28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 15 AĞUSTOS 2019 PERŞEMBE gorus@cumhuriyet.com.tr TASARIM: SERPİL ÜNAY olaylar ve görüşler Çevre düşmanı şirketlerle nasıl mücadele edilmeli? James Shultz, The Ecologist Çeviren: M. Birol Guger ABD’li dev bir mühendislik şirketi, uydurma bir isimle Bolivya’ya sızıp, büyük bir kentin şehir suları işletmesini devralıyor. Kanada merkezli bir madencilik şirketi, El Salvador’daki altın rezervlerinin kontrolünü, içme suyunu zehirleme pahasına ele geçirebiliyor. İtalya merkezli bir enerji şirketi de, Kolombiya’daki bir vadiyi sular altında bırakıp, binlerce insanın yaşamlarını ve topraklarını dev bir hidroelektrik santral projesi ile yok ediyor. Peru’daki gümüşten, Ekvador’daki petrol, gaz ve Bolivya’daki lityuma kadar, Latin Amerika toprakları altında yatan servet için yarış devam ediyor. Büyük çokuluslu şirketler bu yarışta, aşağıdaki ortak kurumsal stratejileri uyguluyor: Halkla ilişkiler Latin Amerika’nın doğal kaynaklarını yağmalayan çokuluslu şirketlerin ilanlarını okurken, onları Birleşmiş Milletler’e bağlı ajanslardan biri zannedebilirsiniz. Zira çokuluslu şirketler de imajlarını, faaliyet yürüttükleri ülkelerle uyumlu şekilde yönetiyor. Bu nedenle hepsi, iyi hazırlanmış bir kurumsal halkla ilişkiler mesajına ihtiyaç duyuyor. Örneğin İtalyan enerji devi ENEL, Kolombiya’da küçük çiftçilerce kullanılan 82 kilometrekarelik bir tarım alanının önemli bir kısmını yok edecek devasa bir hidroelektrik santral projesi hayata geçiriyor. Ancak şirket, ortaya koydukları projeyle eğitim ve istihdamı teşvik ederek insanların yaşam kalitesini artırmak istediklerini iddia ediyor. Hükümetleri etkilemek İsviçre merkezli çokuluslu Glencore Xstrata ortaklığı Peru’da, on yıldan fazla bir süredir bakır, demir cevheri ve diğer minerallerin izini sürüyor. Modern madencilik işlemleri Çokuluslu şirketler doğayı yok ederken hangi ortak kurumsal stratejileri uyguluyor? Peki, biz onlarla mücadelede hangi stratejileri devreye sokmalıyız? çok miktarda su gerektirdiğinden su kaynakları arsenik, talyum ve kurşun gibi kimyasallarla kirletiliyor. Andean kentinde de tam olarak bu oluyor; maden suyu, kullanım sonrası bölgedeki bir nehre akıtılıyor. Ardından Glencore, çevreye dönük yasal düzenlemelerin hedeflerine ulaşmada engel teşkil etmemesi için bir lobi kampanyası başlatıyor. Bununla da kalmayıp, kampanyayı yerel bir sanayi derneği ile perdeleme yoluna gidiyor. O sanayi derneğinin görevi ise kampanyayı, milletvekillerine yönelik yoğun bir ulusal medya kampanyasına dönüştürmek. Kampanya üstü kapalı şekilde şu alt mesajı veriyor: Glencore’un da dahil olduğu madencilik faaliyetlerinin doğurduğu çevresel sonuçları azaltmayı hedefleyen yasal düzenlemeler, “ülke ekonomisini yavaşlatıyor.” Kurumsal işgal Gerçekte sözünü edeceğimiz, “kurumsal işgal”in boyutları, çevresel onayların verildiği ofislerin çok ötesine geçiyor. Zira bu şirketleri yönetenler aptal değil. Kamuoyunda kendilerine yönelik oluşan öfkenin kısa sürede protesto gösterilerine dönüşeceğini biliyorlar ve savaş hattı ofislerden sokaklara taşındığında, polisin kendi taraflarında olacağını garanti altına almak istiyorlar. “Cochabamba Su İsyanı” sırasında hükümet olağanüstü hal ilan etti ve protestoları şiddetle bastırmak için sokaklara asker ve polis gönderdi. Peru’da polis, Glencore da dahil olmak üzere bir düzineden fazla şirkete ücretli özel güvenlik hizmeti sağlamak için bir dizi anlaşma imzaladı. Bu durum, Latin Amerika’da çevre savunucusu olmayı dünyadaki en tehlikeli işlerden biri haline getirdi. Uluslararası mahkemeler ABD mühendislik devi Bechtel’in, Su İsyanı ile Bolivya’dan kovulmasının ardından şirket konuyu Dünya Bankası’na bağlı bir uluslararası ticaret mahkemesi olan, Uluslararası Yatırım Anlaşmazlıklarının Çözüm Merkezi’ne (ICSID) taşıdı ve Bolivya halkına karşı 50 milyon dolarlık tazminat talebi içeren bir davayla misilleme yaptı. Kanada merkezli bir madencilik şirketi olan Pacific Rim de, El Salvador’da sürdürdüğü al tın arama faaliyetlerine devam etmek için gerekli olan izinleri reddedildiğinde aynı yolu izledi ve ICSID aracılığıyla açtığı davada 250 milyon dolar tazminat talep etti. Bu gibi davalarda şirketler yalnızca yatırdıkları gerçek fonların iadesini değil, kazanmayı umdukları ve bir ülkenin seçimi sonucu reddedilen kârları da talep etmeye hak kazanırlar. Bazı örneklerde davalar kazançlı bir pazara dönüşmüş; davacı şirketler, dava devam ederken yatırımcılara hisse satışı yapıp daha sonra kârdan pay almalarını sağlamıştır. Bechtel’in Bolivya’daki yan kuruluşu, Cochabamba kentine yalnızca 1 milyon dolar tutarında yatırım yapmış, ancak kârını kaybettiğini iddia ederek, karşılığında 50 milyon dolar talep etmiştir. Bu davalara taraf olan şirketler için yasal süreç kazankazan prensibiyle işlemektedir. Golyat’ı yenmek Günümüzde çevreciler doğrudan, doğa düşmanı şirketlerin üst düzey yöneticilerini hedef tahtasına oturtmaktadır. Demokrasi Merkezi adlı sivil toplum kuruluşunun, Bechtel davasında 2000 çevreciye, şirketin CEO’su Riley Bechtel’in kişisel epostasını vermesi buna ilişkin güzel bir örnektir. Bir diğer olayda, ENEL adlı şirket, dev hidroelektrik santral projesine karşı çıkan muhalifleri cezai kovuşturmalara boğarken, çevreci müttefikler şirket CEO’sunu Twitter yayınlarıyla hedef aldı. Her iki durumda da eylemler şirketleri teslim olmaya zorladı, çünkü CEO’ların itibarlarına gelen zarar, katlanabileceklerinin çok daha fazlasıydı. Son olarak, bu tarz durumlarda uluslararası dayanışma esastır. Zira yerel çevreciler, uğraştıkları kurumsal aktörler hakkında bilgiye ve söz konusu aktörleri kendi evlerinde sıkıştırabilecek müttefiklere ihtiyaç duymaktadır. Büyük İstanbul Bağlaşması Nazi vahşetinden kaçan çocuklar Zehra İpşiroğlu Erich Klibansky adını duydunuz mu hiç? Otuzlu yılların sonunda Köln’de varlıklı Yahudi ailelerin çocuklarının gittiği bir okulun müdürüymüş. Yahudi düşmanlığı yoğunlaşmaya başlayınca okulundaki öğrencilerini gizlice İngiltere’ye kaçırmaya başlamış. O yıllarda İngiltere Almanya’dan göç eden 10 bin çocuk almaya hazırmış. Klibansky’nin de hayali 430 öğrenciden oluşan okulunu Londra’ya taşımakmış. Ama özel bir tren ayarlayarak 3 seferde sadece 130 çocuğu götürmeyi başarmış. Son yolculuğunda kendisi için de durumun tehlikeli olduğunu ve İngiltere’de kalmasını önermişler ona. Çocukları kurtarmayı aklına koyduğu için dinlememiş. Dördüncü yolculuğa hazırlanırken savaş patlayınca bu hayali suya düşmüş. Kısa süre sonra da Klibansky de iki çocuğu ve eşiyle birlikte Naziler tarafından öldürülmüş. Ya okulda geriye kalan öteki çocuklara ne olmuş? Belli değil. Çoğu aileleriyle birlikte müdürleri gibi kamplara sürülmüşler, öldürülmüşler. Belki kaçanlar da vardır aralarında. Bu öyküyü ilk çocuk transferiyle İngiltere’ye gönderilen 94 yaşındaki delikanlı Kurt Marx’tan dinliyorum. Köln’deki Nazi Araştırmaları Merkezi’nde tanıştık onunla. Yıllar sonra doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği Köln’ü görmey torunuyla gelmiş. Duruşu konuşması, sımsıcak gülüşü, her şeyiyle hayat dolu bir delikanlı. “Müdürümüz Klibansky aileleri çocuklarını göndermeleri için ikna etmekte zorlanıyordu” diye anlatıyor. “Ama benim ailem bu öneriyi hemen kabul etti. Bu kararı almakta kimbilir ne kadar zorlanmışlardır. Ama bana bunu hiç hissettirmediler.” Gitmesi kesinleştikten sonra sınıfındaki arkadaşlarıyla birlikte güle oynaya trene binmiş, nasıl olsa ailesi de kısa sürede gelecek düşüncesiyle. On üç yaşındaki çocuklar için bu yolculuk bilinmeyene bir yolculuk değil heyecanlı bir serüvenmiş. Köln’de geride bıraktıkları yaşamlarını bir an bile düşünmemişler... İngiltere’ye vardıklarında bütün sınıf Londra’daki bir konukevinde misafir edilmiş; güle oynaya okula gidiyorlarmış; hep birliktelermiş, aynı oyunlar, aynı şakalar, sanki hiç bir şey değişmemiş gibi. O kadar ki ailelerine haftada bir okulda mektup yazma zo runluluğunu bile angarya gibi yaşıyorlarmış. Savaş patladıktan ve ailelerinin ölüm haberleri gelmeye başladıktan sonra çocuklar şehir dışındaki köy evlerine yerleştiriliyorlar. Kurt onu konuk eden köylü ailesinden memnun. Böyle şanslı olmayanlar da var aralarında. Sözgelimi bir arkadaşı ailede tam bir köle gibi çalıştırılıyor... Evet Kurt şanslı ama yine de hayatını kazanması gerekiyor. Hem şurada burada para kazanmak için çalışıyor hem de okula gidiyor. En iyi koşullarda yetiştirilmiş bir genç için zor bir yaşam, o kadar zor ki geçmişi düşünmeye pek zamanı bile kalmıyor, hele üzülmeye ve ağlamaya hiç.... Kurt’un vatanı elbette ki İngiltere. Ama Almancayı da unutmamış. Etkinlik sonrası dinleyicilerin sorularını büyük bir sevecenlikle uzun uzun yanıtlıyor. “Ben de bir yabancıyla evliyim ve yurtdışında yaşıyorum. Almancayı konuşamamak bana zor geliyor. Siz bu dil sorununu nasıl yaşadınız” gibi beni tam anlamıyla dehşete düşüren soruları sevgi ve sabırla yanıtlıyor. Belki de en şaşırtıcı olan sevgi dolu yüzü, ışıltılı gözleri, gülümsemesi. Bu kadar travmatik bir geçmişi olan bir insan nasıl böyle olabilir? Kurbanların açısından Nazi döneminden kurtulmuş olan yaşlı kuşaktan çok öykü dinledim izlediğim belgesellerde. Hatta bir tanesi kendisini yıllarca kaldığı Auschwitz kampından kemanının kurtardığını anlatmıştı. Ama ilk kez soyu artık tükenen bu kuşaktan biriyle doğrudan sohbet etmek fırsatını yakalıyorum. Bu karşılaşmayla birlikte bir sürü sorular oluştu kafamda. Kurt’u tanımak onun yaşamının kilit noktalarını çözmek isterdim. Küçük bir çocuk bütün yaşadıklarınla baş edebilecek gücü nasıl buluyor? Ona güç veren, onu koruyan dibe vurmamasını sağlayanlar kimlerdi? Ya Klibansky kimdi, neden zamanında kendini de ailesini de kurtaramadı? Ya da geride kalan çocukların içinde kurtulanlar oldu mu? Klibansky’nin kurtardığı 130 çocuk nasıl bir yaşam sürdüler? Sorular...sorular... Bugün göç ve mülteci sorunuyla birlikte yeni facialar yaşanırken, küçücük çocuklar denizlerde boğularak, sokaklarda dilenerek, ezilip horlanarak dünyanın acısını çekerken, geçmişle hesaplaşmanın öneminin bir kez daha bilincine varıyoruz. GÜNGÖR AYDIN Emekli Vali Osmanlı’nın yıkılması sonrası, yerel bağımsızlık arayış ve yapılanmaları içindeki çoban ateşlerini bir “Büyük Anadolu Bağlaşması” ile bütünleştirerek yaptığı Ulusal Kurtuluş Savaşı ile yedi başlı emperyalizmi yenik düşürüp kuruldu Büyük Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti. Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekleştirdiği bu büyük devrimden sonra, bugün de yeniden ABD emperyalizminin ve içerideki işbirlikçi uzantılarını iktidardan uzaklaştırabilmek için Türk Ulusu’nun, 23 Haziran seçimleri ve sonrasında İstanbul halkının kimliğinde odaklanan bir büyük bağlaşma ve bütünleşmeye ihtiyacı olduğu açıktır. Bu yeni bütünleşme ve bağlaşmanın adı “Büyük İstanbul Bağlaşması”dır. Bu yeni tarihsel bağlaşma, Cumhuriyet Güçleri ile dinsel güçler, özgür ve eşit bireylere/her kökenden yurttaşlara/Türk Ulusal Kimliği’ne dayalı bağımsız, laik ve çağdaş Büyük Türk Ulus Devleti ile ümmete, biata dayalı Siyasal İslam din devleti, demokrasi ile despotizm arasındaki büyük hesaplaşmanın gereği bulunmaktadır. AKP iktidarının yarattığı, bugün yaşanmakta olan ve ülkeyi yönetsel, siyasal ve toplumsal alanlarda devleti, ülkeyi çöküntüye uğratan derin ve ağır bunalım, ana sorun çözülmeden çözülemez. Bu nedenlerle özgün ulusal, bütünsel, sistematik ve demokratik bir yönetim felsefesi üretilmesi gereklidir. Demokratik, felsefi, yönetsel ve hukuksal: Belediye yönetiminin devralındığı günden başlatılmak üzere, temeline demokrasinin, odağına insanın/yurttaşın yerleştirileceği YÖNETİM FELSEFESİ uyarınca ilk yapılacaklarla görev süresi boyunca yapılacakları içerecek biçimde haftalık, aylık, 3 aylık ve yıllık programları kritik yol yöntemine göre kapsayan bir YÖNETİM PLANLAMASI yapılması; felsefenin ve planlamanın yönetimin bütün kurum, organ, birim ve alanlarında, tüm süreçlerinde ve işleyişlerinde egemen kılınması. Belediye yönetiminde, tüm kamusal/yönetsel alanların demokrasi ve hukuk dışı güçler blokunun egemenliğinden arındırılarak demokratikleştirilmesi, liyakat ve başarıya dayalı kılınması. Belediye yönetiminde laikliğin/laikleşmenin tüm gereklerinin eksiksiz, ödünsüz ve sapmasız uygulanması. Belediye yönetiminin, çağdışı kalmış otoriter ve parti devleti merkezli felsefesi nedeniyle, içine düşürüldüğü çürümüşlük, çeteleşme, kirlilik ve sapmalardan, etkisizlikten, itibarsızlıktan çıkarılarak, militan yandaşlardan ve yandaş bankamatik görevlilerinden arındırılarak insan haklarına dayalı ve insan merkezli çağcıl bir felsefeye kavuşturulması; çağdaş, demokratik, etkili, dürüst, güvenilir ve saygın hale getirilmesi. Yönetim ve yürütmenin tüm alan ve süreçlerinde, demokratik katılımın, açıklığın, halk denetiminin sağlanması ve kanallarının açılıp oluşturulması. Halkın/İstanbul halkının doğru bilgi ve habere ulaşma, demokratik, yönetsel, yargısal ve ekonomik hesap sorma ve sorgulama haklarının önündeki tüm engellerin kaldırılması, bu hakların gereklerinin tam ola rak ve kanallarının açılarak yerine getirilmesi. Tarih hazinesi, doğa incisi, dünyanın en değerli denizine ve kıyılarına sahip, bu nedenle yapılaşması, tüm alanlarının ve özellikle de kıyılarının korunması büyük özen ve titizlik gerektiren dünya tarih, doğa ve turizm merkez mega kenti İstanbul’da, olası bir deprem de dikkate alınarak yapılaşma, imar, meydanlar, tarihi eserler, mekânlar, yeşil alanlar ve kıyıların, hiçbir kaçak, ruhsat dışı yapılara ve kirliliğe meydan verilmeyecek biçimde sıkı denetim altına alınarak sürekli korunması, kaçak yapılaşmaların anında yıkılması, güzel İstanbul’un siluet ve görünümünün bozulmasına asla meydan verilmemesi. Ekonomik: Belediye gelirlerinin ve ekonomisinin yönetiminde, ekonomik karar süreçlerinde, demokrasiyi, sosyal devleti ve emeği savunan bir yaklaşımın, yürütülen tüm ekonomik politikalarda ulusal ve İstanbul/yerel çıkarlarının korunmasını, sapmalara izin vermeyen bir disiplin ve dürüstlüğün egemen olmasını sağlama. Önceki Belediye yönetimi dönemlerinde haksız, yolsuz, yasadışı yapılmış bütün harcamaların, ihalelerin, yandaş örgütlere yapılmış partizan ödemelerin saptanıp ortaya çıkarılarak soruşturulması, kamuoyuna/İstanbul halkına açıklanması, bu harcamaların belediye yönetimine iadesi için gerekli yollara başvurulmasını sağlama Tüm İstanbul kaynak ve olanaklarının İstanbul halkı ve toplum yararına tam kapasite ile ve bir plan içinde harekete geçirilmesini sağlama. Toplumsal ve kültürel: Değişik düşünce, kültür, inanç, kimlik ve kökenlerdeki yurttaşlar, kesimler, yöreler ve bireylerin birlikte, karşılıklı saygı ve hak eşitliği içinde çoğulcu yaşamalarını öngören, ırkçı, şoven ve antilaik öğelere yer vermeyen hümanist bir ulusal toplumsal kültürü hedefleme. Laiklik ilkesini toplumsal, kültürel yaşamın temel öğesi haline getirme; din ve vicdan özgürlüğünde olduğu kadar dinden özgür kalmak isteyenlere de saygıyı benimseyen, yansız ve eşitlikçi bir devlet/ yönetim anlayışına erişme. Yerel sosyal güvenlik kurumlarını, kreş, bakım ve sığınma evlerini yaygınlaştırıp güçlendirme, Belediye katılımını ve güvencelerini artırıp genişletme. Eğitim ve sağlık hizmetlerinde, fırsat ve olanak dağılımındaki eşitsizlikleri giderici önlemleri alma, bu hizmetleri ekonomik yönden güçsüz kesimler yararına temel haklar uyarınca yeniden düzenleme; bu hizmetler için belediye bütçesinden ayrılan ödenek oranlarını artırma. Eğitim alanında öğrencileri destekleyip öğrenim yaşamlarını kolaylaştırmak için ilköğretimden doktora öğrencilerine dek tüm öğrencilerin tüm yıl belediye ve halk otobüslerinden, metrodan ve deniz taşıtlarından ücretsiz yararlanmalarının sağlanması. Türk ulusu, emperyalizmin siyasal İslamcı uzantısının iktidarını ilk kez yenik düşürmüştür. 24 Haziran’dan başlayarak Türk Ulusu/Halkı, AKP/RTE’yi içinden geldiği karanlığa geri gönderecek; AKP’nin yarattığı bir karadelik haline getirilmiş YSK’yi de bu haliyle tarihin çöplüğüne süpürecektir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle