19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 8 EYLÜL 2019 PAZAR [email protected] TASARIM: SERPİL ÜNAY OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Parti devleti yönetimi Prof. Dr. Muhteşem Kaynak Günümüzde çağdaş devletler, genelde, yasama, yürütme ve yargı erkinin birbirinden ayrıldığı “kuvvetler ayrılığı” ilkesi ile seçme seçilme hakkının bulunduğu, sivil örgütlenmelerin önünde engellerin olmadığı ve hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu, kısaca, demokratik mekanizmaların ve çoğulculuğun etkin şekilde işlediği bir sistemle yönetilirler. Buna karşın, çağdışı yağmacı devletler ise yolun sonunun faşizme dayandığı parti devletiyle yönetilirler. Bu devletlerde, yönetim teşkilatı yani kamuda çalışan bürokrasi ile devleti idare edenler tek bir potada eriyerek parti devletini oluşturur. Bu bakımdan, parti devleti rejiminin en temel özelliği, parti ile devletin giderek kaynaşması, parti politikalarının doğrudan devlet politikaları haline gelmesidir. Bulanık Parti devleti, genelde mahkeme kararlarının dikkate alınmadığı, muhalif unsurların sahip olmaları gereken sosyal ve hukuki haklardan mahrum bırakıldığı, kimi zaman zindanlarda çürütülerek hatta öldürülerek ortadan kaldırıldığı bir rejimdir. Parti devleti, insan hakları ihlallerinin bulunduğu, öldürme ve keyfi tutuklama vakalarının sık rastlandığı ve nüfusun neredeyse tamamının korku içinde yaşadığı bir devlettir. Bu ülkelerde, yargı ve güvenlik gibi devletin kilit organları ve diğer güç odakları üzerindeki kontrolünü ellerinde tutan ve ülkeyi kendi mülkleri gibi gören yönetici seçkinler, şahsi çıkarları için şiddete başvurmaktan ve muhalefet güçlerini ezmekten kaçınmazlar; çünkü kendilerini cezalandıracak ya da karşı koyacak resmi bir güç yoktur. Yapılan birçok araştırmada gösterildiği gibi, parti devletinde, siyasi parti ile hükümet arasındaki sınırlar ortadan kalkmaktadır. Devlet ile yönetimde yer alan seçkinler arasındaki bulanıklık, bir taraftan hesap verebilirliği ortadan kaldırırken, diğer taraftan yönetici seçkinlere bol maaşlı işlerle, ülke kaynaklarına erişimi kolaylaştırarak şahsi servet birikimini çoğaltacak yollar sağlar. Devlet bütçesi bu nedenle kontrol altına alınmakta, kadro dağıtımı bu nedenle partili yetkililerin elinde tutulmaktadır. Devlet ile parti arasındaki Parti devleti, günümüzün uluslararası değerleri olan demokrasi, parlamenter yönetim, hukukun üstünlüğü, temel insan hak ve özgürlüklerinin geçerli olduğu adil, hesap verebilir, şeffaf ve katılımcı yönetimle ilgisi olmayan antidemokratik ve zorba, sonunda faşizme varan çağdışı yağmacı bir yönetim tarzıdır. bulanık ayrım, hem patrimonyal ve neopatrimonyal hem de yağmacı devletlerde ortak bir özelliktir. Kabile anlayışı Özetle, tek kişi ya da akrabalık/ahbaplık ilişkisi bulunan yakınlardan oluşan bir grubun yönetimi olarak tarif edebileceğimiz patrimonyal ve neopatrimonyal yönetimlerde olduğu gibi, parti devletlerinde de yönetim güçleri, bağımsız ekonomik ve sosyal güçlerden hoşlanmamakta; yasama, yürütme ve yargı erkleri tek kişi ya da tek grubun elinde toplanmakta, o tek kişinin ya da grubun otoritesini sürdürebilmesi, her kademedeki kamu görevlilerinin denetim altında tutulabilmesine bağlı olmaktadır. Bunlara ilave olarak, yönetim tamamen şahsileşmekte, hukuk ve mülkiyette keyfilik ağır basmakta, yönetilenleri yöneticiye karşı koruyan mekanizmalar bulunmamakta, yapıyı değiştirecek her türden hareketler bastırılmaktadır. Bununla birlikte, aralarında önemli bir fark vardır. O da, geleneksel patrimonyal devletlerde her kademedeki bürokratik yapılanmanın kurumsallaşmasının görece zayıflığına karşılık, parti devletlerinde bu yapının oldukça örgütlü ve kurumsallaşmış bir kontrol rejimine sahip olmasıdır. Parti devleti yönetiminin geçerli olduğu ülkelerde, devlet ile şahıs ya da kurumlar arasındaki yağmacı ilişkiler, devletin ele geçirme veya zorla al ma yeteneği ile şahıs veya kurumların buna direnme veya kaçma olanaklarına bağlıdır. Bu nedenle, parti devletinde yöneticiler, direnme veya kaçma olanaklarının düşük, dolayısıyla kolayca kontrol edebilecekleri ve bilhassa yüksek gelirli kamu girişimleri üzerinde odaklanırlar. Böylece, ülkenin sahip olduğu tüm ekonomik kaynaklar, esas olarak, yönetici seçkinlerin hükmetme iradesi altındaki sektörlere ve alanlara yönlendirilirken, yağma dışında kalan diğer sektörlere çok az finansal ve beşeri sermaye bırakılmaktadır. Bu yolla, ülke kaynakları kişisel zenginleşme aracı için kullanan yağmacı bir azınlığın ellerinde yoğunlaşırken, yolsuzluk her seviyede ortak uygulama alanı olmaya devam eder. Bu ise, iş dünyası bakımından para kazanmanın yolunun piyasanın adil koşullarında rekabet ederek değil, ancak ve ancak siyasi lider veya parti ile yapılacak bağlantılarla gerçekleştirilebileceği anlamına gelir. Çıkar ortaklığı Parti devletlerinde, iş dünyası ile parti devleti derinden bütünleşmiştir. Bu ilişki kapsamında, parti devleti, hâkimiyet alanını, iş dünyasına yönelik olarak da büyütmek ya da iş dünyasının devletle olan güçlü iş çıkarlarını ele geçirme yönünde genişletme eğilimleri gösterir. Bununla beraber, iş dünyasının genelde gittikçe azalan küçük özerklik bölgele ri bulunabilir. Ancak, kendi iktidar özlemleri için potansiyel tehdit teşkil edebilecek özerk iş dünyasının bu küçük bölgelerinin ortaya çıkışından ve büyümesinden korkan iktidar erkini elinde bulunduran yönetici seçkinler bu girişimler üzerinde de baskı kurmaktan çekinmez; çünkü büyük küçük her girişimi kendi kontrolü altında tutmak ister. Bu arada devlet, iktidar seçkinlerinin siyasi ve maddi beklentilerine cevap verecek servet ve gelir bölüşümü politikaları izler. Bu bağlamda, yönetici seçkinler ile ittifak içindeki işadamları, bu uygulamalardan en fazla yararlanan ve en önde gelen kesimlerdir. Ortaya çıkan birikim rejimi, üretken yatırım ve imalatla ilişkisi olmayan bir rejimdir. Sonuç Mutlaka tek partili bir rejimden gelmesi gerekmeyen, çok partili rejim koşullarında yapılacak bir seçim sonucunda da ortaya çıkabilecek parti devleti, muhalefete, sosyal hukuk devletine, temel hak ve özgürlüklere karşı olan ve artık çağdışı olması gereken bir yönetim tarzıdır. Dolayısıyla, parti devleti, günümüzün uluslararası değerleri olan demokrasi, parlamenter yönetim, hukukun üstünlüğü, temel insan hak ve özgürlüklerinin geçerli olduğu adil, hesap verebilir, şeffaf ve katılımcı yönetimle ilgisi olmayan antidemokratik ve zorba, sonunda faşizme varan çağdışı yağmacı bir yönetim tarzıdır. Kaftancıoğlu kararı ve kamuoyu CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından beş ayrı suçtan toplam 9 yıl 8 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı. Mahkemenin belirlediği suçlar ve verdiği cezalar şöyle: Silahlı Terör Örgütünün Propagandasını Yapmak. 1 yıl 6 ay. Kamu Görevlisine Alenen Hakaret Etmek. 1 yıl 6 ay 20 gün. Cumhurbaşkanına Alenen Hakaret Etmek. 2 yıl 4 ay. Türkiye Cumhuriyeti Devletini Alenen Aşağılamak. 1 yıl 8 ay. Halkı Kin ve Düşmanlığa Alenen Tahrik Etmek. 2 yıl 8 ay. HHH Bu kararın hukuki incelemesini uzmanlara bırakarak, kamu vicdanının neden çok rahatsız olduğu konusundaki gözlemleri özetlemek istiyorum: 1) Yargı bağımsızlığının artık ortadan kalktığı ve yargının siyasetin emrine girdiği, bu kararın da hukuksal değil, siyasal olduğu düşünülüyor. 2) İktidarın, İstanbul Belediye Başkanlığı seçimini kaybetmesinin intikamını aldığı kanısı yaygın. 3) İddiaların 7 yıl kadar eskiye giden Twitter paylaşımlarına dayanması ve Kaftancıoğlu’nun CHP İl Başkanı seçilmesinden hemen sonra ve çok geç olarak suçlama konusu yapılması, davanın siyasal olduğu kanısının temelini oluşturuyor. 4) “Silahlı Terör Örgütünün Propagandası Yapmak” suçlamasına konu edilen ifadelerin, o sıralarda, hemen hemen aynen AKP’li politikacılar ve pek çok iktidar yanlısı köşe yazarı tarafından da paylaşılan ifadeler olmaları, haksızlık ve hukuksuzluk duygusunu güçlendiriyor. 5) Erdoğan üzerinden, hem “Cumhurbaşkanı’na Hakaret” hem de “Kamu Görevlisine Hakaret” suçlamaları ve bunlara ayrı ayrı cezaların verilmesi (hukuken kitabına uygun da olsa) kamuo yunda “aynı (zaten olmayan) suçtan iki ayrı ceza” diye düşünüldüğü için, en çok tepki çeken hususlardan biri. 6) Kamuoyu “Cumhurbaşkanına Hakaret” suçunun “Tarafsız Cumhurbaşkanı” için konulduğunu ve AKP Genel Başkanı olan Erdoğan için bu maddenin işletilmesinin haksızlık/hukuksuzluk olduğu kanısında. 7) “Türkiye Cumhuriyeti Devletini alenen Aşağılamak” suçlamasının eski tartışmaların ışığında, çoktan değiştirilmiş olması gerektiğine inanılıyor. 8) Kamuoyu, “Halkı Kin ve Düşmanlığa Alenen Tahrik Etmek” suçlamasının, (özellikle tarikatların kışkırtıcı eylem ve söylemlerine müsamaha gösterilmesinden dolayı) artık bütünüyle siyasal iktidarın kendi ideolojisine uygun olarak kötüye kullanıldığı (istismar edildiği) kanısında. 9) Kararın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, AİHM’nin ve AYM’nin AİHM kararları ile uyumlu son kararları bağlamında yanlış olduğu kanısı yaygın! 10) İktidar tam “Yargı Reform Paketi” propagandası yaparken verilen bu kararın, “Reform Söylemini” boşa çıkardığı ve iktidarın kamuoyunu yine aldattığı düşünülüyor. HHH Elbette mahkemenin kararı hem siyaset hem de hukuk açısından daha pek çok biçimde eleştirilebilir.... Ben sadece “kamuoyunda gözlemlediğim” tepkileri özetledim. Biraz halkın içinde olan, biraz kamuoyunun nabzını tutan herkes, iktidarın, seçilmiş belediye başkanları yerine yaptığı kayyım atamalarının ve Kaftancıoğlu’na verilen cezanın, 13 bin oydan 800 bin oya fırlayan sonuca benzer tepkilere yol açtığını görür. Sanıyorum, taban kaybetme ve iktidardan düşme telaşı, AKP’ye hata üstüne hata yaptırıyor! Canan Kaftancıoğlu’na “Geçmiş olsun” diyorum! ‘Kadın Papa’ ve Türkiye Tufan Erbarıştıran İnsanlık tarihinin belki de en ilginç olayıdır, bir kadının papa olarak seçilmesi. 8. yüzyılda Almanya’nın İngelheim şehrinde doğmuştur. Henüz 12 yaşına geldiğinde, erkekler gibi saçlarını kestirir, erkek giysileri giymeye başlar, onlar gibi konuşur. Buraya kadar özel bir tercih diyebiliriz. Ailesi onu Gilberta (ya da Jutta) diye çağırmaktadır. Erkek kılığında, Hıristiyan rahiplerle birlikte Atina’ya gider. Orada teoloji, felsefe ve Latince dersleri alır. Ardından yine bir rahip olarak (adını, Joan Anglicus olarak değiştirir), Benedictina Manastırı’na girer. Burada zeki biri olduğundan, çok kısa bir sürede kendini kabul ettirir. Ancak bununla da yetinmez, Roma’ya gider ve orada kardinal olur. Sonrasında Sekizinci John adını alır ve iki sene, beş ay, dört gün boyunca Papalık makamında oturur. Ancak beşer şaşar derler. Bir erkeğe âşık olur ve ondan hamile kalır. 855 yılında bir dini tören sırasında doğurur. Sonrası malumdur, başına gelmeyen kalmaz. Söylemek istediğimiz, kadın ve erkeğin birbirlerine âşık olmalarına hiçbir makam engel olamaz. Bu olay gizli de olsa, sonunda yaşanmış bir aşk vardır. İslamiyet günümüzde kendini reform etmediği sürece, ilkel ve ucube kılıklı tarikatların tekelinde kalacaktır. Bu da laikliğin önemini ortaya koymaktadır. İslam tarikatlarında ise kadın tamamen toplum dışı bırakılmıştır. Adeta izole edilmiş bir biçimde, evinde ya da ona gösterilen kapalı mekânda oturmaya mecburdur. Bir erkeğin kadınla yakınlaşması, ona âşık olması, birlikte başlayacak bir yaşama adım atmaları son derece normaldir. Ancak İslami tarikatlarda böyle bir şey asla mümkün değildir. Kadının çarşafın içine kapanması, evde oturmasıyla da erkeğin kendi cinsine yönelmesi arasında nasıl bir bağ var, bilemiyoruz. Ancak şunu iyi biliyoruz: Tarikatlarda oğlancılık, küçük çocuklara tecavüz ve türlü sapıklık almış başını gidiyor. Ensar Vakfı’nda yaşananlar ile daha birçok tarikatta benzer türden sapık ilişkilerin yaşandığını medyadan öğreniyoruz. Üstelik Ensar Vakfı sanki hiçbir şey olmamış gibi, Milli Eğitim’in gözdesi durumda... AKP’nin tarikat ısrarı Basına yansıyan ifadelerde, insanın midesini bulandıran itiraflar vardır. Çocukların dilini yalamak, porno seyrettirip tecavüz etmek, kadı na değil oğlana sarılmayı sevdirmek... Hoca (!) diye tanınan insanların 89 yaşlarındaki kız çocuklarının evlenebileceğini söylemesi inanılır gibi değildir. “Annemle iki gün kapalı bir odada kalırsam o bana helal olur, annemin dizkapaklarını görürsem şehvete kapılırım, sakalsız erkek kadına benzer hatta başka erkekleri günaha sokar, dokuz yaşındaki bir kız babasını tahrik eder, üç yaşındaki bir kız çocuğu külotla amcasının yanında bile dolaşmamalıdır” diyebilenlere ne demeliyiz artık? Peki, bazı tarikat müritlerinin bedenlerine şiş, kesici alet sokmalarına ne diyeceğiz? İslami tarikatlar arasında Kadirilik, Rufailik gibi sapkın denilebilecek gruplar vardır. Tarikatları sosyal toplum derneği/vakfı gibi kabul ederseniz bütün bunlar gerçekleşir. Rıza Zelyut’un “Osmanlı’da Oğlancılık” adlı kitabını mideniz elverirse okuyabilirsiniz. AKP iktidarı ısrarla insanları tarikatlara yöneltmeye çalışmaktadır. İmam hatipler ve camilerin sayısı inanılmaz artmıştır. Cumhuriyetin ilk dö nemlerinde, kızlar ve erkeklerin birlikte okuması, modern bir toplum için kılık kıyafet değişimi, dil devrimi, tarikatların kapatılması son derece önemliydi. AKP ise bunun rövanşını almaya çalışmaktadır. En köklü gazetelerimizden biri olan Cumhuriyet gazetesini bile baskı altına almaya çalışmadılar mı? Sözün özü İslamiyet günümüzde kendini reform etmediği sürece, ilkel ve ucube kılıklı tarikatların tekelinde kalacaktır. Bu da laikliğin önemini ortaya koymaktadır. AKP iktidarı adım adım şeriata yönelmektedir. İslami bir yaşam biçimi şimdilik özendirilmektedir. Ancak zamanla bunu (“mahalle baskısı” sözlerini anımsayınız...) zorunlu bir konuma getirmek isteyecekleri kuşkusuzdur. Bu konuda aydınlarımıza da büyük bir görev düşmektedir. Hiç korkmadan bu konuda düşüncelerini özgürce ortaya koymalıdırlar. Bu konularda eğitmek isteyenlerin çok okuması gerekir. Sözgelimi, Özdemir İnce, Arif Tekin, Rıza Zelyut, Nazif Ay, Turan Dursun, İlhan Arsel, Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz, Murtaza Demir, Cemil Kılıç gibi yazarların kitapları bu gözle okunmalıdır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle