18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 23 AĞUSTOS 2019 CUMA [email protected] TASARIM: SERPİL ÜNAY olaylar ve görüşler 98.Sakarya Meydan yıldönümünde Muharebesi Doç. Dr. HÜNER TUNCER “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır!” Bu sözler bugün 98. yıldönümünü kutladığımız Sakarya Meydan Muharebesi’nde büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk tarafından söylenmiştir. Sakarya Meydan Muharebesi’ne katılan Türk kuvvetlerinin sayısı şöyleydi: 5 bin 401 subay, 96 bin 326 er, 54bin 572 tüfek, 825 makineli tüfek, 169 top, 32 bin137 hayvan, 1.284 araba ve 2 uçak. Bu muharebeye katılan Yunan kuvvetleri ise 3 bin 780 subay, 120 biner, 75 bin 900 tüfek, 2 bin 768 makineli tüfek, 286 top, 3 bin 800 hayvan, 600 adet üç tonluk kamyon, 240 adet bir tonluk kamyon ve 18 uçaktan oluşmaktaydı. Yunan taarruzu 23 Ağustos 1921’de Yunanlar, 2 tümenle demiryolu üzerindeki Beylikköprü’den saldırıda bulundular. Öte yandan 7 fırkayla da güneyde, Sakarya eğrisi üzerindeki Türk sol cenahı basılmıştı. Türk ordusu, sağ cenahıyla Sakarya Nehri doğusunda düşman ordusunun sol cenahına ve Bu muharebede Mustafa Kemal, şu savaş stratejisini uygulamıştı: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır.” 22 gün ve 22 gece aralıksız süren Sakarya Meydan Muharebesi, Mustafa Kemal’in uyguladığı yeni savaş stratejisiyle Türk tarihine şanlı bir zafer olarak geçmiştir! daha sonra cephenin önemli kısımlarında düşmana karşı taarruza geçti. 24 Ağustos’ta Mangal Dağı Yunanların eline geçti. 26 Ağustos’ta da Türbe Tepe Yunanların eline geçmiş ve cephenin yarılma tehlikesi belirmişti. Bu gelişme üzerine 2627 Ağustos’ta Mustafa Kemal, Milli Savunma Bakanlığı’na Meclis’in ve hükümetin ilk aşama olarak Keskin’e, zorunluluk halinde ise Kayseri’ye nakli için emir vermiş, ancak Yunan taarruzunun kırılması üzerine, 27 Ağustos’ta bu emrin uygulanması durdurulmuştu. 28 Ağustos’ta savaş çok kanlı bir biçimde sürmekteydi. Yunanlar, 30 ve 31 Ağustos’ta şiddetli ve başarılı saldırılarda bulundular. 31 Ağustos’ta Yunanlar, Çal Dağı’nın batı kısmını ele geçirmiş, Polatlı boşaltılmıştı. 1 Eylül’de Yunanlar, Türk sol kanadına karşı giriştikleri taarruzdan vazgeçerek Türk kuvvetlerinin sağ kanadı ile merkezine sal dırdılar. 2 Eylül’de de aynı hareket sürmüş ve Yunanlar, Çal Dağı’nın tamamını ele geçirmişti. Mustafa Kemal Paşa, savaş süresince birkaç kez cepheye gelmiş ve alan savunması anlayışını pekiştiren yeni emirler vermişti. Türk karşı taarruzu 45 Eylül’deki Yunan saldırıları Türk güçlerince durduruldu; 6 ve 8 Eylül’de Türk ordusu, Yunan güçlerine taarruzda bulundu ve bu taarruzların başarılı olması üzerine, 10 Eylül 1921’de Beylikköprü’nün doğusunda genel taarruza geçildi. Bu taarruz çok başarılı olmuş ve Duatepe geri alınmıştı. 11 Eylül’de Yunan güçleri, Sakarya’ya doğru çekilmeye başladı 12 Eylül’de kuzeyde Kartaltepe, güneyde Çal Dağı ve Mangal Dağı Türk kuvvetleri tarafından geri alındı. Bu muharebede Yunan ordusunun taarruz gücü kırılmış ve üçte biri yok edilmişti. Sakarya Muharebesi, Yunan ordusu ile Yu nan milletinin zafere olan inançlarını yok eden bir savaş oldu. 13 Eylül 1921 tarihinde Sakarya Nehri’nin doğusunda düşman ordusundan hiçbir eser kalmamıştı. Yunan güçleri, EskişehirAfyon doğusu hattında savunmaya çekildiler ve 26 Ağustos 1922’ye yani Türklerin Büyük Taarruzu’na değin bu hatta kaldılar. Aralıksız 22 gün... Bu muharebede Mustafa Kemal, şu savaş stratejisini uygulamıştı: (Mustafa Kemal’in kendi sözleriyle) “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük büyük her birlik, ilk durabildiği noktada tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur olduğunu gören birlikler, ona tabi olamaz. Bulunduğu mevzide nihayete kadar sebat ve mukavemete mecburdur.” 22 gün ve 22 gece aralıksız süren Sakarya Meydan Muharebesi, Mustafa Kemal’in uyguladığı yeni savaş stratejisiyle Türk tarihine şanlı bir zafer olarak geçmiştir! Ümmet yok, millet var ‘Keşmir krizi’ üzerinden Avrasya’ya bakmak Umut Berhan Şen AnalistYazar Hatırlamakta fayda var: Birleşik Krallık, 1947’de Hindistan’dan çekilirken prenslikle yönetilen Keşmir’i Hindistan ya da Pakistan ile birleşme konusunda serbest bıraktı. Nüfusunun yüzde 95’i Müslüman olan Keşmir halkı, 1947’de Pakistan’a katılmaktan yana tutum takınsa da devrin prensi, Hindistan ile birleşmeye karar verdi. Karara, Keşmir halkı karşı çıktı. Pakistan ve Hindistan’ın bölgeye asker göndermesiyle taraflar, 1947’de ilk kez savaştı. İki ülke arasında aynı nedenle 1965 ve 1999’da da savaş çıktı. Yüzde 45’i Hindistan’ın, yüzde 35’i Pakistan’ın kontrolünde olan Keşmir’in yüzde 20’si ise Çin’in hâkimiyetinde bulunuyor. Hindistan, ele geçirdiği bölgeleri “Keşmir” eyaleti olarak ilhak etti. Pakistan ise kendi kontrolündeki Keşmir’e “Azad Keşmir (Bağımsız Keşmir)” ve “Gilgit Baltistan” olarak iki özerk bölge statüsü verdi. BMGK,1948’den itibaren aldığı kararlarla Keşmir’in askerden arındırılmasını ve geleceğinin halkoyuyla belirlenmesini öngördü. Hindistan, halkoylamasına sıcak bakmazken, Pakistan ise BMGK kararlarının uygulanmasını istiyordu. Hindistan’ın hamlesi Hindistan, yarım asırdan uzun süredir Keşmir’e ayrıcalık tanıyan anayasanın 370. maddesini pazartesi günü iptal ederek bölgenin özel statülü yapısını ortadan kaldırdı, bölgede telefon ve internet erişimini de engelledi. Hindistan’da Keşmir’i iki birlik toprağına ayıran “Keşmir’in Yeniden Yapılandırılması Teklifi”, önce federal parlamentonun üst kanadı Rajya Sabha’da (Eyaletler Meclisi) daha sonra da federal parlamentonun alt kanadı Lok Sabha’da (Halk Meclisi) kabul edilmişti. Bu noktadan sonra ise Keşmir’de geniş çaplı protesto gösterileri başlayacaktır. Son derece yüksek yoğunluklu ve kanlı çatışmaların yaşanacağı bir sürece girilme ihtimali de çok yüksek. Pakistan kurulduğu günden bugüne, daima Türkiye’nin kara gün dostu olmuştur. Bu gerçeği hiç unutmamamız gerek. Zira, Dışişleri Bakanımız sayın Mevlüt Çavuşoğlu’nun “Yeniden Asya” açılımını ilan etmesinin ardından, Pakistan gibi Asya’nın mihenk taşı olan, değerli bir dostmüttefik ülkenin, Keşmir’de kriz yaşaması, bizim açımızdan da riskli bir durumdur. Çünkü yeni kademeli havza politikasını Asya üzerine kurgulayan devletimizin, bu coğrafyada iki kadim dostu vardır: Kazakistan ve Pakistan. Bu iki ülkenin güvenlik sorunu yaşaması demek, bizim yeni havza politikamızın da çıkmaza girmesi demektir. Kazakistan’ın tavrı Kazakistan’ın iki ülke arasındaki askeri ve siyasi durum nedeniyle endişe duyduğunu belirtip açık, yapıcı, siyasi ve diplomatik diyaloğun mevcut krizden çıkmanın tek etkili ve kabul edilir yolu olduğunu vurgulaması da, Keşmir krizinin çözümü açısından çok önemli ve sağlıklı bir yaklaşım içeriyor. Zira bölgedeki diğer kadim dostumuz olan Kazak devleti, öncelikle bölgesel ve küresel güvenliğin temel çıkarlarından yola çıkarak, durumun daha da tırmanmasının engellenmesi amacıyla tarafları sağduyulu olmaya ve uluslararası hukuk normlarına uymaya çağırıyor. Şu anda Pakistan ordusu yüksek seviyede alarma geçmişken, Hindistan’ın yapacağı en ufak bir tahrik veya kışkırtma, tahmin edilenden de büyük bir sonuca neden olabilir. Velhasıl, Pasifik’te çok tehlikeli ve yıkıcı bir çatışma başlar. Bu yüksek yoğunluklu çatışma tüm Avrasya bölgesine sıçrayabilir. Nihayetinde kaybeden yine Avrasya toplumları olacaktır. Asya kıtası olacaktır. Unutmadan şunu da belirteyim: Çin Dışişleri de, yaptığı açıklamada Hindistan’ı kınarken, Yeni Delhi yönetiminin yapacağı en mantıklı hareket, Keşmir’de hak iddiası bulunmaktan vazgeçmek, bu bölgenin tamamen Pakistan’a ait olduğunu kabul etmektir. Pakistan’ın önemi Pakistan, Asya’da bir enerji koridoru durumundadır. Bu sayede, önümüzdeki yeni dönemde bölge dışı güçlerin söz konusu sorunları maniple etmelerinin önüne geçilmesi önemlidir. Dolayısıyla Pakistan kendi öz dinamiklerini yakalayabilir ve arzu edilen istikrara kavuşursa, ABD veya Çin’e yanaşmak zorunda kalmayacaktır. Bir diğer ifadeyle, bir dış güçten tehdit algılamayacak derecede güçlü olacağından dolayı, algıladıkları tehditler için ne ABD’yi ne de Çin’i bir dengeleme aracı olarak kullanmasına gerek kalmayacaktır. Erol Ertuğrul Bay Erdoğan bir süre önce, AKP’den ayrılarak yeni parti kurmaya çalışan eski arkadaşlarına karşı “Ümmeti bölüyorsunuz” demişti. Bu açıklama ile kendisinin ümmete inandığı ve bunu amaç edindiği anlaşılıyor. Ümmet İslam toplumunun tümünü anlatan bir kavramdır. Bu amaca varmak için ne acı ki güzel yurdumuz bir yığın olumsuz eylem yaşadı, yaşıyor. Yakın geçmişte İşid, El Nusra militanlarının inançları nedeni ile korunduğu, ülkemizde barındıkları, yaralandıklarında tedavi gördükleri biliniyor. Bu nedenle güney sınırlarımızın kevgire döndüğü, bu eylemlerden ötürü vatandaşlarımızın türlü sıkıntılar yaşadıkları unutulmadı. Bu terör unsurlarını AKP yöneticilerinin onları hoş göstermek için “öfkeli çocuklar “ dedikleri de unutulmadı. Amaç aynı Suriyeliler konusu da bu amaç içerisindedir. Eğitimsiz ve kültürsüz beş milyon Suriyelinin ülkemizde barınıyor olma belli ki ümmet düşüncesinin bir parçasıdır. Önce “Suriye zaten geçmişte bizim topraklarımız içindeydi” demek, daha sonra “Onlar zaten ümmetin bir parçasıdır” demek bizi beş milyon Suriyeli ile baş başa bırakmıştır. Onlara kendi vatandaş Eğitimsiz ve kültürsüz beş milyon Suriyelinin ülkemizde barınıyor olması belli ki ümmet düşüncesinin bir parçasıdır. larımıza tanımadığımız birtakım ayrıcalıkları, hakları tanımış olmak, onların bir bölümünü vatandaşlığa almak tam bir aymazlıktır. Bu durumun insan hakları ile, demokrasi ile bir bağlantısı yoktur. Şimdi ülkemizde Suriyeli diye bilinen kapalı peçeli kadınlar, sakallı entarili erkekler dolaşıyor. Bayramlarda ülkelerine gidiyorlar, günlerce kalıyorlar, sonra yeniden Türkiye’ye dönüyorlar. Kendi ülkelerinde günlerce kaldıklarına göre artık bizim ülkemizde kalmalarına gerek yoktur. Bunun adı ırkçılık da değildir. Suriyelilerin ülkemizde fuhuş, hırsızlık, yağma ve cinayet olaylarına karıştıklarını biliyoruz. Hızlı bir doğum gerçeği nedeni ile de nüfuslarının hızla arttığını da biliyoruz. Hatay ve Kilis’te Suriyelilerin nüfusu Türk nüfusunu geçmiş. Türk ulusu onurlu ve şanlı bir ulustur. Ümmet gibi çağdışı bir kavrama gereksinimi yoktur. Bizim yaptıklarımızı en uygar ve insan hakları, demokrasi şampiyonu (!) ülkeler bile yapmadılar, yapmazlar. Batı ülkeleri her zaman kendi uluslarının haklarını, çıkarlarını korurlar. Kendi çıkarları olduğunda insan haklarını, demokrasiyi unu turlar. 1982 yılında Arjantin yanı başındaki Falkland Adaları’nı “benimdir” diyerek almaya çalıştığında binlerce kilometre öteden İngiltere bu sömürgesini bırakmamış ve güç kullanarak geri almıştı. İngiliz insan hakları örgütleri de kendi ülkelerinin yanında yer almışlardı. Oysa köleler ve efendiler, sömürgecilik dönemi insan aklının ve ahlakının zayıf çağları olarak geride kalmıştı. Çağdışı anlayış Ümmet fikri çağımızda artık geçerli bir fikir değildir. Kaldı ki siz ümmet diyerek kendinizi onlardan saysanız bile, onlar kendilerini sizden saymıyorlar. Türk milleti ümmet değildir. Ümmet kul olmaktır. Ümmette birey yoktur. Oysa Türk ulusunun her ferdi onurlu bir bireydir. Atatürk’ün dediği gibi “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk milleti denir “Bu kavram içerisinde ümmete yer yoktur, gerek de yoktur. Bu kavram içerisinde Suriyelilere de yer yoktur. Birinci Dünya Savaşı sırasında Yemen çöllerinde Araplar tarafından İngilizlerle anlaşarak arkadan hançerlenerek yaşamını yitirmiş binlerce Anadolu delikanlısını unutmadık, unutamayız. Bu mu ümmet? Yemen çöllerinde kalan Anadolu çocukları türkülere, şiirleri konu olmuştur hem de. “Kışlanın önünde redif sesi var / Açın çantasını acep nesi var / Bir çift kundurayla bir de fesi var / Abu Yemen’dir / Gülü çemendir / Giden gelmiyor acep nedendir” çok söylenen acılı bir halk türküsüdür. “Ninem bir Yemen türküsü söyler / Dizini döve döve / Dedemin Yemen çöllerinde kaldığı günden beri” dizeleri de Yemen çöllerinde yitirdiğimiz çocuklarımızın öyküsüdür. Ümmet dedikleriniz her zaman, her yerde bize karşı oldular. Bunlar da aşılacak Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” adlı yapıtında Yemen’e gidip de dönemeyen oğlu Ahmet’i arayan bir ana dönenlere “Ahmetimi gördünüz mü” diye soruyor. Belli ki Ahmet adlı yiğidimiz de Yemen çöllerinde kalmıştır. Yaslı ananın Ahmetini gören yoktur, ama ona verilemeyen yanıt şudur: “Biz Ahmet’i kumarda kaybettik.” Yaşadığımız günler, devleti yönetenler tarafından dillendirilen ümmet fikri, vatandaşlarımızı zora sokan beş milyon Suriyeli sorunu zaman içinde çözülüp bitecektir. Bu ulus ne güçlükleri aştı. Belli ki bunlar da aşılacaktır. Yönetiscilerin aymazlıkları ise unutulmayacaktır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle