23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
OLAYLAR VE GÖRÜŞLER eposta: gorus@cumhuriyet.com.tr Cuma 28 Eylül 2018 2 TASARIM: ECE KURTULUŞ Hukuk susarsa... Av. Cem Alptekin Çok uzun bir dönem devleti ele geçirmek için devlet içinde (sözde gizli) örgütlenen “Gülen cemaati”, Cumhuriyet’i ve ulus devleti ortadan kaldırma projesinin bir gereği olarak, (Ergenekon, Balyoz, Casusluk vb.) kumpas davalarında yargıyı hiç tereddütsüz bir silah olarak kullanmıştır. “Hukuk devletini” ve onun hukukunu tamamen araçsallaştıran kumpas davaları ile Türkiye’nin “derin devlet” ve “askeri vesayet”le hesaplaştığına, bağırsaklarını temizlediğine inanmamızı isteyen “devlet aklı” ve bir kısım neoliberal “solcu” zevatın etkili propagandasına rağmen, başta hukukçular olmak üzere, toplumsal muhalefetin yaşanan hukuksuzluğa karşı eleştirel duruşu ve tepkisi sayesinde bu davalar kamuoyunda umulan desteği bulamadığı gibi kamu vicdanında meşruiyet de kazanamamıştır. Bu durum kumpas davaların yargı önündeki çöküşünün nedeni olmasa da, o çöküşü büyük ölçüde kolaylaştırmıştır. Ancak çok ilginçtir ki; aynı eleştirel duruşu, 15 Temmuz darbe teşebbüsü ile başlayan “Fetulahçı Terör Örgütü” (FETÖ) soruşturmaları ve davalarında kesinlikle göremiyoruz. Başta barolar ve hukuk kurumları olmak üzere, toplumsal muhalefet bu davalarda yaşanan hukuksuzluk karşısında adeta üç maymunu oynamaktadır. Suç örgütü Oysa anılan suç örgütünün devlet içindeki faaliyeti ve darbe teşebbüsü ile işlenen bu suçun şu an tutuklu yargılan veya hüküm giyen birçok failinin varlığı somut bir vakıa olsa da; bu davalarda tutuklu yargılananların veya hüküm giyenlerin birçoğunun da darbeci veya örgüt üyesi olmadığı; şu an tutuklu olan birçok şüpheli veya sanık hakkında kuvvetli suç şüphesinin dahi bulunmadığı da, maalesef ayrı bir vakıadır. Diğer yandan, (darbe teşebbüsünün hemen ardından gözaltına alınanlara uygulanan işkence ve insan haklarına aykırı muamele furyası bir yana) bu soruş turma ve davaların adil yargılanma pas deşifre edilmiş, bunlar tek başı ilkelerine uygun olarak sürdürüldü na delil olma niteliğini kaybetmiş ne ğünü söylemek de kesinlikle müm gam!) o kişinin lehine olan başkaca kün değildir. hiçbir delilin araştırılmasına (bu ya Örneğin; yalnızca (darbe günü dola sal bir zorunluluk da olsa) hiç gerek şıma sokulan) sözde sıkıyönetim gö yoktur. Duruma uygun fezleke (farazi revlendirme listeleri, Bylock ve kon tutuklama gerekçesi) hazırlanıp, şüp törlü telefon aramaları baz alınarak heli sıfatı ile yaftalanan o kişi artık Emniyet Genel Müdürlüklerince baş “mevcutlu” bir şekilde ve tutuklanma latılan soruşturmalar garantisi ile yar ve açılan davalara daya gının önündedir. nak yapılan deliller ve bu delillere göre gerçekleşen tutuklamalar, tu Bir toplumda yaşanan Yasaya göre, bir hukuk insanı ve iddia makamı ola tukluluk incelemeleri, yargılama usulü ve verilen cezalar, başta Ceza Muhakemeleri Kanunu, hukuksuzluk karşısında ilk önce ve en çok konuşması rak, kolluğun topladığı deliller ve hazırladığı fezlekedeki “suç örgü Türk Ceza Kanunu ve Yargıtay içtihatları bakımından da ciddi anlam gerekenlerse hukuk insanlarıdır. Onlar tü üyeliği” tanımı ile bağlı olmaması gereken Cumhu da sorunlu olup; bu yar da susarsa, sonsuza riyet savcısı, önü gılamalar ve tutuklamalar (yaratıkları mağduriyetler ve hak ihlalle değin hukuk susar, vicdan susar. ne gelen fezlekeyi hiçbir hukuk süzgecinden ge ri bir yana) yakın bir sü çirmeden, doğru reçte Avrupa İnsan Hak dan bir iddiana ları Mahkemesi önünde meye dönüştü Türkiye’nin başını ciddi rürken, önü biçimde ağrıtacaktır. ne “mevcut Üst akıl lu” gelen şüpheliyi de usulen Diğer yandan, anı dinleyip (çoğu zaman lan soruşturmaları (söz da hiç dinlemeden) tutuk de) savcılık talimatıy lama istemiyle Sulh Ce la yapan ve esasen bu da za Hâkimliğinin önüne gön vaların “hukuki” temelini derir. Bundan sonraki sü de atan Emniyet’e reç de adeta otomatik işler: hâkim olan “üst ak “Suçların ve cezaların şah lın” tamamen düz siliği” ilkesine göre önce bir mantıkla iş likle şüphelinin somut duru leyen kurgusu muna bakılması gerekirken na göre; anılan buna dahi bakılmadan, top bu listelere, uygula luca gelen diğer şüphelilerle malara ve aramala birlikte o şüpheli de CMK’ya ra giren/takılan her göre “kataloğ suç” kapsamın kişi darbeci veya te da sorgusuz sualsiz tutuk rör örgütü üyesidir. Bu lanır; hiçbir delili karartma kişiler hakkında gere ve/veya kaçma ihtimali ol ken “delil”e ulaşıldıktan masa da yıllarca tutuklu ka sonra, o “delilin” huku lır, usulsuz yargılanır; de ki olup olmadığına, kum lilsiz, dayanaksız mahkum pas olup olmadığına hiç olur; beraat etse bile hük bakılmadan (bu arada anı men verilmeyen cezasını lan Görevlendirme Liste tutuklu kaldığı sürede fii leri ve Bylock’daki kum len zaten çekmiş olur. Bu hukuksuz sürecin mağduru da genellikle meslekten ihraç edilen memurlar, tutuklu yargılanan muvazzaf askerler, giderek zayıflayan devlet bürokrasisi, ordu, sair devlet kurumları; hızla kaybolan adalet inancı ve dolayısı ile varlığı yine tehdit altında olan “ulus devlet” olur. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte yargının da yasama gibi tamamen siyasi iktidarın tasarrufu altına girmesi; tek elde toplanan yürütmenin açık anayasa ihlalleri ve Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile birlikte; yargı bağımsızlığının ve yargıç güvencesinin (somut uygulamalı örneklerle) ortadan kalkmış olduğu yeni sistemde ise; artık suçun değil suçsuzluğun ispatının zorunlu olduğu, bu ispatın takdirinin ise kanun yerine keyfiyete bırakıldığı, mahkemelerin nerdeyse yargıçlar tarafından değil, devlet kurumları adına davaları takip eden müştekiler ve vekillerince yürütüldüğü; bu davalarda savunmayı temsil eden avukatın ise kendisine zoraki tahammül gösteren yargının (siz devlet diye de düşünebilirsiniz tabii) bir nevi süsü olduğu, bu süsten de rahatsız olunduğunda savunmanın hâkim kararıyla çabucak göz önünden uzaklaştırılabildiği günümüzde, hukuk devleti’nin ve hukukun “devlet aklı” tarafından bir kez daha araçsallaştırıldığı apaçık ortadadır. Barolar ve hukuk kurumları tehdit altında Hal böyleyken, başta varlıkları en büyük tehdit altında olan barolar ve hukuk kurumları olmak üzere, sair toplumsal muhalefetin yeni kumpas davalarını bir anlamda meşrulaştıran derin sessizliği ne anlama gelmektedir? Bugün geldiğimiz nokta itibarıyla ya hukuk devletine, yargıya, dolayısı ile adalete olan güven tavan yapmış olmalıdır; ya da korku artık son kaleleri de teslim almış; geriye kalan vicdanları da karartmış olmalıdır. Bu derin sessizliğin mantıkla açıklanabilir üçüncü bir nedeni bulunmadığına göre; bu iki ihtimalden hangisini seçersek seçelim, toplumsal durumumuzun ne kadar vahim olduğu apaçık ortadadır. Bir toplumda yaşanan hukuksuzluk karşısında ilk önce ve en çok konuşması gerekenlerse hukuk insanlarıdır, avukatlardır. Onlar da susarsa, sonsuza değin hukuk susar, vicdan susar. HBT Konferansları yeniden başlıyor DÜNYA NEREYE KOŞUYOR? HBT – BAU TIP işbirliği ile geçen yıl başlattığımız “Robotik zekâ Dijital Kültür, Dünya Nereye koşuyor” konferans dizisine yeniden başlıyoruz. Yazarlarımız Prof. Cem Say ile dijital dünyanın ülkemizdeki en yetkin kişilerinden Tanol Türkoğlu ikilisinin karşılıklı sohbet, açıklama ve sorular biçiminde sunacağı yeni dönemin bu ilk konferansında, ana konu Dijital Silahlanma, yani arkasında yapay zekâ ve robotik olan yeni silahlanma ve yarattığı tehlikeler... Dijitalize dünyanın masumiyeti ve ahlaksızlığı üzerine tartışma... Konferans Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş Yerleşkesinde bu Cumartesi, 29 Eylül 2018’de saat 17.00 19.00 arası... Hey gençler siz de özellikle gelin ve katılımınızla ve sorularınızla gelecekte nasıl bir dünyanın bizi beklediğine katkıda bulunun.. 131 sayımız çıktı İstanbul’un mimari kimliği: Yağma, rüşvet ve politik oyunla ucuz kapital DOĞAN KUBAN HBT’ye özel söyleşi Gökhan Hotamışligil: “Metabolik sağlığı ömür boyu koruyacak formülün peşindeyiz...” ORHAN BURSALI Tarih öncesinde ve günümüzde iklim değişikliklerinin ilginç etkileri Özgür müyüz. cahil mi? TANOL TÜRKOĞLU Her cuma beyin besleme günü Günlük bilim portalımız ve abonelik: www.herkesebilimteknoloji.com’da Tel: 0216 449 99 42 Af değil ceza indirimi (!) Av. ALP KAAN İmiş. Peki neden ceza indirimi? Hangi sosyal gereklilikle? Beklentiler karşılanacakmış. Beklentiler?.. Kimin beklentisi?.. Kimlerin talebi?.. Allasen hepimiz gazete okuyoruz, gündemi olabildiğince takip etmeye çalışıyoruz... “Af” konusu, nasıl durduk yere gündemine girdi ülkenin?.. Beklentiler dediğiniz o beklentiler hiç yansıdı mı kamuoyu gündemine?.. Birileri Meclis kapısına mı yığıldı veya teklifin sahibi partiye talep geldi de ana muhalefet partisine hiç mi gelmedi böyle talep?.. İktidar partisine hiç mi gelmedi beklenti?.. Af veya ceza indirimi... Ne derseniz deyin işte... Türkiye gündemine “küt” diye girmiştir. Cezaevleri taşmış, özellikle hukukçular, yargıçlar, cezaevi yönetimleri, Adalet Bakanlığı, sosyologlar, toplumbilimciler, Türkiye’de affın(!) gerekli olduğunu, şu şu şu sebeplerle bunun karşılanması gerektiğini mi haykırmışlardır uzun süredir?.. Yoo... Ne beklenti duyduk biz, ne ihtiyaç ve hele de ne gereklilik. Velhasıl... Meclis’e sunuldu af teklifi. Şimdi tepkileri almak için deniyor ki bu af değildir, ceza indirimidir. Ne fark eder?.. Pratikte ne fark eder?.. Hukuki tabir zaten satırlar arasında anlam kazanıyor ve ancak orada hukukçular tarafından bilinebiliyor kavram farklılıkları. Hatice’ye bakma neticeye bak misali, sonuçta 5 yılı silip cezaevlerinin kapısını açıyor musunuz?.. Evet. O zaman af ya da ceza indirimi olmuş ne fark eder ki?.. Peki sonrası?.. Sonrasında tahliye olanın ıslah edildiğini nasıl bileceğiz, inanacağız?.. Nasıl güvenilecek infaz sistemine?.. Zaten bir tuhaf olan, envayi çeşit uygulaması bulunan infaz sistemimizde bir de bu teklifin yasalaşmış hali eklenirse... Tamamdır. Peki yeniden suç işlenmeyeceğinin garantisi var mıdır?.. Peki devlet bu açıdan gereken her tür tedbiri, önlemi almış, piyangodan çıkan ikramiye gibi gelen indirimle sokağa tekrar çıkanın suç işlememesi için her şeyi yapmış mıdır?.. Madem keyfe keder böyle teklifler gelebiliyor Meclis gündemine ve suçu işleyen bir şekilde veya bir zaman böyle piyangolara maruz kalabiliyor; o zaman baştan mahkemeler versin daha da indirim... Hani kravat taktı diye iyi hal indirimi alanlar var ya... Tepki verdiğimiz hep. Ne fark eder ki, bir şekilde bir suçu işleyene böyle piyango vurabiliyorsa... O zaman nerede kalıyor cezanın ıslah edici özelliği, caydırıcılığı, etkinliği... Durduk yerde gündeme af geldi. Şimdi deniyor ki, af değil, ceza indirimi.. Peki asıl gerçeğe baksak biraz da... Misal, suç işlemenin önünü tıkasak, suç işleme oranlarını düşürsek... Asıl buna kafa yorması ve ciddi ciddi bu gibi konular üzerinde çalışması gerekmez mi partilerin?.. Yoksa bir af de, bir ceza indirimi de... Popülizm balonunu şişir... Kolayı bu. Estetikli siyaset  Bugün yine ülkemizdeki adaletsiyasetekonomi ilişkilerindeki gariplikleri ve çelişkileri yazacaktım ama birden bu çelişkilerin altında yatan temel sorunla ilgili bir haber gözüme ilişti: Son güzellik yarışmasında birinci seçilen mankenin estetik ameliyatlı olduğu ortaya çıkmış; tacının elinden alınıp alınmayacağı tartışılıyormuş. Estetik ameliyatla düzeltilmiş organlara, ya da böyle organları olan kişilere, halk arasında, kısaca, “estetikli” deniyor; “estetikli burun” ya da “estetikli artist” gibi. Aslında insanların güzellik merakı ve güzelliğin toplumsal işlevleri konusunda felsefi bir köşe yazısı döktürülebilirdi ama ben konuyu politikacılar bağlamında ele alarak “estetikli siyaset” üzerinde durmak istiyorum. HHH Çok Partili Düzen’in ilk “estetikli siyaset” olayı 1950’de görülmüş ve yarattığı büyük hüsran, 19501960 arasında, Demokratik Rejimi kurma hedefinin çöpe atılışı ile yaşanmıştır: Demokrat Parti, Din/Tarım Toplumunu temsil eden “Toprak Ağalığı” görünümünü bir “estetik ameliyat” ile “Demokrat” görüntüye dönüştürmüş ve iktidara gelmiştir. Bu “estetikli” partinin gerçekten Demokrat olduğuna inanan Komünistler de ona başlangıçta destek vermişler... Bu “estetikli” görüntünün arkasındaki gerçek yüzü ancak 1951 tevkifatı ile kendilerini hapiste bulunca fark etmişlerdi. DP’ye iktidar olanağı veren CHP de, bunu derhal, 1951’de mallarına el konularak ödemişti. İkinci önemli “estetikli siyaset” olayı 12 Mart 1971 Faşist Askeri Darbesinin, Atatürkçü görüntüsüdür. Atatürkçü yüz, hem asker hem de sivil politikacıların estetik ameliyatlarda en çok hedefledikleri görünümdür. Nitekim, 12 Mart’taki “estetikli askerler” amaçlarına yeterince ulaşamayınca, bu kez darbeyi, 12 Eylül 1980’de, yine sahte Atatürkçü “estetikli askerler” devralmıştı. Üçüncü “estetikli siyaset” olayını da halen yaşamaktayız: Erdoğan/AKP iktidarı “Demokrat” görünümle iktidara gelmiş ve Demokrasiyi rafa kaldırmıştır. Demokrat Parti olayındaki gibi, bu olayda da, Demokrat görünüme aldanarak (veya aldanmadan, başka kötü niyetlerle) bu iktidara destek verenlerin de bir bölümü şu anda hapistedir. HHH “Estetikli siyaset”in en büyük kötülüğü, ameliyat ile sahip olunan sahte görüntünün, o görünümün gerçek sahiplerine zarar vermesidir: “Ameliyatlı Sahte Demokrat” görüntü, Laik Hukuk Devleti’ne dayanan gerçek Demokrasiye... “Ameliyatlı Sahte Atatürkçü” görüntü ise Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde yatan akılcı ve bilimsel gerçek Atatürkçülüğe zarar vermektedir. Bunun sonunda da seçmenler Gerçek Çoğulcu Demokrasiye ve Gerçek Devrimci Atatürkçülüğe olan güvenlerini yitirmekte... Hem Demokrasiyi hem de Atatürkçülüğü istismar eden oportünist, demagog politikacıların ekmeğine yağ sürülmektedir! Önümüzdeki yerel seçimler bağlamında, Türkiye Cumhuriyeti, Cumhuriyet Halk Partisi ve Cumhuriyet gazetesi üzerindeki son tartışmalara bakın, hepsinin kökeninde bu “estetikli siyasetin” yattığını göreceksiniz! DİREN GERÇEK ATATÜRKÇÜLÜK... DİREN GERÇEK DEMOKRASİ! C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle