22 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 27 EKİM 2019 PAZAR [email protected] TASARIM: BAHADIR AKTAŞ OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Atatürk’ün dış politikası ve günümüz Daver Darende Emekli DiplomatYazar Atatürk’ün öngördüğü dış politika maceracı değildir, akılcıdır. Temelini “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesi oluşturur. Bu dış politikada ideolojik dogmalara, dinsel kavramlara, duygusallığa yer yoktur. Tam bağımsızlık temeli üzerine kurulan dış politikada komşu ülkelerle karşılıklı saygıya dayanan dostluk ilişkilerini geliştirmek, ülkelerin iç işlerine karışmamak temel hedeftir. Emperyalizme karşı amansız savaş veren Atatürk, ülkemizin onurunu koruyarak ödün vermeden dünyada saygınlık yaratan bir dış politika izlemiş, bu politika ezilmiş uluslar için de esin kaynağı olmuştur. Şimdilik ertelendi Atatürk döneminde Lozan Barış Antlaşması imzalanarak bir tutsaklık belgesi olan Sevr, tarihin çöplüğüne atılmış, Atatürk’ün Lozan Antlaşması için söylediği şu tarihi sözler belleklerimizden silinmemiştir: “Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlanmış büyük bir suikastın çöküşüdür.” Ne acıdır ki ülkemize yönelik bu büyük suikast bugün de gündemdedir. Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devletçiğinin kurulmasına yönelik proje şimdilik ertelenmiş görünmektedir. Ancak PYD terör örgütünü koruması altına alan ABD’nin ileriye dönük bu projesinden vazgeçmesi beklenmemelidir. PYD’yi terör örgütü olarak kabul etme Türkiye ile uzlaşan ABD ve Rusya’nın, terör örgütü PKK/YPG ile en üst düzeyde temaslarını sürdürmesi, ABD Başkanı Trump’ın “nazik ve cesaretli” diye övdüğü YPG temsilcisi Mazlum Kobani ile Rusya Savunma Bakanı Şoygu’nun da aynı kişi ile görüşmesi anlamlı olduğu kadar dikkat çekicidir. yen ABD’nin Türkiye’yi bu örgütle görüşme masasına ısrarla oturtmak istemesi dikkat çekicidir. ABD’nin hedefi değişmemiş, sadece yöntemi değişmiştir. Türkiye, Suriye’deki paylaşım savaşında bölgedeki süper güçlere ve Suriye’ye karşı daha dikkatli, yansız, dengeli ve maceracı olmayan bir dış politika izleyebilirdi. Ne yazık ki bunu başaramadık. Yeni bir dönem Soçi’de Türkiye ile Rusya arasında 22 Ekim günü imzalanan 10 maddelik Mutabakat Muhtırası, Suriye sorununda yeni bir dönemin başlangıcı olarak nitelendirilebilir. Muhtırada. Suriye’nin toprak bütünlüğüne vurgu yapılması, AnkaraŞam arasında imzalanan 1998 tarihli Adana Anlaşması’na değinilme si, YPG’nin 150 saat içinde sınırdan 30 kilometreye çekilmesinde uzlaşılması, TürkRus ortak devriyesi kararının alınması kuşkusuz olumlu sayılabilecek gelişmelerdir. Ancak ne ABD’nin ne de Rusya’nın YPG’nin bir terör örgütü olduğunu kabul etmemeleri düşündürücüdür. Nitekim Suriye’nin kuzeyine ilişkin sorunlar konusunda Türkiye ile uzlaşan ABD ve Rusya’nın, terör örgütü PKK/ YPG ile en üst düzeyde temaslarını sürdürmesi, ABD Başkanı Trump’ın “nazik ve cesaretli” diye övdüğü YPG temsilcisi Mazlum Kobani ile Rusya Savunma Bakanı Şoygu’nun da aynı kişi ile görüşmesi anlamlı olduğu kadar dikkat çekicidir. Gerek ABD’nin ve gerek Rusya’nın YPG’yi korumakta kararlı oldukları anlaşılmaktadır. Kürt sorununun uluslaş maya başladığı bu duyarlı dönemde ABD ve Rusya’nın Suriye satrancında üstlendikleri rolde Türkiye’nin nerede olacağı belirsizliğini korumaktadır. İşte bu nedenle gelişmeleri ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılamak gerekiyor. Baskı devam edecektir Tüm bu gelişmeler ışığında küresel gücün mimarları Türkiye’yi ellerinden kaçırmamak için ağırlaştırılmış koşulları şimdilik gözden uzak tutmaya çalışmaktadırlar. Ancak baskı ve tehdit devam edecektir. Türkiye’ye dayatılan bu büyük oyun, bütün hızıyla devam ederken komşumuz Suriye ile ivedilikle diyalog kurmanın ve Atatürk’ün akılcı ve maceracı olmayan “Yurtta barış, dünyada barış” politikasına dönmenin zamanıdır. Savunma hakkına vahim bir müdahale Tam da sözde “Adalet Reformu”nun yürürlüğe girdiği gün, savunma hakkını zedeleyecek ve avukatlık mesleğini zora sokacak vahim bir olay yaşandı: Bir avukata, savunduğu sanığın işlediği iddia edilen suçtan dolayı dava açıldı! Yani bundan sonra herhangi bir sanığı savunan bir avukat da, savunduğu sanığa atılı olan suç iddiasından dolayı sanık olarak yargılanabilecek. Örneğin, bir cinayet sanığını savunan bir avukat, sanık o cinayeti gerçekten işlemiş olsa da olmasa da, yargılama sonunda mahkum olacak olsa da olmasa da, sanığın işlediği iddia edilen cinayetten dolayı (veya daha da vahimi, belki bu sanığı savunduğu için) yargılanabilecek!... Savunma hakkını ve avukatlık mesleğini tehdit eden bu vahim olayı, Barolar ile Hukuk Fakülteleri derhal ciddiyetle irdelemelidir! HHH Konuyla ilgili olarak dünkü Cumhuriyet’te yer alan haber özet olarak şöyleydi: “KILIÇDAROĞLU’NU SAVUNDUĞU İÇİN AĞIR CEZADA YARGILANACAK!” CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun avukatı Celal Çelik hakkında “Cumhurbaşkanına hakaret ve görevi kötüye kullanma” iddiasıyla ağır cezada dava açıldı. Çelik, “Müvekkilini savunduğu için dava açılan başka bir ülke daha olamaz. Avukatın savunma dokunulmazlığı gibi evrensel bir ilke ihlal ediliyor” dedi. Yargı Reformu’nun yürürlüğe girdiği gün, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun avuka tı Celal Çelik’in, geçen yıl yaptığı yazılı savunmasında Kılıçdaroğlu’nun sözlerinin doğru olduğunu öne sürmesi nedeniyle hakkında “Görevi kötüye kullanma”, “Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla dava açıldı. Sözcü gazetesinden Saygı Öztürk’e konuşan avukat Çelik, “Dünyanın hiçbir ülkesinde bir avukata, savunma yaptığı, müvekkilinin sözlerinin doğru olduğunu söylediği için dava açılamaz. Türkiye’de de ilk kez böyle bir olay CHP Genel Başkanı’nın avukatı olduğum için bana uygulandı” dedi. Kılıçdaroğlu, Erdoğan ile oğlu Bilal Erdoğan arasında geçtiği öne sürülen ve 1725 Aralık sürecinde ortaya çıkan tapelerin içeriğini TBMM’de okumuştu. Bunun üzerine Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nu mahkemeye vermişti. HHH Cumhuriyet’teki haber burada verdiğim özetten çok daha uzun; dava hakkında bilgi edinmek isteyenler haberin orijinalini okuyabilirler. Haberde dikkati çeken bir nokta daha var ki, o da dava konusu olan sözleri Kılıçdaroğlu’nun “Meclis Kürsüsü”nden söylemiş olması: Bu anlamda bu davada milletvekillerinin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin “Kürsü Dokunulmazlığı” ilkesi de ihlal edilmiş oluyor. HHH Silivri Davaları sürecinde başlayan hukuk ihlalleri, olağanlaştıkça yasa ihlallerine dönüştü... Böyle bir Çağdaş Demokratik devlet olamaz: YAŞASIN DEMOKRATİK, LAİK VE SOSYAL HUKUK DEVLETİ! Cumhuriyet Halk Partisi ve programı üzerine UMUT ÖZKAN EĞİTİMCİ yazar Siyaset, toplum ve insan odaklı yapılırsa halkta karşılık buluyor, yoksa havanda su dövmeye devam ederiz. İşte “Benim anam görmedi sosyal demokratların iktidarını, babam görmedi, torunlar da göremeyecek böyle giderse” sözleri havada uçuşuyor. Bu son yerel seçimler biraz moral oldu. Ancak sorun devam ediyor. Bugünün meselesi değildir. Batı tarzı bir sosyal demokrasi anlayışı, bir an önce yaşama geçirilmeli, toplumdaki karşılığı bu oy oranından daha yüksek olacak düzenlemeler yapılmalı. Hem evrensel hem yerel değerleri de unutmayacak bir sosyal demokrat parti modeli yaşama geçirilmeli. Kuruluşunu, tarihini kıymetli bir hazine olarak gören, onu daha da geliştirecek bir siyaset düşüncesini hayata geçirilmeli. Palme örneği Türkiye’de sosyal demokrasinin Batı tarzı için çalışmalar dönem dönem yapılmıştır, ancak “elit” birkaç söylemden öteye gidememiştir. Romantizm olarak algılanmıştır. Sosyal demokrasi, İngiltere’den esen Tony Blair rüzgârıyla içi boş, yaldızlı sözlerle süslenmiş, ünlü bir pop yıldızının şarkılarıyla, dumanların içinden, kürsüye çıkarılan bir lider görüntüsü olarak akıllarda kalmıştır. Yeni, “yeni” sloganıyla sunuldu ve orada bitti çünkü “yerel ve evrensel değerler”, bir kilim deseni gibi bir sosyal demokrat partide hâlâ dokunamamıştı. Öte tarafta beyaz güvercinleriyle bir barış, demokrasi ve refah modeli vardı. Daha çok özgürlük, daha çok eşitlik ve mutluluk diyen bir siyasi düşünce vardı: Olof Palme’nin İsveç’i. Ecevit, yaşamında hep “Anglo Sakson” modeli olarak gördüğü (Norveç, İsveç, Danimarka, Finlandiya) tipi bir modeli gözlemlemiş, ancak başarılı olamamıştı. Ecevit’in ziyareti Bülent Ecevit, bir ziyaret için gittiği Danimarka’da akşam başbaka Öte tarafta beyaz güvercinleriyle bir barış, demokrasi ve refah modeli vardı. Daha çok özgürlük, daha çok eşitlik ve mutluluk diyen bir siyasi düşünce vardı: Olof Palme’nin İsveç’i. nın evinde kaldığını söylüyor ve oğlunun belediyede otobüs şoförü olduğunu öğrendiğini, akşam on ikide vardiya değişiminde eve geldiğini belirtiyordu. Halkın kendisi gibi düşünen, kendisine benzeyen Danimarka Başbakanı için özgün bir politikacı değerlendirmesi yaptığını anlatarak sözlerini bitirdi. Bu modelde halk var, liderine inanmış bir toplum var. Türkiye’de sosyal demokratların bir eğitim modeli olmalı. Bu zamana kadar “altın kindar” diye tabir edilen nesil yetiştirme projelerinin hepsini “özgür birey” anlayışıyla tasfiye edecek, “Fikri hür, vicdanı hür bir eğitim modeli öneriyorum” eğitim programıyla yola çıkılmalı. “Sosyal demokrat partilerin savunduğu fikirlerle doğal taban olarak kabul edilen sendikaları ve sivil toplum kuruluşlarını bir iş, emek, sivil toplum örgütlenmesi adı altında birleştirmek, ‘bana yakın veya uzak demeden’ emek örgütlenmesi sol bir kavramdır. Özgüvenimizi oradan alıyoruz” anlayışıyla yola çıkmalı. Yeni bir örgüt modeli; “en ufak mahalle biriminden en geniş katmanlarına kadar tüm insanlar, bütün insanlar” tabirini kullanarak çalışmaya başlamalı. Bu sadece gürültü kirliliği yapıyor, senin partini ve dünya görü şünü bir yere götürmüyor. Örgüt oluşumu liyakat, beceri ve emek tabiriyle oluşturulmalıdır. Odaklar olur, ancak bunun oranı belli düzeyde tutulmalıdır. Yok olan yargı modeli yerine bir evrensel yargı modeli ortaya konulmalıdır. Sosyal demokrat partilerde örgüt çok önemli, buralar “tekke” ve “çorba” deyimiyle anılmamalı. Hani diyorlar ya, “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer.” Bir atölye; bir eğitim ve kültür evi konumuna getirilmeli, bulunduğumuz yüzyıla uygun enstrümanlarla donatılmalıdır. Bu üretim tarzı, ideolojiyi başarıya götürmez. Ürün ortaya koymak ve başarı, birincil görevdir. Hazırlıklı olmalı “Önümüzdeki dönem bir inanç politikası dönemi olacaktır. Bunun için tüm inançlar, halkta nasıl kabul görüyorsa öyle kabullenmek şart olmalı, bunu da ayırt edici unsur olarak görmemeliyiz. Önümüzdeki dönem Ortadoğu eksenli küresel bir sorun haline getirilen Kürt meselesini göreceğiz. Sosyal demokrasi buna hazırlıklı olmalı. Önümüzdeki dönem mülteci kavramıyla, olmazsa olmaz olarak tabir edilen AB ve ilişkileriyle daha çok karşılaşacağız.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle