28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 3 AĞUSTOS 2019 CUMARTESİ gorus@cumhuriyet.com.tr TASARIM: SERPİL ÜNAY OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’? İLKER BAŞBUĞ 26. Genelkurmay Başkanı Türkiye Cumhuriyeti, en ağır sorunlarla karşı karşıya olduğu bir dönemin içinden geçmektedir. Sorunların başında; ekonomik sorunlar, eğitim ve öğretimdeki sıkıntılar, başta komşu ülkelerle olmak üzere dış ilişkilerde yaşanılan ciddi problemler ve terörle mücadele gelmektedir. Bütün bu sorunlar yetmiyormuş gibi, toplumun neredeyse her konuda ikiye bölünmüş olması yaşanılan sorunları daha da ağırlaştırmaktadır. Sorunlara daha kolay çözüm bulacağı şekliyle tanıtılan ve savunulan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” 16 Nisan 2017’de düzenlenen referandumda, biraz da tartışmalı olarak, yüzde 51.4 oranında “evet” oyuyla kabul edildi. 16 Nisan 2017 referandumundan önce yayımlanan “Sorunlarla Yüzleşmek” adlı kitapta getirilmek istenilen sisteme ilişkin olarak şu tespitler yapılmıştı: “Nedenlerinin açıkça ortaya konulmadığı, ani kararlarla Türk siyasi hayatında, siyasal kültüründe böyle önemli değişikliklerin gerçekleştirilmesinin doğru olmadığı düşünülmektedir... Anayasa değişiklik önerilerinin, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunlara çözümler üretmekten ziyade, mevcut sorunları daha da artıracağından endişe duyulmaktadır.” Parlamenter sistem en uygunu Aradan iki yıldan fazla zaman geçti. Bugün Türkiye’de, referandumda “evet” oyu verilmesini savunanlar veya en azından sessiz kalanlar da dahil olmak üzere çok kimse, bu anayasa değişikliği ile getirilen “siyasal sistem”in doğru olmadığını, en azından yetersiz olduğunu ve sorunlara çözüm getirmediğini tartışıyor, düşünüyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin fiili olarak uygulanmasına ise 24 Haziran 2018 seçimi sonrasında geçildi. Uygulama birinci yılını doldurdu. Türkiye; ekonomide, dış politikada, iç politikada daha çalkantılı bir döneme girdi. Neden böyle oldu? Neredeyse 150 yıla yakın bir zamandır bu topraklarda parlamenter sistem uygulanmaktadır. Kesintilerle de olsa, Türkiye’nin 1876’dan beri sahip olduğu siyasal tecrübe, bize parlamenter sistemin Türkiye için daha uygun bir siyasal sistem olduğunu göstermektedir. Türkiye’de özellikle 1946’dan itibaren siyasi partiler “siyasetin ana aktörü”dür. Dolayısıyla siyasi partilerin oluşturduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Meclis’in içinden çıkan, Meclis’e karşı sorumlu olan hükümetler “siyasetin ana güç odağı”nı oluşturmaktaydı. Ortak sorumluluğun önemi Bakanlar Kurulu’nda yer alan başbakan ve bakanların hepsinin “siyasi” ve “hukuki” sorumluluğu bulunmaktaydı. Bakanlar Kurulu’nun “ortak sorumluluğu” söz konusuydu. Hükümet direktifi, hükümet tezkeresi, Bakanlar Kurulu Kararnamesi’nin bir bakan tarafından imzalanmaması bile o belgelerin oluşmasını engelleyebiliyordu. Bu düzen bize şunu gösteriyordu: Konular, Bakanlar Kurulu’nda yetkili ve sorumlu bakanlar tarafından enine boyuna tartışılıyor ve alınan kararlar “kolektif” niteliğe sahip oluyordu. Hükümetlerin Meclis içinden çıkması ve hükümetin Meclis’e karşı sorumlu oluşu, parlamenter sistemin en büyük özelliğiydi. Hükümetler güvenoyu alarak kurulduğu gi Yeni sistem “kolektif sorumluluk”tan “Cumhurbaşkanı’nın sorumluluğu”na geçiş ve Cumhurbaşkanı’nın parti başkanı olabilmesi ile sınırlı değil. Milletin, ülkelerin, şahıslara kendini unutacak ve kaptıracak kadar bağlanmasının iyi neticeler doğurmadığını tarihi tecrübeler göstermektedir. bi, güvensizlik oylaması sonucu da düşürülebiliyordu. Dolayısıyla yasama, yürütme karşısında etkin bir “kontrol ve denetim” gücüne sahipti. Anayasa değişikliği ile “Bakanlar Kurulu” ortadan kaldırılmıştır. Bakanlar, Cumhurbaşkanı tarafından görevlendirildiği gibi Cumhurbaşkanı tarafından da görevden alınabilmektedir. Bakanların TBMM’ye karşı sorumluluğu yoktur. TBMM’nin bugün yürütme üzerinde sadece “Genel Görüşme”, “Meclis Araştırması” ve “Yazılı Soru Sorma” yetkisi vardır. Yeni sistem, özellikle “yürütme” açısından kolektif sorumluluktan Cumhurbaşkanı’nın sorumluluğuna geçmektedir. Bakanların göreve gelişleri ve ayrılışları ile ABD’deki sistem arasında benzerlikler olduğunu ileri sürenler olabilir. Önemli farklar Evet, bazı benzerlikler vardır. Ama önemli farklar da bulunmaktadır. Birincisi, ABD Başkanı kabine üyelerini ve üst düzey sivil ve asker görevlileri ancak Senato’nun onayıyla atayabilmektedir. İkincisi, ABD Kongresi yürütme üzerindeki kontrol ve denetimini “daimi komiteler” ve onların “alt komiteleri” üzerinden yapmaktadır. Bu komiteler her türlü “araştırma” ve “soruşturma”yı yapmaya yetkilidir. Onun için Amerikan sisteminde komitelere “alt hükümetler” adı verilmektedir. Örneğin, Senato’nun “Dış İlişkiler Komisyonu” Dışişleri Bakanını, “Silahlı Kuvvetler Komisyonu” Milli Savunma Bakanını komitelere davet ederek, günlerce sorgulayabilmektedir. ‘Başkan’ın korkulu rüyası ABD Anayasası, “güçler ayrımı” ve “kontrol ve denge” prensip ve uygulamalarını çok kesin çizgilerle tayin etmiştir. Hatta bazen, başkanlara tanınan yürütme yetkilerinin Kongre’yle birlikte kullanılması öngörülmüştür. Örneğin, bakanların ve üst düzey sivil ve asker görevlilerin atanması gibi. Hele, ABD’de Kongre mali konularda adeta başkana korkulu rüyalar yaşatabilecek bir güce sahiptir. Evet, ABD’deki başkanlık sistemi dünyada işleyen en iyi başkanlık sistemidir. Ama, bütün bunlara rağmen ABD’deki sistemin de yetersizlikleri olduğu bir gerçektir. Diğer bir gerçek ise ABD’de anayasayı yapanların Kongre’yi, yani yasama organını devletin en dinamik organı, halkın sesi ve demokrasinin garantisi olarak düzenleme de gösterdikleri başarının aynısının, bugüne kadar başkanlık sistemi ile yönetilen diğer ülkelerde gösterilememiş olmasıdır. Türkiye’de tarihsel gelişimin ve parlamenter sistem içinde siyasi partilerin ne kadar önemli rolü ve gücü olduğu ortadadır. Toplum özellikle 1946’dan itibaren siyasal bilince ve siyasi parti kültürüne yakın olmaya başlamıştır. Diğer bir deyişle, toplum siyasileşmiştir. Türkiye’de siyasi partilerde çok ciddi boyutta “parti disiplini/lider hâkimiyeti” bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı’nın partisiyle olan ilişkisinin kesilmesi tartışması, Demokrat Parti’nin öncülüğünde 1946 yılından beri Türkiye’nin gündemine girmiştir. Demokrat Parti’nin 7 Ocak 1947’de toplanan 1. Büyük Kongresi’nde “ana davalar” diye isimlendirilen konular tartışılmıştır. Ana davaların başında, Cumhurbaşkanlığı ile fiili parti başkanlığının ayrılması konusu gelmekteydi. 14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimi Demokrat Parti kazandı. DP Başkanı Celal Bayar, Meclis tarafından Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Cumhurbaşkanlığı’na seçilen Bayar, hemen DP Başkanlığı’ndan ayrıldı. Asıl sorunlar 2017 referandumuna kadar, Cumhurbaşkanlarının partileriyle olan ilişkilerinin kesilmesine yönelik anayasal düzenleme sürdürüldü. Yeni anayasa değişikliğiyle Cumhurbaşkanı’nın partisiyle olan ilişkisinin kesilmesine yönelik düzenleme kaldırıldı. Sıkı ve katı parti disiplininin var olduğu, Siyasi Partiler Kanunu’na göre parti liderlerinin neredeyse mutlak güce ulaştığı bir durumda; “güçler ayrımı” ve “kontrol ve denge” sistemi ve Cumhurbaşkanı’nın “tarafsızlığı” nasıl sağlanabilir, nasıl korunabilir? Asıl sorulardan birisi de budur. 16 Nisan 2017 referandumu ile getirilen değişiklikler elbette bakanların görevlendirilmesi ve bakanların yetki ve sorumlulukları değişiklikleriyle, “kolektif sorumluluk”tan, “Cumhurbaşkanı’nın sorumluluğu”na geçiş ve Cumhurbaşkanı’nın parti başkanı olabilmesi ile sınırlı değil. Ortada başka ciddi sorunlar da var. Burada üzerinde durulmaya çalışılan asıl konu, yapılan anayasa değişiklikleri ile Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunlara daha hızlı ve doğru çözümler bulunacağına yönelik beklentilerin bugüne kadar gerçekleşmemiş olmasıdır. Son söz Milletin, ülkelerin, şahıslara kendini unutacak ve kaptıracak kadar bağlanmasının iyi neticeler doğurmadığını tarihi tecrübeler göstermektedir. Beklenen yargı reformu ne getirir? AV. CELAL ÜLGEN Gerçekleşmesi TBMM’nin yeni çalışma dönemine sarkan yargı reformu tasarısına iktidar çevrelerinden büyük umutlar beslendiği görülmekte ve bu reform çalışması ile yargının önemli ivme kazanacağı ileri sürülmektedir. TBB Başkanı, Sayın Feyzioğlu da gerçekleşecek yargı reformunun daha önce alkışlanan strateji raporuna karşı çıkanlara, yani bizlere reformun getirdiği başarıların “kapak” olacağını belirtmektedir. Bilindiği gibi “reform” sözcüğü ıslahat, yeniden düzenleme, yeniden şekil verme anlamına gelmektedir. Bu nedenle yargıda yapılacak değişiklikler için reform sözcüğünün kullanılmasıyla yargıda köklü değişiklikler yapılmayacağı, değişikliklerin sistemsel olmadığı, ağır aksak işleyen eski şekline bazı yenilikler getirileceği bu yeniliklerin ise yargı sorunlarını çözmekten çok siyasi iktidarı tatmin edecek türden olduğu eldeki verilere göre şimdiden söylenebilir. Yargıya güven yerlerde sürünüyor Yapılan bütün anketlere göre yargıya güven oranı yüzde 22 seviyelerine düşmüş iken 2019 yılında bazı anketçilere göre bu oranın yüzde 30’la ifade edilen rakamlara ulaşınca Adalet Bakanı’nın bu çıkıştan fazlaca hoşnut olduğu gerçeği bile tek başına yargının içinde bulunduğu sorunları gözler önüne sermektedir. Yargıya güven oranının böylesine giderek yerlerde sürünmeye başladığı yüzde 30’lu rakamların başarı sayıldığı bir ortamı düşünmek bile istemeyiz, ama ne yazık ki yaşıyoruz. Yargıya güvenin yüzde 80’nin altında seyretmesi halinde o ülkede demokrasinin alarm zillerinin çalması gerekir. Bizde bırakın alarm zillerinin çalmasını, bu durumdan hukuk kurumlarının, yüksek mahkemelerin ve hukuk fakültelerinin rahatsızlık duymamış olması ve suspus oturmalarıdır garip olan... Demokrasimizin en temel sorunu “erkler ayrılığı” ilkesinin yaşam bulması ve buna bağlı olarak da yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının kâğıt üzerinden çıkıp uygulamaya geçmesidir. Bugün hukukumuzda “hukukun üstünlüğü ilkesi” yerine “otokratın emir üstünlüğü” ilkesi egemen ise hukuk devleti ilkesinden ve hukukun üstünlüğü ilkesinden söz etme olanağı kalmayacaktır. Anayasanın ikinci maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. Anayasa Mahkemesi de bir kararında hukuk devletini, “İnsan haklarına saygılı ve hakları koruyucu, adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekte kendisini yükümlü gören, bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir” şeklinde tanımlamaktadır. Kâğıt üzerinde yer alan bu tanım ne yazık ki eylemde işlememektedir. Yargı reformu denilen şey, bu çirkinliği, hoyratlığı ve hak ihlallerini kaldırmak yerine, örtecek, gizleyecek bir makyajdan öteye gidemeyecektir. Bugün yargıçların özlük işlerini düzenleyen HSK’nin, yürütmeyi ve yasamayı denetleyecek olan yüksek mah kemelerin yapılanmasında bir değişiklik öngörülmemektedir. Siyasi iktidar elinin altındaki yargı sisteminin böyle sürmesini istemekte, “Partili Cumhurbaşkanı” yanında iktidar yanlısı adli ve idari yargıçlar monarşiye dönüşmüş sözde demokrasi oyununda olmazsa olmaz koşul olarak kalmaktadır. Erkler hukuka bağlı olmalıdır Bir hukuk devletinde erklerin ayrı olması da yetmez, ayrıca erkler hukuka bağlı olmalıdır. Yargı organlarının, yürütmenin ve yasamanın hukuka bağlı olup olmadıkları ne yazık ki sorgulanmamaktadır. Yargıçlar, bağımsız olmalı ve bağımsızlığı anayasal ve yasal güvence altına alınmalıdır. Hukuki güvenlik ilkesi geçerli olmalı, yürütmenin yapacağı eylem ve işlemler önceden bilinebilir olmalıdır. Yargı, başta düşünce özgürlüğü ve lekelenmeme hakkı olmak üzere bütün klasik hakların korumasını etkin bir biçimde yapmalıdır. Bugün Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvuru sayısının rekor düzeylere ulaştığından yakınılmaktadır. Yargı o denli bozuk ve o denli güvenilmez ki Anayasa Mahkemesi hak ihlallerini denetleyici bir mahkeme olmaktan çıkmış, bir temyiz mahkemesi olarak başvuru yağmuruna tutulmuştur. Hatta AİHM de bu konuda yoğun ve gereksiz başvurularla tıkanmış durumdadır. Yargının sorunları aslında salt yasa eksikliğinden değil, uygulayıcı eksikliğinden de kaynaklanmaktadır. Örneğin İstanbul Adliyesi’nde bazı savcıların bulunduğu koridorlara avukatların girmesi yasaktır. Bu bölgelere kısıtlı bölge denilmektedir. Yasada böyle bir düzenleme bulunmamaktadır. Cumhuriyet başsavcısının emriyle savcıların bulunduğu koridorlara avukatların girmesi yasaklanmış ve hatta müstahdem iznine tabi tutulmuştur. Bu yargı sisteminde avukatın adı yoktur. Savunma gereksiz sayılmış, işlevsizlik kılınmıştır. Uydu erk yargı... Yargımız hâlâ emirle, talimatla, mesajla iktidar yandaşı medya yönlendirmesi ile iş kotaran bir uydu erk görünümdedir. Yargıya güvensizlik durumunun siyasi iktidarın İstanbul seçimini kaybetmesi sürecine uzanan neden sonuç ilişkisi reform gereksinimin siyasi iktidarın çıkarlarından kaynaklandığı göstermektedir. Öyle ise iktidarın çıkarlarından kaynaklanan bir reform hareketinin gene siyasi iktidarın başka çıkarlarına ters düşme olasılığı bulunabilir mi? İşin ve tek adam rejiminin doğasına ters bir beklenti olur ki, bu olmaz, köklü bir revizyon bile beklenemez. Siyasi iktidar haklar ve özgürlükler adına geri çekilmedikçe, gerçek bir demokrasi örneği sergileyerek yargıyı siyasetin arka bahçesi olarak kullanmaktan vazgeçmedikçe yargı reformu yapılamaz ve yargı iyileştirilemez. Bu durumda yargının normalleşmesini beklemek ancak iktidarın değişmesini beklemek demek olacaktır. Daha alkışlayacağımız bir yargı reformu paketi ana rahmine düşmedi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle