19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 23 EYLÜL 2019 PAZARTESİ [email protected] olaylar ve görüşler Ergenekon davası bitti (mi?) Ergenekon Davasında yargılananların kimliklerine, düşüncelerine, görevlerine bakıldığında hedefin Türkiye Cumhuriyeti olduğu kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde açık. Bu denli büyük ve kurumlarıyla birlikte devleti hedef alan bir davada başka sorumlular yok mudur? Hamdi Yaver AKTAN Yargıtay Onursal Daire Başkanı Yargıtay’ın kararından dönmesinin olanaksızlığı gözetildiğinde, yerel mahkemenin beraat kararıyla birlikte Ergenekon davasında olgu olarak kararın kesinleştiği ve adalet tarihinin en büyük kurgu davasının bitmiş olduğu söylenebilir. Yargıtay 11. Ceza Dairesi ise daha önce söz konusu örgütün olmadığını ve yargılananların da suç işlemediklerini saptamıştı; karar, hakkı olmayan tarafından götürüldüğü Ceza Genel Kurulu’nda temyiz istemi reddedilerek kesinleşmişti. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı da aynı konuda 2018 yılı ortalarında kovuşturmaya yer olmadığına karar vermişti. Nasıl yapılabildi? Öte yandan 2016 yılında 15 Temmuz’dan önce Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hazırlanan FETÖ/PDY çatı iddianamesinde Ergenekon isimli bir örgütün olmadığı açıklanmıştı. Hatta Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) toplu ihraç kararında da aynı tespit yapılmıştı. Yargılama sürecinde devletin bütün istihbarat birimleri Ergenekon isimli bir örgütün olmadığını da mahkemeye bildirmişlerdi. Bu tespitlerden sonra şu sorular sorulmalı: Gazetemiz Başyazarı İlhan Selçuk, gelen “Ergenekon” tutuklamalarının en büyük dalgasının gerçekleştiği 21 Mart 2008 tarihinde sabaha karşı evi basılarak gözaltına alındı. Gözaltına alınan diğer aydınlarımızın pek çoğu tutuklanırken İlhan Selçuk’u yaşı ve sağlık durumunu dikkate alarak tutuklamaya cesaret edemediler. Ancak 3 gün sonra serbest bırakılan İlhan Selçuk bir daha eski sağlığına kavuşamadı. Uzun süre hastanede tedavi gördü. Bir süre yazılarına devam etse de bir yıl sonra tekrar rahatsızlanan ve 21 Haziran 2010 tarihinde aramızdan ayrılan İlhan Selçuk, yaşamdan ve çok sevdiği gazetesinden koparıldı. O halde böyle bir soruşturma ve kovuşturma nasıl yapılabildi? İstihbari bilgi dahi olmadan nasıl kurgulamaya yönelindi? Kaldı ki bu tür soruşturmalarda öncelikli olarak istihbari bilgi olmalı ve daha sonra soruşturma yapılabilir ölçüde belgeye ulaşılması halinde dava açılmalıdır. Soruşturma ve kovuşturma evrelerinde görev alan polissavcıyargıç üçgeni görünürde sorumlu tutulmakta; FETÖ/PDY örgütü nedeniyle haklarında soruşturmalar ve kovuşturmalar yapıldığı görülmektedir. Hedef Türkiye Cumhuriyeti Ergenekon davasında yargılananların kimliklerine, düşüncelerine, görevlerine bakıldığında hedefin Türkiye Cumhuriyeti olduğu kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde açık. Bu denli büyük ve kurumlarıyla birlikte devleti hedef alan bir davada başka sorumlular yok mudur? Sahte delil üretimi, mütareke basınından daha büyük medya desteği vb. olgularla birlikte emperyalist gücün desteği olmadan bu denli uydurma dava oluşturulamazdı. Tezkere’nin TBMM’den geçmemesinin öfkesiyle stratejik ortak(?) tarafından Türkiye Cumhuriyeti, değil müttefik, düşman olarak görünmüş ve yerli işbirlikçilerini kullanarak operasyon başlatılmıştı. Düşman müttefik (!) Bu bağlamda hemen belirtilmelidir ki 15 Temmuz 2016 gecesi aynı güç “taraflara itidal çağrısı” yapmıştır. Oysa bilinmektedir ki meşru ve gayrimeşru güç karşı karşıya geldiğinde “taraflar” söz konusu olmaz, olamaz!.. Güç kullanma devletin en önemli özelliğidir; devlet olmanın göstergesidir. Gayrimeşru ha reket edenin taraf olamayacağı görmezden özellikle gelinmiştir. Neden uyarı yapılmadı? Öncesi ve sonrasıyla tarihin en büyük yalanı kurgulanırken, yargılama sürecinde böyle bir örgütün olmadığını belirten birimler, ilgili mercileri neden uyarmamışlardır. Bu ölçüde büyük ve dahası hedefi de devleti çökertmek olan dava kurgulanırken ilgili birimlerin nasıl haberi olmamıştır? Hedefi devlet olan bir soruşturmanın ayırdına varmamış olmalarının olanaksızlığı karşısında ortada en azından ihmallerin olduğu belirtilmelidir. Bu organlar içindeki bir kısım görevlilerin terör örgütü ile bağlantıları olduğu özellikle 15 Temmuz 2016 tarihinden sonra görülmüştür. Ne var ki bu husus diğerlerinin ihmalini ortadan kaldırmamaktadır. Sorgulanması gerekenler Devletin, devlet olmaktan kaynaklanan ve varlık nedeni olan koruyucu, önlem alıcı organlarında görevli bulunanların, görevleri gereği bilmeleri gerekli/zorunlu bilgileri ilgili mercilere neden iletmedikleri sorgulanmalıdır. Sözgelimi kim ya da kimlerin emperyalist güçlerle işbirliği yaptıklarını, sahte belgeleri nasıl ürettiklerini, silahları nasıl elde ettiklerini, sakladıkları vb. bilmek yükümlülükleri vardır. Saptayamamış olmalarını düşünebilmenin olanaksızlığı karşısında sorumlulukları kesinlik kazanmaktadır. Görünürler yargılanmaktadır; kuşkusuz ki gereklidir. Ancak, bu yeterli görülmemeli. Tarihin en büyük kurgu davasını oluşturanlar bütünüyle ortaya çıkarılmalı ve yargı gücüne teslim edilmelidir. Tehlikeyi neden fark edemedikleri de sorulmalıdır. “Terör örgütü her birime sızmıştı” söyleminin mazeret olamayacağı ve kabul edilemeyeceği bilinmelidir. “Ergenekon davası” asıl o zaman bitecektir. Gelecekte tehlike yaşanmaması için!.. Siyasetin 2019 Sonbaharı başlarken AKP, yıkıcı sonuçları yıllardır topluma yaşatıyor, şimdilerde kaçınılmaz olarak, kendisi de yaşıyor. Muhalefet, öncelikle, AKP’nin başarısızlığının nedenlerini gerçekçi bir biçimde çözümlemelidir Prof. Dr. Yakup KEPENEK Tek kişiye dayalı başkanlık rejimi bir sonbahar yaprağı gibi sararıp savruluyor. Aslında savrulan iktidar partisi AKP ve onunla birlikte, partidevlet bütünleşmesinin doğal bir sonucu olarak, tüm ülkedir. Bu durum, kuşkusuz AKP iktidarının sonu geldi anlamına gelmiyor. Ancak bu kavşakta ana sorun, 24 Haziran 2018’de tam anlamıyla uygulamaya konulan rejimin daha 15. ayında, ya da dört yılı daha varken, neden, yeni bir seçimden söz edecek derecede sorgulandığı ve çok daha önemlisi yerinin nasıl doldurulacağıdır. AKP savrulmasının ana nedeni Yerel seçimlerde özellikle de 23 Haziran’da tekrar ettirdiği İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde yediği ağır yumrukla sersemleşen AKP, son günlerde kendi içinden gelen çıkışlarla sarsılıyor. AKP’nin gerilemesinin nedenleri olarak, ekonomiden dış politikaya, hukuktan eğitime ve sosyal politikaya uzanan çok uzun bir liste yapılabilir. Listeye, Cumhuriyetin değerlerini silme çabaları, ülkenin Suriye bataklığına sürüklenmesi; doğa duyarsızlığı; orman ve özelleştirme, yağmaları; bütçe kaynaklarının yandaş sermayeye peşkeş çekilmesi; Cumartesi ve Diyarbakır annelerinin çığlıklarına çare bulamaması ve toplumu barıştan çok uzak düşürmesi de eklenmelidir. Ancak AKP’nin başarısızlığının bütün bu göstergeleri birer sonuçtur. AKP’de yaşanmakta olan depremin temel nedeni, bu partinin düşünsel ya da ideolojik niteliğinin düşünce ve ifade özgürlüğünü, günümüzün evrensel ölçülerine göre benimsemeye uygun olmamasıdır. Kurulduğu günlerde sözünü ettiği ve Avrupa Birliği’ne tam üyelik görüşmelerinin en önemli dayanağı aldığı düşünce ve ifade özgürlüğünün günümüzde yerinde yeller esiyor. Yaşattığını yaşıyor Önce kendi içinde, sonra da tüm ülkede düşünce ve ifade özgürlüğünü iyice kurutan, giderek yok eden AKP, bunun yıkıcı sonuçlarını yıllardır topluma yaşatıyor, şimdilerde kaçınılmaz olarak, kendisi de yaşıyor. Özgür görüşme ortamı olmayınca, parti içi iktidar kavgası iç çatışmaya dönüşecek ölçüde kaçınılmaz oluyor. Daha derinde, partidevlettarikatsermaye bütünleşmişliği nedeniyle AKP, tüm vücudunu sarmış olan FETÖ ile bir türlü etkin bir mücadele veremiyor. Yolsuzluklara adları karıştığı gerekçesiyle görevlerinden uzaklaştırılan dört bakandan biri, nasıl oluyorsa, büyükelçi olarak atanıyor. Tüm devleti saran FETÖ dışı tarikatlar, eğitimden sonra yargıda da iyice yerleşiyor. Başkan Erdoğan, demokrasilerde, devletin temel görevlerinden en önde geleninin iş arayan her yurttaşına iş bulmak olduğu gerçeğinden tamamıyla uzak bir anlayışla; çalışmanın bir hak olduğunu yok sayarak, üstelik yeni eğitim yılının açılış töreninde, milyonlarca işsiz üniversite mezunlarının gözünün içine baka baka, işsizlik olabilir diyebiliyor. Dahası, devlet yönetimdeki beceriksizliğe bakın; tamamıyla kendisine bağlı iki kamu kurumun, Türkiye İstatistik KurumuTÜİK ve İŞKUR’un işsiz sayıları bile birbirini tutmuyor! Düşünce ve ifade özgürlüğünün yok edilmesinin verdiği zararların bir türlü sonu gelmiyor. O kadar ki bugün Türkiye, Başkan Erdoğan tam bir hukuk tanımazlıkla, yıllardır tutuklu bulunan eski HDP eşgenel başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ için “bunları bırakamayız, eğer bırakırsak ahrette şehitler bizden hesap sorar” anlayışına ulaşmış bulunuyor. Siyasette, hesabın bu dünyada görülmesi gerektiği unutuluyor. İkizleri beklerken AKP’den ayrıca iki partinin doğacak olması bu sonbaharın en önemli siyasal gelişmelerinden biridir. Önümüzdeki aylarda AKP’den iki yeni parti çıkacağı kesin. Eğer bu partinin içinde, elbette partinin tüzüğü ve programı kapsamında kalmak koşuluyla düşünce ve ifade özgürlüğü ya da daha kapsamlı anlatımıyla parti içi demokrasi var olsaydı, AKP kendi kendini yeniler ve bu kopmalar yaşanmazdı. AKP’den doğacak ikizler konusunda bugüne kadar yapılan açıklamaların ortak noktası bu partinin kuruluş değerlerini yitirdiği görüşünü dile getirmeleridir. İkizlerden biri, eski Başbakan Ahmet Davutoğlu, uzaklaşılan kuruluş değeri olarak da 3Y diye tanımlanan yasaklar, yolsuzluk ve yoksulluk ile mücadeleyi alıyor. Böylece, AKP’yi eleştirilerinde çok ama çok yüzeysel kalıyor; işin özüne inemiyor. Üstelik Davutoğlu tam bir ay önce Sakarya’da, “Terörle mücadele defterleri açılırsa birçok insan, insan yüzüne çıkamaz” gibi çok güçlü bir suçlamayla yola çıkmasına karşın, bu konuda bugüne kadar bir açıklama yapmıyor; yapmayabiliyor.Hareketinin milliyetçimuhafazakar bir çizgi izleyeceği sonraki açıklamalarından anlaşılıyor. İkinci ikiz eski Ekonomiden Sorumlu Bakan Ali Babacan’ın, bugüne dek kapalı kalmakla birlikte ekonomizm üzerinden gideceği görülüyor. Özetle, ikizlerin özelliklerinin netleşmesi, bunun için de göbeklerinin kesilmesine kadar beklenilmesi gerekiyor. Ve muhalefet Muhalefetin ana kısmı CHP, büyük belediyeleri kazanmış olmanın sarhoşluğunu yaşıyor; AKP’deki sarsıntıları en uygun deyimle ellerini ovuşturarak izlemekle yetiniyor. HDP sağ kalma uğraşı verirken, SP ortalığı yumuşatma, İYİ Parti de biz anahtarız noktasına asılıyor. Oysa muhalefet partilerinin ve doğacak ikizlerin, hiç zaman yitirmeden, nasıl bir AKP sonrası sorusuna yanıt aramaları gerekiyor. Bununla eşzamanlı olarak, kazanılan belediyelerin toplumda hak ve özgürlük bilincinin gelişmesine katkı yapacak, olabildiğince ortak çalışmalar yapmaları, çok büyük bir önem taşıyor. Sonuç olarak, muhalefet, öncelikle, AKP’nin başarısızlığının nedenlerini gerçekçi bir biçimde çözümlemelidir. Bu çerçevede, özgürlükçülüğün; yasamanın gücünün artırılmasını, yargının bağımsız ve tarafsız kılınmasını; kamu kurumlarının, yalnızca nesnel ölçülere ve beceriye dayalı olarak alınacak kişilerle yeniden yapılanmasını; özellikle, parti içi katılımcı demokratik bir yapılanmanın esaslarını bir an önce öne çıkarmalı ve kamuoyunda tartışmaya açmalıdır. Unutulmasın, sonbahar, yalnızca dökülen yaprakların hazan mevsimi değildir; baharda yaprak ve çiçek olarak açacak olan tomurcukların oluşma mevsimidir. Erken seçimin ayak sesleri mi? Aslına bakarsanız soru basit... Böylesi ağır ekonomik tabloda, uzmanların “yıl sonunda dibi göreceğiz” söylemleri altında hangi parti halkın önüne “erken seçim” sandığını koyar? Ne var ki siyasi ortam, polemikler ve yaşananlar hem Erdoğan hem Kılıçdaroğlu’nun kafasında öyle ya da böyle “erken seçim” gündemini eksik etmiyor. Partisinden kopuşları önlemek için belediyelerde “makam” kıyağı çekmeye hazırlanan Erdoğan, AKP içinden çıkacak iki parti Anadolu’da teşkilatlanmadan örgütünü erken seçim havasına sokmak istiyor. Erdoğan’ı en çok Anadolu’daki kopuşlar endişelendiriyor. Neredeyse her gün bir konuşma yapıyor; konuşmalar “seçim havasını” yansıtıyor. Özellikle TEKNOFEST’te yaptığı konuşmada kendisini yargı yerine koyarak verdiği mesajlar kelimenin tam anlamıyla bir “seçim yatırımı”. Demirtaş’la ilgili “tutukluluk” hamlesini bu yönüyle okumak lazım... Pelikan savaşının altında ne yatıyor? Erdoğan’ın önümüzdeki aylarda Saray’daki kabinesini değiştireceği herkesin malumu. Özellikle geçen hafta yaşanan “Pelikan savaşı”nın altında da kabine hesapları yatıyordu. Öteden beri Erdoğan, parti yöneticileriyle, kurmaylarıyla yaptığı toplantılarda “FETÖ ile mücadelede bazen tek başına kaldığını” yineliyor. Yakın çevresine, Davutoğlu, BabacanAbdullah Gül ekibinin partiden kopuşlarında, Gülen cemaatiyle yaşanan mücadelede yaşanan fikir ayrılığı olduğuna işaret ediyor. Peki Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nin yerine yapılacak binanın temel atma töreninde sahneye Tamince ile birlikte çıkmakta herhangi bir sakınca görmeyen Erdoğan’ın, Sabah gazetesi üzerinden patlak veren Pelikan savaşı sırasında Tamince’nin kapatılan dosyasının raftan indirilmesinden haberinin olmadığını düşünebilir miyiz? AKP’li bir kaynak, “Erdoğan İBB’nin kaybedilmesinden sonra zora giren yandaş basın kuruluşunu Tamince’nin almasını istedi, ancak Tamince bu teklife sıcak yaklaşmadı” diyor. Böylesi bir iddia ne kadar doğrudur bilinmez!.. Ancak Pelikan savaşı sırasında bir anda dosyanın raftan inmesi, kaynağın iddiasını güçlendiriyor. Yerel seçimlerdeki büyük yenilginin ardından Erdoğan’ın kabinesinde yapacağı değişiklikler, isimler “erken seçim mi, yoksa zamana yayma stratejisi mi” uygulayacağını ortaya koyacak. Kendi cephesinde “büyük bir iç sıkıntı yaşayan” Erdoğan, bir yandan da karşısında oluşan Millet İttifakı’nı zayıflatmak için tüm hamlelerini yapıyor. Akşener’le olan temas, HDP’nin yerel seçimlerdeki açık desteğinin en aza indirilmesi için sarf edilen söylemler “CHP’yi yalnızlaştırmak” için atılan adımlardan birkaçı... Muhalefet için can alıcı soru... İktidar cephesinde bunlar yaşanırken ana muhalefet cephesinde neler oluyor? Cumhuriyet bugün, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu söyleşisiyle okurun karşısına çıkıyor. Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarını politika sayfalarımızda okuyacaksınız. Ancak CHP liderinin “erken seçim tartışmaları üzerine” yaptığı açıklamayı buradan da aktarayım: “Ben, özellikle yerel seçim döneminden bu yana, bir erken seçimi doğru bulmadığımı, parti olarak bizim de bir erken seçim talebimizin söz konusu olmayacağını sıklıkla vurguladım. Biz hâlâ aynı noktada duruyoruz. Bir erken seçim doğru değil. Ancak, erken seçim kararı alacak olan iktidar bloku açısından durumu değerlendirdiğimizde, bir süre sonra bunlar başta ekonomi olmak üzere pek çok konuda Türkiye’yi yönetemedikleri gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalacaklar. Dolayısıyla ‘Biz yönetemiyoruz, seçime gitmek zorundayız’ diyeceklerdir.” Muhalefeti zorlayan en önemli soru şu: “İstanbul’un kazanılmasıyla birlikte oluşan büyük siyasi rüzgâr daha da güçlendirilerek 2023 yılına taşınabilir mi?” Bu hem CHP hem de diğer partilerin içinde tartışılıyor... İktidarın “muhalefetin belediyelerdeki başarısızlığını sergileyelim” politikası ise bir başka siyasi tartışma konusu. İşte bu noktada Ekrem İmamoğlu’na, Mansur Yavaş’a, Tunç Soyer’e, Zeydan Karalar’a, Vahap Seçer’e, Muhittin Böcek’e, Osman Gürün’e ve diğer başkanlara büyük görev düşüyor. Yereldeki başarılıbaşarısız siyaset, iktidarın politikasını ya haklı çıkaracak ya da çökertecek. Bir nebze erken seçimin ayak seslerini de bu tablo belirleyecek...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle