19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 16 HAZİRAN 2019 PAZAR [email protected] TASARIM: EMİNE BİLGET OLAYLAR VE GÖRÜŞLER On yaşında koca bir adam Türkan Elçi “Karşı yaka memleket Sesleniyorum Varna’dan İşitiyor musun? Memet! Karadeniz akıyor durmadan Deli hasret, deli hasret Oğlum, sana sesleniyorum, işitiyor musun? Memet! Memet!” Sürgün hayatında şair bir baba nın, oğluna hitaben yazdığı dizeleridir. Sürgüne gidenler gitmekle kalmaz, kalanların yüzlerini de beraberinde götürür. Özlem duydukları yüzlere dokunamayınca gidenler, bakiyelerinde yüzlerin hatırına dizeler yazmak kalır. “Oğlum sana sesleniyorum, işitiyor musun/Memet! Memet” hangisi hangisini uzaktan uzağa, hangisi daha yakından sevdi bilinmez. Kaç zaman sonra bu dizeleri duydu, ne hissetti acaba Memet. Babası Nâzım’ı ilk gördüğünde on yaşındadır ve daha sonra cenazesinde görür. Memet’in on yaşında oluşunu okuyunca satır aralarında, “bir çocuğun babasını en son on yaşında görme acım” depreşti. Çünkü başkalarının acıları çoğu zaman bizi kendimize hatırlatır, başkasının derdine yandığımızı zannedip aslında kendi içimizdekileredir ağladıklarımız. Her acının yaşandığı yere değdiğinde gözlerimiz, dolup taşar içimizdeki deniz. Bu denizin ortasında bir ada gibi umutla yarını bekleyen metanetimiz. Yok mudur sizce on yaşında son kez babasını gören bir çocuğun hayalleri? Babasıyla aynı berbere saç tıraşına giderken “Yanlar üstlere göre biraz daha kısaltılsın, böyle daha havalı oluyor benim oğlum” diye tarif edecek bir babası mesela. Çünkü her çocuk babasının ye Türkan Elçi, kızı Nazenin Elçi ve oğlu Arin Elçi. rini almış bir anneyle gittiği berberde, babasının sesini özler, özlediğini annesi üzülmesin diye gönül cebinde bir ömür boyu gizler. Babasız bir çocuk, makas sesinin şıkırtılarının arasında eğilen başını her kaldırışında, karşısındaki aynada yabancı erkeklerin yüzlerinde babasını görür. Dönen koltukta, dönen dünya ile beraber bir berber dükkânında bir çocuk nasıl büyür? Makasın demirden sesi, yüreğine bata çıka belki de çoğu zaman. Taa ki yanlardan biraz daha kısa, üstler biraz daha uzun, böyle daha havalı oluyorum diyesiye kadar. Çünkü çak çak çaklayan makasın sesi, yani akıp geçen zamanın sesi, gidenlerin bir daha dönmeyeceklerine kani olmanın belki de tesellisi. On yaşında kocaman bir adam olmuşsa bir çocuk, dünya berber dükkânı kadar daralır, günden güne içinde biriktirdiği yalnızlığının müsebbibine belki de nefreti çoğalır. Hele bir de yanında bir gölge gibi dolaşan annenin yüzünde hüzünlü çizgiler mütemmim cüzü olarak çoğalıyorsa, gerilerden ilerilere o çizgilerin acısından başka ne kalır? On yaşında kocaman bir adam olmuşsa ve iki eli gecenin karanlığında kendiliğinden terazinin kefelerine dönmüşse ve adalet yazan kefenin dengesizliğine gecenin karanlığında, gündüzün aydınlığında kerhen şahit olmuşsa, kendisine kalan acıdan mütevellit terekenin aktif ve pasifini reddi miras hakkının olmadığını anlamışsa ve derdini şikâyete bir müessesenin olmadığının idrakına varmışsa, olanı ve bitmeyeni küçücük sinesine çekmek dışında ona ne kalır? “Ben hayatta en çok babamı sevdim Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk ... Sevinçten uçardım hasta oldum mu? Kırkı geçerse ateş çağırırlar istanbul’a Bi helallaşmak ister elbet diğ ‘mi oğluyla Tifoyken başardım bu aşk oyununu Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu” Hayatta en çok babasını seven Can Yücel kadar, her çocuk şanslı değildir. Çünkü aşk oyununun sonunda başını babasının göğsü ne gömerek meramına ulaşır. Fakat her yolculuk onun babasının yolculuğuna benzemez, geri dönüşlü değildir. Bazı yolculukların sonsuzluğu, özlenen bir göğse başın yaslanılmasına müsaade etmez. Ansızın çıkılan yolculukların vuslatla sona ermeyeceğine inanan bir çocuğa, babası olmadan, tekâmülün eşiğinde bir başına tereddüte düşmeden, bileklerine kuvvet ve gayret dileyerek, alnının terini dökerek kendisine büyümeyi istemek dışında ne kalır? Başladığı her günün sabahında sabırla kararan bıyık telleriyle ve banyoda eksilen tıraş takımının, tıraş köpüğünün yerine yenilerinin alınacağını, uzayacak sakallarıyla babasına daha çok benzeyeceğinin hayallerini kurarak bir banyo aynasında her gün kendini biraz daha büyümüş görür. Gecenin gündüze, gündüzün geceye bağlandığı zamanın boşluğunda, doğduğu evin kilometrelerce uzağında, sessizlik sadece biraz sessizlik istenen günlerin sabahında akşamında yedi yabancıdan dökülen “aaa biz senin babanı tanıyoruz, ...” bir minare öyküsünün cümlelerinin tekerrüründen, çocuğa hüzün ve gururdan mürekkep bir hatıradan başka ne kalır. Gün geçtikçe babalarını hüzün, keder ve daha çok gururla yâd edecek çocuklar, çocuklarını ince sızıyla içinde taşıyan anneler çoğaldı bu topraklarda. Kendilerine ve kendilerine benzeyenlere hayırlı günler dileyip, benzemeyenlere şer isteyenlerin saltanatıdır yakamızdan düşmeyen. Yarım kalmış bir ömrün acısı bir çocuğun usunda kim bilir kaç mevsime saklı kalır. Silinmeyecek ilk günkü gibi taze bir acı, usunda belki de baki kalır. Demokrasiye kurulan darağacı: Gani Aşık Eski Chp Kayseri Milletvekili 23Haziran’da tekrarlanacak olan İBB Başkanlığı seçimi Sayın Ekrem İmamoğlu ve Sayın Binali Yıldırım arasındaki bir yarış olmaktan çıkmış, özü, niteliği ve sonucu bakımından, demokratik hukuk devleti bekasının, İstanbul seçmeninin billurlaşmış vicdanında, güvenceye alınması zaruretine dönüşmüştür. Bir başka ifade ile, demokrasi mi darağacına gönderilecek, yoksa darağacı mı demokrasinin bağrında buharlaşacak? AKP ve ideolojik müttefiki cemaatler ile tarikatlar, 31 Mart’ta İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni kaybedince, siyasi, mali (akçeli) ve moral anlamda şah damarlarının kesildiğini düşündüler ve 1939 Erzincan depremi şiddetinde bir yıkım yaşadılar. Onların kafasındaki demokrasi ve hukuk şablonu açısından bu sonuç kabul edilemezdi. Nasrettin Hoca ve Temel fıkralarının pabucunu dama atan gerekçelerle ve devlet imkânlarıyla, İmamoğlu’nun helal mazbatasını, hukuk otoritelerinin ittifak ettiği üzere, ‘hile ve desise ile’ elinden alıp, 23 Haziran’da seçimin tekrarlanmasını İstanbullulara dayattılar. Şimdi AKP, devlet, cemaatler, aile şirketlerine dönüşen ve İstanbul BB’ini yıllar yılı yağmalayan vakıflar, milletin ... koyan ahlaksız holdingler, büyük bir medya gücünü de arkasına alarak, İmamoğlu’na karşı kumpas, montaj, yalan, iftira, tezvirat gibi akla gelebilecek ahlakdışı her yöntemi kullanacaklar ve zaten kullanıyorlar da. Sayın Cumhurbaşkanı, rahmet ve mağfiret ayında, hem de cami önlerinde, muhalefetin kurumsal kimliğine ve sayın liderlerine, makamıyla mütenasip olmayan bir üslup içinde, çok ağır hakaretler yağdırıyor. İstanbul seçimini ikinci kere kaybetmesi, AKP’nin, devleti ve toplumu dönüştürmedeki kazanımlarının heba ve daha ileri hedeflerinin hayal olması anlamına geleceğinden öte, Sayın Erdoğan’ın sınırsız hırsı da gemlenmiş olacağından iktidar parti si, İstanbul’u almak için tek kelime ile seferberlik ilan etmiştir. Bütün dini ve felsefi akımlar, zorbalığın her türünün sevgi selinde boğulacağında, sahtekârlığın karanlık labirentlerinde kurulan tezgâhların, halkın vicdanında parçalanacağında birleşirler. Sn. Cumhurbaşkanı, dört yıldızlı otel konforunu değilse de imkânlarını haiz, kısa süreli Pınarhisar Cezaevi misafirliğini, siyaset piyasasında yıllarca pazarladı ve çok da alıcı (!) buldu. Pınarhisar, çok abartılmış, bir bakıma sanal bir mağduriyet olmasına rağmen, Türk halkı ve seçmen kitleleri Tayyip Bey’in mağduriyetine inandı ve kendisini uzunca bir süre sahiplendi. Çünkü, gönül ve vicdan dünyasının ahlak örgüsü ve sosyal dokusu, Türk milletine mağdur ve mazlumun yanında saf tutmayı telkin eder. Bütün Türkiye ve İstanbul halkı (seçmeni), Sayın İmamoğlu’nun İstanbul seçimini arı, duru, berrak bir biçimde kazandığına inanıyor ve birtakım katakulli ile elinden alındığını, emek ve alın teri ürünü olan hakkının gasp edildiğini biliyor. Bu nedenledir ki; yürüdüğü her caddede, insanlar boynuna sarılıp ağlıyor, “hakkını yediler” diye bağırıyor, çevresinde gökkuşağını andıran bir sevgi halesi oluşuyor, mitinglerinde yer yerinden oynuyor, bulunduğu her ortamda, yurttaşların kabaran coş 23 Haziran kusu ile iklim değişiyor. İmamoğlu neden çok seviliyor Halkın Ekrem Bey’e olan yoğun ilgisinin, sadece mağdur edilmesi ile ilintili olduğunu düşünmek, çok yanıltıcı olur. 70 yılı bulan çok partili siyasi hayatımızda halk, çok aldatıldı: Şehitlik ödülünün cennet olacağı ortak inancımız olmasına rağmen, siyasilerin ve büyük sermayenin çocuklarının niçin 20 günlük bedelli askerlikle vatani görevini yapmış sayıldığını ve şehadet mertebesine ulaşıp, niçin cennete gitmek istemediklerini sorgulamaya başlayan halk, adında “adalet” ve “kalkınma” sözcükleri olan partinin, kalkınma derken, helalharam gözetmeden, her kademedeki yöneticilerini kastettiğini, adaleti ise kör kuyuya attığını fark etti. Allah’ı ve Peygamber’i ağzından düşürmeyenlerin yönetim tarzları ve yaşam biçimlerinin İslamla asla bağdaşmadığını, DiniMübini, oy avcılığı adına kendisini aldatmaya yönelik bir siyasi yöntem olarak kullandığını sezinledi. Kendi çocuklarını Avrupa’da, ABD’de ve kolejlerde okuttukları halde, halk çocuklarını, ülke genelinde bir ağ gibi örülen imamhatiplere yönlendirme ve özendirmedeki tuzağı keşfetti. AKP iktidarda 17’nci yılını tamamlarken, bir tarım ülkesi olan Türkiye’de halk, soğan ve patates kuyruğunda, yoksulluğu iliklerine kadar hissetti. “Düşün arkama, güzel günler vaat ediyorum” diyenlerin yarattığı düş kırıklıkları ve aldatılmışlığın kırgınlığında pişmanlık yaşayan halk, İmamoğlu’nun şahsında güvenilir bir devlet ve siyaset adamı portresi keşfetti: İçi ile dışı uyumlu, gözyaşları içtenlikli, deruni ve saf, kalbinin ve gönlünün aydınlığı mehtap gibi yüzüne yansımış, yalandan, haramdan ve riyadan uzak, kibirsiz / alçakgönüllü... Bu altın insanı Türk siyasetine kazandıran CHP Sayın Genel Başkanı ile desteğini esirgemeyen İYİ Parti Sayın Genel Başkanı’nın devlet adamlığı niteliklerini takdirle anmamak kadirbilmezlik, İl Başkanı Sayın Kaftancıoğlu’nun bir şövalye ruhuyla CHP teşkilatını 31 bin 186 sandıkta demokrasi bekçiliği için çelik ağlarla örgütleyişini selamlamamak ise haksızlık olur. İstanbul seçimini ikinci defa, hem de açık ara alacağı kesin olmakla birlikte, sonuç ne olursa olsun, Sayın İmamoğlu’nun, bundan böyle Türk siyaset ve devlet hayatında çok önemli sorumluluklar üstleneceği kamuoyunun ortak yargısı ve beklentisidir. Yolu ve bahtı, çok aldatılmış yurttaşların yazgısı ile uyumlu biçimde açık olsun. Ne gam, martın sonunda engellendiyse de bahar / Bu kez de çiçekler, 24 Haziran’da açar... Bu akşam ve haftaya bugün... Bu akşam: Sanki her şey normalmiş... Sanki İstanbul Belediye Başkanı seçimi âdil ve eşit koşullarda yapılmış ve yapılacakmış... Sanki Ekrem İmamoğlu’nun kazandığı seçim, Binali Yıldırım kazanamadığı için haksız ve hukuksuz bir biçimde iptal edilmemiş... GİBİ TEZGÂHLANAN... Bir televizyon programı izleyeceğiz. Adına “tartışma” diyorlar ama anlaşılan, arada büyük bir zekâ ve umuda seslenme farkı olduğu için, tartışma olmasını önlemek amacıyla programın biçimi (formatı), adayların birbirleriyle tartışmaları yerine, kendilerine sorulan aynı veya benzer sorulara yanıt vermeleri şeklinde düzenlenmiş. Sadece bu olay bile Ekrem İmamoğlu’nun belediye başkanlığı seçimini kazandığının ve yine kazanacağının bir belirtisi olarak görülebilir: Çünkü sürekli olarak eşit koşullarda televizyonda muhalefetle tartışmayı kibirli bir tavırla reddeden iktidar, bütün kamuoyu araştırmalarında kaybedeceği görülen bu seçim öncesinde tartışmayı kabul etmekle ve bunun “Kırılma noktasında son haftaya ışık tutacağını” yani artık sadece bu programa bel bağladığını ilan etmekle, umutsuzluğunu açıklamış bulunuyor. HHH İstanbullular, haftaya bugün... 23 Haziran 2019 Pazar günü: Parti Devleti’nin bütün baskılarına karşın seçtikleri Belediye Başkanı’nın mazbatasının gasp edilmesine karşı oy kullanacaklar gibi görünüyor. HHH Öyle görülüyor ki, İs tanbullular, gelecek pazar, Parti Devleti’nin Milli İrade’yi yok saymasına başkaldıracaklar: Toplumun çeşitli kesimlerinin birbirlerine karşı düşmanlaştırılmasına, bazı vatandaşlara hain muamelesi yapılmasına, haksızlıklara, hukuksuzluklara, mutfaktaki yangına, İstanbul kentinin kaynaklarının, eşe, dosta, akrabayı taallukata peşkeş çekilmesine, iltimasa, kayırmacılığa, yolsuzluklara, arsa yağmacılığına, yeşilin tahribatına, betonlaşmaya, “HAYIR” diyecekler. HHH Öyle görülüyor ki, İstanbullular, haftaya bugün, “İstanbul, İstanbullularındır” diyecekler: Zarfa koyup, sandığa attıkları 4 oydan üçünün geçerli sayılıp Ekrem İmamoğlu’nu seçen oyun geçersiz sayılmasının hesabını soracaklar, geçmişteki yanlışlara değil, gelecekteki umuda oy verecekler. Gasp edilen iradelerini geri alacaklar. “İstanbul bizimdir, bizim ailemizindir, bizim partimizindir, bizden başkasının olamaz” diyenlere karşı... “İstanbul 16 milyon İstanbullunundur” diyen adayı, Ekrem İmamoğlu’nu seçecekler... ÖNEMLİ NOT 1: Seçim sürecinde devlet baskısı bütün şiddetiyle devam etmekte. Dolayısıyla son dakikaya kadar çalışmaya devam edilmez ve sandığa gitmek ihmal edilirse, sonuç tehlikeye girebilir. ÖNEMLİ NOT 2: Okullar kapandı; İstanbulluları “Haydin tatile” diye sandıktan, seçimden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Elbette tatil yapın; ama ya seçim için haftaya pazar bir günlüğüne geri gelin, ya da oyunuzu kullandıktan sonra tatile gidin!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle