Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 22 AĞUSTOS 2019 PERŞEMBE gorus@cumhuriyet.com.tr TASARIM: SERPİL ÜNAY OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Özgür pazarlık; sözleşme hakları kâğıt üstünde PROF. DR. METIN KUTAL 1. İşçi ve işverenin toplu pazar lık ve grev hakları açısından ILOTürkiye ilişkilerinde devam eden uyumsuzluklar: Halen yürürlükte olan 6356 sayılı yasa hükümlerini Türkiye’nin onayladığı ILO’nun 98 ve 151 sayılı iş sözleşmeleri çerçevesinde ele aldığımızda, uygulamalarında aşağıdaki noktalarda uyumsuzluklar olduğu kanımızca ortaya çıkmaktadır. n Yetki belgesinin bağımsız bir organ tarafından değil bakanlıkça verilmesi. n İkili baraj sisteminde işkolu barajı yüzde 1’e çekilmiş olsa bile, sosyal sigorta kayıtları esas alındığında bunun bile toplu pazarlık yetkisini etkilediği anlaşılmaktadır. 98 sayılı sözleşmeye aykırıdır. n Toplu pazarlık ve grev haklarının çok ayrıntılı düzenlemeleri, ILO’ya göre sendikanın 8 ihtimal çerçevesinde yetkisinin düşmesi 98 sayılı sözleşmenin 4. maddesine aykırıdır. n Yasal grevin uygulama alanının sınırlanması 1982 Anayasası ile 6357 sayılı yasa hükümleri bir arada incelendiğinde, yasal bir grevin ancak toplu pazarlık süreci içinde uyuşmazlık çıkması halinde, sadece menfaat uyuşmazlıklarında ve yasal prosedüre aynen uyulması koşulu ile kullanılabileceği ortaya çıkmaktadır. ILO yetkili organlarının bu koşullar dışında yasal kabul ettikleri birçok grev türünü Türk hukuku yasal kabul etmemektedir. Ayrıca ilgili yasada yasak olarak belirtilen grevlerle ILO yetkili organlarının sadece temel hizmetlerde yasak kabul edilen grevler arasında ciddi farklar bulunmaktadır. Bunlara göre başlayacağı tarihin sendikaca bildirilmesi, grev oylamasında 6356 sayılı yasadaki salt çoğunluk hükmü, grevin hükümetçe ertelenmesinde yargı denetiminin son yıllarda etkisiz kalması, erteleme nedenlerine yeni iki nedenin eklenmesi, grev gözcüleri sayısına kadar yasanın getirdiği diğer sınırlamalar eklenebilir. Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararına karşın bankacılıkta yeni grev yasağının konulması gibi düzenlemeler ILO normlarına tamamıyla aykırıdır. Kamu sendikaları için mutlak grev yasağı var. Saray’ın vermediği ücret artışında umut Saray’ın atadığı yargıçlara kalıyor. İşçi sendikaları için çok geniş grev yasakları yanında, siyasi erke verilmiş yasaklama yetkileriyle grev hakkı fiilen ortadan kalkabiliyor. 2. Kamu görevlilerinin toplu pazarlık hakları açısından devam eden uyumsuzluklar: Bu konuda öncelikle belirtilmesi gereken husus, kamu görevlileri sendikalarında grev yasağının devam etmesidir. 4688 sayılı yasaya toplu pazarlık hakkı eklendiği 2001 yasal düzenlemesinde, anayasada değişiklik yapılarak bu sendikaların kamu makamları ile toplu görüşme yapmalarına da izin verilmiştir. Bu konuda yapılan düzenlemenin gerçek bir toplu pazarlık niteliğinde olmadığı doktrinde birçok kez dile getirilmiştir. 4688 sayılı yasaya toplu pazarlık eklendiği sırada grev yasağı konusunda hiçbir adımın atılmamış olması dikkat çekicidir. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda memurların greve karar vermeleri, bu yolda propaganda yapmaları, greve katılmaları, grevi desteklemeleri ya da teşvik etmeleri yasaklanmıştır. Aynı yasanın “disiplin” başlıklı 7. maddesinde ise “..işi yavaşlatmak ve grev gibi eylemlere katılmak.. bunları tahrik ve teşvik etmenin devlet memurluğundan bir daha atanmamak üzere çıkarma cezasının verileceği” hükmüne bağlanmıştır. Sözleşmeli personel bakımından da aynı yasaklar geçerlidir. Ceza yasalarında ayrıca ceza hükümleri düzenlenmiştir. n 4688 sayılı yasa çerçevesinde Kamu İşveren Heyeti ile kamu görevlileri sendikaları arasında iki yılda bir ağustos ayında yapılıp bitirilen görüşmelerde kamu görevlilerinin mali ve sosyal hakları ele alınmaktadır. ILO normları bakımından iki konu ön plana çıkmaktadır. Birincisi kamu görevlileri adına toplu pazarlığı yürütecek sendikaların sahip olması gereken özellikler. İkincisi ise toplu pazarlığın içeriğinde yer alan konulardır. Bu konularda Türkiye’nin onayladığı, uymakla yükümlü olduğu sözleşmeler yanında ILO yetkili organlarında yapılan yorumlarda toplu pazarlığı yapacak sendikanın temsil gücü ise iki koşulu beraberinde getiriyor. Sendikanın çoğunluğu temsil etmesi yanında, sendikanın kamu otoriterleri karşısında bağımsız olması koşulu aranıyor, ILO’ya göre yetkili sendika, çalışanların oylarıyla belirlenebileceği gibi bağımsız, tarafsız ve tarafların güvenini sağlamış, siyasal etkilerden uzak bir organ tarafından tespit edilmesi gerekiyor. Toplu pazarlığın konusu da Türk mevzuatında kamu görevlilerinin mali ve sosyal hakları ile sınırlanmıştır. Halbuki Türkiye’nin onayladığı 98 ve 151 sayılı sözleşmelerde toplusözleşme içeriği tüm istihdam koşulları yanında, taraflar arasındaki ilişkileri de kapsamaktadır. n Önemli bir başka husus, grev hakkı tüm kamu görevlileri için yasaklandığına göre, toplu pazarlık sırasında çıkan uyuşmazlıkların nasıl çözümleneceği sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Zorunlu tahkim organının niteliği, tarafsızlığı özel bir önem kazanmaktadır. Türk mevzuatında kamu toplu pazarlığında İngiliz mevzuatında olduğu gibi uzlaştırma, arabulma gibi barışçı yollar öngörülmediğinden tahkim organının önemi daha da artmaktadır. 4688 sayılı yasanın öngördüğü 11 kişiden oluşan kamu görevlileri Hakem Kurulu üyelerinin nasıl belirlendiğine baktığımızda (m.34), sendika tarafından belirlenen dört kişi dışında kalan tüm üyelerin seçiminde Bakanlar Kurulu’nun (halen Cumhurbaşkanı) diğer yedi üye ve başkanın belirlenmesinde şu veya bu şekilde rol oynadığı görülmektedir. Böyle bir kompozisyona sahip tahkim organının bağımsız ve tarafsız olması, tarafların güvenini sağlaması bize pek olası görünmüyor. Kanımızca 4688 sayılı yasanın 34. maddesinde yeni bir düzenlemeye kesinlikle ihtiyaç bulunmaktadır. Sonuç n Türkiye’nin ILO’ya üyeliğinin 90. yılının kutlaması yakınken, bu ör gütün 6 temel sözleşmesinin hepsini Türkiye’nin onayladığını öncelikle vurgulamak gerekir. n Türkiye’nin bu süreç içinde, çoğulcu demokrasiyi tüm kurum ve kuralları ile gerçekleştirmeye çalıştığı yıllarda ILO ile ilişkilerinde olumlu yönde geliştiğini, askeri müdahaleler dönemlerinde kabul edilen yasalarla ise ILO sözleşmelerine aykırı ciddi uyumsuzluklar oluştuğu gözlemlenmektedir. Bunun tek istisnası 27 Mayıs 1960 askeri müdahale döneminde hazırlanıp halk tarafından onaylanan 1961 Anayasası ve bu anayasa çerçevesinde kabul edilen yasalardır. n Sendikal örgütlenme ve toplu pazarlık haklarının Türk mevzuatında çalışanların bütününü kapsayacak biçimde aynı zamanda yürürlüğe konulmaması da altı çizilmesi gereken bir özelliktir. Bu ayrım günümüzde de devam etmektedir. Grev yasağının tüm kamu çalışanlarını kapsaması, örgütlenme ve toplu pazarlık haklarındaki çalışanlar için geçerli yetersizlikler son yıllarda ILO denetim organlarının eleştirilerinin kamu çalışanları alanında yoğunlaşmasına neden olmaktadır. n Türkiye’de çoğulcu demokrasinin kesintiye uğradığı yıllarda iç hukukta, ILO normlarına aykırı düzenlemelerin düzeltilmeye çalışıldığı sonraki yıllarda, Türk kamu koyucusunun başvurduğu ilk kaynak ILO mevzuatı olmuştur. Bu konuda Türk sendikalarının ya da onların üye olduğu uluslararası örgütlerin ILO’ya yaptıkları şikâyetler TürkiyeILO mezuatı arasındaki uyuma katkıda bulunmuştur. Önemli gelişmelerde Türk akademik çevrelerinin eleştirilerinin de katkısı olduğunu sanıyorum. n Kuşkusuz ILO uzmanlar komitesi raporlarında ve diğer denetim organları tarafından Türkiye’nin sık sık gündeme alınması. Türk kamuoyunda tepki yaratmaktadır. Özellikle Türkiye’ye oranla çok daha aşağı düzeylerdeki ülkeler yerine Türkiye’nin sık sık gündeme alınması ister istemez kamuoyunun tepkisini çekmektedir. Ancak kanımızca uzun dönemde bu durum Türk mevzuatının çağdaş bir kimlik kazanmasına fırsat vermektedir. Yargı ve reform süreci mi? SEDAT BAYRAK Yargıçlar Sendikası üyesi Günümüzden tam 5 asır önce I. Selim’in Suriye ve Mısır seferleriyle birlikte yaygın görüşe göre halifeliği bu topraklara taşıdığı günlerde çok uzaklarda, bugünkü Alman topraklarında bulunan Wittenberg Kilisesi’nin kapısına Martin Luther tarafından 95 eleştirel tez içeren bir bildirge (protesto) asılır. Reform hareketlerinin sembolik başlangıcı olarak kabul edilir bu bildiri. Keşiş Martin Luther’in otorite sahibi yönetici prenslere karşı harekete geçirdiği on binlerce köylünün daha sonra prenslerce vahşice katledilmesini savunması ve köylü isyancıları iblise benzetmesi, kuzeydeki reformun güneydeki Rönesansın etkinliğini kırmak ve oralara kadar ulaşmasını bloke etmek için tertiplendiği iddiasının dayanaklarından biri yapılır ki çok sonraları Nietzsche tarafından yerden yere vurulur bu gerekçeyle Martin Luther. Tam anlamıyla endüljanstan pay kapma kaygısıyla başlatılan kavga, hiç bilinmeyen ve beklenmeyen yeni form ve düzenlerin sancılı da olsa doğumunu gerçekleştirir. Reformu gücü elinde bulunduran katolik kilisesi değil, güç istencindeki diğer din adamları başlatmıştır. Bu tarihsel süreç, Büyük Özgürlük Fermanı’nda olduğu gibi reform ve hakların birileri tarafından sizlere bahşedilmeyeceği, ancak sizlerin onu kazanabileceğiniz gerçeğinin somut bir görünümü olması açısından önemlidir. Giaordano Bruno, ortaçağda kiliseyi sorgulayarak onun bizatihi varlığının inancı yok ettiğini ileri süren düşüncelerini bilimsel gerçekliklerle açıklayıp çaktığı aydınlanma fişeği ile karanlığı ürküttüğünde heretiklikle suçlanır. Bir ihbar üzerine tutuklanır ve Roma Engizisyonu’na çıkartılır. Şekli yargılaması yıllarca sürdürülür, engizisyon her seferinde Bruno’ya sözlerini geri alıp almadığını, pişman olup olmadığını sorar. Bruno ise her cevabında pişman olacak bir eylem veya sözünün bulunmadığını, akıbetini bilmesine rağmen hakikatlerden geri dönmeyeceğini yineler. Engizisyonun asıl amacı, Bruno’nun özelinde tüm sapkınları(!) terbiye etmek, devrilmek üzere olan kilisenin sallanan tah tını son bir hamle ile yeniden onarmayı sağlamaktır. Bruno’nun yanlış yolda olduğunu kabul etmesi, ona ait sonsuz evren görüşü ve yaradılış yazgısından dönmesi, engizisyonun onu bağışlaması için yeterli bir gerekçedir. Bruno’nun düşüncesini inkârdansa engizisyon ateşini tereddütsüz tercihi kiliseyi çileden çıkarır ve 7 yılın ardından Bruno engizisyon tarafından ölümle cezalandırılır. Karara uygun olarak “kanı akıtılmaksızın eziyet edilmek suretiyle” Roma meydanında 1600 yılında soğuk bir kış günü diri diri yakılır. Yargıca son sözü “Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz” olmuştur. Bruno yargılamasının kilisenin sonunu hazırlaması, yarattığı basınç, düşünsel iklim ve toplumsal çalkantılarla Rönesans ve aydınlanmanın kilometre taşı kabul edilmesi bir yana, içinde bir yerlerinde insanlık adına büyük bir travma, yıkım ve trajedi barındırdığı sabittir. Kapanmayan yaralar ve silinmeyen izler, en küçük çağrışımda reseptörleri harekete geçirir. Siz Avrupa’nın en büyük adliyelerini de yapsanız, kâğıt üzerinde mevzuatı da yenileseniz, yargı akademileri de açsanız konu gelip örneğin Barış Akademisyenleri davalarında yargılananlara pişman olup olmadıklarının defaatle sorulması noktasında düğümlenir, işte tam da orada sihir bozulur, makyaj akar. Reform, hukuk ve tarih felsefesinden, asırlar önce tutuşan Roma meydanından bağımsız düşünülemez. İngiliz kral Yurtsuz John, kuşatma ve beraberinde gelen savaşlardaki yenilgisinin ve beceriksizliğinin faturasını özellikle ekonomik anlamda halka ödetmeye kalkışınca, zaten başlangıçtan beri hoşnutsuz olan din adamları ve soyluların önderliğinde ayaklanan halk, kısa sürede Londra’yı ele geçirir ve ardından kral ister istemez yenilgiyi kabul eder. 1215 yılında hukukun kraldan üstün olduğu, insan hak ve özgürlükleri karşısında keyfi otoritenin hiç olmadığı kadar kendisini sınırladığı 63 maddelik Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlük Fermanı) imzalanır. Böyle büyük kırılma noktalarının dar bir çerçeve ve zamana hitap etmeyeceği, asırlar geçse de etkinliğinin artarak devam edeceği muhakkaktır. Örneğin, başlı başına hukukun ide ve manifestosu niteliğindeki 39. maddesindeki düzenlemenin hakkını teslim etmekle birlikte bir kimse hakkında yeterli kanıt olmadıkça yargılama yapılamayacağını belirten 38. maddesinin yargılama kriteri olarak mevzuatında halihazırda kanıt değil, şüpheyi yeterli gören bizler açısından reform taslağında bugün dillendirilmesi, bu etkinin çağlar ve yerler ile sınırlı olmadığının açık bir göstergesidir. İçerik Reformun olmazsa olmaz uyaranı; aydınlık, tek ivmesi ise ancak ilericilik olmalı, öncelikle zihni dar kalıplar yıkılmalıdır. Sağlam bir yargısal kuramı ve güçlü bir yargıç kişiliğini arzulamayan tüm düzeltim ve yenilikler reform olarak adlandırılamaz. Öyleyse reform, kelime anlamıyla yenilik, düzeltim anlamına gelse de binlerce yıllık düşünce ve insanlık tarihinin mücadele ile elde ettiği birikim ve evrim gözetildiğinde bu yeniliğin evrensel ve çağdaşa dönük ivmelenmesi halinde ancak anlam kazanabileceğinin kabulü gerekir. Bu evrimsel genel kabule göre o halde, mevzuatın birtakım usul ve esas hükümlerini değiştirmek, yargı erkinde görev alan kimilerinin özlük haklarını ilgilendirir kurallar getirmek, bazı yeni istihdam birim ve alanları açmak, teknik ve sistemsel işleyişe ilişkin uygulamalarda değişikliğe gitmek gibi tasarruflar, devlet örgütünün işleyişi ve devamlılığını sağlamaya dönük sıradan, rutin ve basit düzenlemeler mahiyetinde kalıp bunların reform olarak sunulması, bu kavramın da içinin boşaltıldığı savını güçlendirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Somut ve anlaşılabilir bir dille örneğin ön ödemeye veya uzlaşmaya ait suçların kapsam alanının genişletilmesi, uyuşturucu kullanım suçlarında savcılık aşamasında erteleme kararı yerine mahkemece yargılama sonucunda oluşacak duruma göre tedavi ve denetimli serbestlik kararı verilmesi, infaz yasasının değiştirilmesi tarzında tesis edilecek yeni düzenlemeler, avukatlara yeşil pasaport verilmesi düşüncesinde olduğu gibi hiçbir anlamda reform olarak kabul edilemez. Reform taslağı değerlendirme sürecinde bunlardan heyecanla bahsetmek, birileri tarafından bu kavrama yüklenen boşluğu meşrulaştırmak anlamına da gelebilecektir. Bunun yanında reform değil, uygulamaya dönük sıradan değişiklik talepleri alt başlığında bu tarz sorunlar elbet dile getirilebilir. Pratik 2010 referandumunda bir evet ile yargıya bahar geleceği, gökten düze inecek yargının reform ile tanışacağı müjdelenmişti. Evet, yargı sırça köşkten inmişti(!) ama duracağı yeri kestirememiş, son durak ve nihai hedef deniz seviyesi iken bununla yetinmemiş, tepetaklak yerin yedi kat dibine demirlemişti. Reform adına yargının geldiği noktayı göstermesi açısından önemlidir. Reform diye “olgu” yerine “somut delil” ibaresini maddeye yerleştirdiğinizde tutuklama oranlarında bir değişiklik olmuyor, hatta oran tutuklama lehine artıyorsa altyapı olarak tarif edilebilecek yeni düzenlemelerin yargısal refleks karşısında tek başına hiçbir getirisinin olmadığını, üstyapıyı temsilen mevcut kanun uygulayıcılarının, şahitliğinizde ve belki de icazetinizle bildiklerini okumaya devam ettiklerini, ortak ve kararlı bir irade geliştirmeksizin atılan tüm adımların sonuçsuz kalacağını kabulde zorunluluk bulunmaktadır. Anayasasında laiklik ilkesi bulunan bir ülkede dinin temel nitelikleri için sakıncalı olduğu gerekçesiyle internet sitelerinin kapatıldığı haberi düştü yargı reforma hazırlanırken. Oysa tam da Magna Carta’ya yapılan atıftan bahsediyor, 8 asır sonra da olsa keyifleniyorduk, ne güzel! Arayış Uzlaşma ile 10 tekerlekli sandalye alınması, infaz yasasındaki değişiklik ile hükümlülerin salıverilmesi, hakim yardımcılığının ihdas edilmesinde arasanız da bulamazsınız reformu. İnsan hak ve özgürlükleri açısından nirengi noktası Büyük Özgürlük Fermanı’na, halen ateşi sönmeyen Campo dei Fiori Meydanı’na, oradan hareketle hakaret suçlarından içeri alınan lal çocuklara gitmelisiniz reform için. Giz ve şifreleri oradadır çünkü!.. 1930’lu yıllarda Avrupa’da yayımlanan bir karikatür. Emperyalizmin kuklası Cumhuriyet düşmanları EROL TÜRK / Avukat Aklımıza ilk gelen isim Atatürk ve Milli Mücadele’ye katılanlar için idam fetvası veren Osmanlı Şeyhülislamı Dürrizade Abdullah Efendi’dir. Dürrizade Abdullah Efendi’yi şeyhülislamlık görevine getiren Damad Ferid Paşa’dır. Bu sırada İstanbul işgal altındadır. Damad Ferid Paşa kabinesi Anadolu’da başlayan Kurtuluş hareketine karşı sert bir tavır takınmıştır. Damad Ferit hükümetinin Kuvayı Milliye kuvvetleri aleyhine çok sert fetvalar çıkarmış ve devrin Şeyhülislamı Dürrizade Abdullah Efendi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını vatan haini ilan ederek onlar için idam fermanı çıkarmıştır. Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra önce Rodos’a, oradan İtalya’ya kaçmıştır. 1923’te Mekke’de ölmüştür. İkinci isim İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına eşkıya, Kuvayı Milliye maskaraları diye hakaret eden İskilipli Atıf Hoca’dır. “Kuvayı Milliye dedikleri çapulcular Yunan askerlerinin önünden kaçıyor diyordu. Halkımız Talat, Enver, Cemal, Mustafa Kemal gibi beş on eşkıyanın vücudunu ortadan kaldırmak için gereken fedakârlığı yapmıyor. İngilizleri kızdırdığımız için üzerimize Yunanlıları musallat ettiler” diyen İskilipli Atıf Hoca, İslam Teali Cemiyeti Başkanı olarak yayımladığı fetvalarında, “Bu eşkıyaları ve asileri en kısa zamanda bertaraf etmek hepimize farzdır. Din kardeşlerinizin suçsuz yere ölmelerine sebep olanlar arasında Mustafa Kemal, Ali Fuat, Bekir Sami gibi zalimler var. Siz bu zalimlerin cinayetlerine daha ne kadar göz yumacaksınız? Elinize aldığınız bu fetva Allah’ın emridir, padişah fermanıdır. Sizler bu katil canavarları daha fazla yaşatmamakla mükellef ve görevlisiniz. Bunların vücutlarını külliyen ortadan kaldırmak Müslümanlık için farz olmuştur” sözleriyle Kuvayı Milliye düşmanlığını gözler önüne seriyordu. İskilipli Atıf Hoca, Kurtuluş Savaşı süresince bunun gibi birçok fetva yayımladı ve hatta bu fetvaları Yunan uçakları Anadolu’da köylere kasabalara dağıttı. Daha büyük suç var mı? İskilipli Atıf Hoca vatana ihanet suçundan yargılanmış ve idam edilmiştir. Yerli gericiler İskilipli Atıf Hoca’nın İngilizler ve Yunanlarla işbirliği yaptığını, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını, milli kuvvetleri vatan hainliğiyle suçladığını gizlerler ve Atıf Hoca’nın şapka giymeyi reddettiği için asıldığını yazarlar. Vatana ihanetten daha büyük bir suç olabilir mi? Üçüncü isim Şeyh Said’dir. Şeyh Said isyanı 13 Şubat 1925 tarihinde başlamıştır. İsyanın arkasında İngilizler vardır. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Kerkük ve Musul sorunlarıyla uğraştığı bir dönemde bu isyanın patlak vermesi, olayda İngilizlerin parmağı olduğu şüphesini artırmaktadır. Kerkük ve Musul petrollerini İngiliz petrol şirketleri çıkarmaktadır. Şeyh Said merkezi hükümetin ve Mustafa Kemal’in uygulamalarının İslama aykırı olduğunu, Müslümanlığın hilafetsiz olamayacağı ifade ederek isyanın gerekçesini açıklıyordu. İsyan kısa zamanda Güneydoğu Anadolu’da yayıldı. Palu’da başlayan isyan hareketi bir koldan Diyarbakır’a doğru yürürken bir koldan da Varto’yu ele geçirip Muş’a doğru hareket etti. Hükümet, 21 Şubat’ta Diyarbakır, Elazığ, Genç, Siverek, Mardin, Urfa, Siirt, Bitlis, Van, Hakkâri bölgeleriyle Erzurum’un bir kısmında sıkıyönetim ilan etti. Başbakan Fethi Okyar, meseleyi dini kisveli bir isyan olarak niteledi. Ancak isyan yayılmaya devam edince Fethi Okyar başbakanlıktan istifa etti. Atatürk 3 Mart 1925’te İsmet İnönü’yü başbakanlığa getirdi. Mart ayı sonunda ve nisanın ilk haftalarında ordu birliklerinin gerçekleştirdiği harekâtla isyancıların büyük bölümü yenilgiye uğratıldı. Şeyh Said geri çekildi. 15 Nisan’da Muş ile Varto arasında bir köyde yakalandı. Şeyh Sait ve arkadaşları İstiklal Mahkemeleri tarafından Diyarbakır’da yargılanmaya başlandı. Şeyh Said ifadesinde, isyanın önce tasarlanmış bir hareket olmadığını, kendiliğinden geliştiğini, amacının Diyarbakır’a kadar gidip orada ulema ile birlikte şer’i kanunların uygulanmasının gerekliliğini Ankara’ya bildirmek olduğunu söyledi. 28 Haziran’da mahkeme kendisiyle birlikte kırk altı kişinin idamına karar verdi ve karar ertesi gün hemen infaz edildi. Son hain ise Fethullah Gülen’dir. Şeyh Said Nakşibendi tarikatına mensuptu. Fethullah Gülen ise Nurcudur. Emperyalist güçler kendi emellerini gerçekleştirmek için din adamlarını kullanmayı sürdürüyorlar. Örnek mi? Çevrenize bakın, yüzlercesinin sırada beklediğini göreceksiniz.