine kimin konduğu önemli değildir” diyor. Bu yanı başka bir yazı konusu. Ancak toplumda suç işleme eğiliminin arttığı, cezaevlerinin “ıslah” özelliğinin kalmadığı bir gerçek. Buna ciddiyetle kafa yormak gerekiyor. Örneğin kimi ülkelerde cezaevlerinde özel bir kurul var. O kurul, mahpusun cezası bitse bile topluma karışacak durumda değilse, “bırakmayın” diyor. Tersi de oluyor, cezası dolmadan topluma karışacak bir noktaya gelmişse, “serbest bırakın” diyor. Önce şu konuyu iyi araştırarak işe başlamak gerekiyor: Hapisten çıkan her 10 kişiden 4’ü niçin yine suç işleyip hapse giriyor?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle