18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
KULTUR 20 Ekin Fil’in ödüllü ‘Körfez’i dijital platformlarda Ekin Fil’in 18. Frankfurt Uluslararası Türk Filmleri Festivali’nde En İyi Müzik Ödülü’nü aldığı “Körfez” filminin müzikleri, LU Records etiketi ile tüm dijital platformlarda yayımlandı. Yönetmenliğini Emre Yeksan’ın yaptığı film, dünya prömiyerini 32. Venedik Film Festivali’nde yapmıştı. Daha önce KAYGI filmi için bestelediği müziklerle 2017 Siyad ödülü alan Fil, akustik ve elektronik ögeleri minimal üslupta bir araya getiriyor. TASARIM: İLKNUR FİLİZ [email protected] Cumartesi 22 Aralık 2018 Türkiye Yayıncılar Birliği’nden yüzde 18’lik KDV artışına ilişkin açıklama ‘Telif gelirinde vergi yükü kalkmalı’ Türkiye Yayıncılar Birliği, 19 Aralık Çarşamba günü Resmi Gazete’de yayımlanan ve elektronik ortamda satışa sunulan gazete ve dergilere uygulanan KDV artışına ilişkin açıklama yaptı. Cumhurbaşkanlığı’nın Resmi Gazete’de yayımladığı kararnameyle; Katma Değer Vergisi (KDV) oranı elektronik gazete aboneliğinde yüzde 1’den 18’e, elektronik kitapta yüzde 8’den 18’e çıkarıldı. Türkiye Yayıncılar Birliği, yılbaşından itibaren geçerli olacak artışla ilgili yaptığı açıklamada şu ifadelere yer verdi: “Ekitabın, Türkiye’de edebiyat, kurgudışı, çocuk yayıncılığı ve inanç yayıncılığı olmak üzere dört kategoriyi kapsayan kültür yayıncılığı cirolarındaki top lam payı yok denecek kadar azdır” denilerek önümüzdeki yıllarda hızlı bir şekilde gelişme potansiyeli olan bir alanı başlangıç aşamasında boğmanın doğru olmayacağı belirtildi ve artırılan vergilerin yeni filizlenen ve yayıncılığın tek nolojik olarak gelişmesine destek olan bu alanı büyük ölçüde tırpanlamış olduğu ifade edildi. “Sektörümüz çok ağır bir vergi yüküyle karşı karşıyadır, yaratıcı endüstriler, bu vergi yükü ağırlığını taşıyamayacak duruma gelmiştir” diyen yayıncılar, Hazine ve Maliye Bakanlığı’na çağrıda bulunarak şu taleplerde bulundu: “Pek çok ülkede yaratıcı endüstrilerin gelişebilmesi için fikri ve sınai mülkiyet üzerindeki vergiler sıfırlanmakta veya en düşük seviyeye indirilmektedir. Bunun için, Gelir Vergisi Kanunu ve KDV Kanunlarında bu doğrultuda değişiklikler yapılmalı, Gelir Vergisi Kanunu’nun 94 maddesinin (a) bendi yürürlükten kaldırılarak telif gelirlerindeki vergi yü kü kaldırılmalı, KDV Kanunu’nun 17 maddesine eklenecek bir bent ya da fıkra hükmü ile Gelir Vergisi Kanunu’nun 18 maddesi kapsamındaki telif hakları KDV’den muaf tutulmalıdır. KDV’nin kitap yayıncıları üzerinde finansman yükü oluşturmayan bir yapıya dönüştürülmesi, işlem maliyetlerinin azaltılması, sağlanan istisna ve indirimlerle daha fazla kitabın basılmasının ve erişime sunulmasının teşvik edilmesi, yayıncılık sektöründe işletmelerin gelişen teknolojiye yatırım yapabilmesinin özendirilmesi ve böylece ülkemiz kültür endüstrisinin ve ekonominin kalkınmasına, okuma kültürünün yaygınlaşmasına katkı sağlanması hedefimiz olmalıdır.” Aşkın soğuk savaşı Polonyalı sinemacı Pawel Pawlikowski’nin imzasını taşıyan ‘Soğuk Savaş’ bu hafta vizyona girdi. Film 2018’in öne çıkan yapımlarından Yılın sonuna yaklaşırken, 2018’in en iyi filmleri art arda salonlara çıkıyor. Geçen hafta “Roma” ve bu hafta da “Soğuk Savaş”, ilginç bir tesadüf eseri ikisi de siyah beyaz olan iki muhteşem film sinemaseverlerin ilgisini bekliyor, öncelikle bu hatırlatmayı yapalım. 2015 yılında “Ida” ile Yabancı Dilde En İyi Film Oscarını kazanan Pawel Pawlikwoski’nin bu yıl Cannes’da gösterilen ve En İyi Yönetmen Ödülü’nü alan yeni filmi “Soğuk Savaş” 1949 1964 yılları arasında geçen bir aşk hikâyesini Avrupa’da yaşanan toplumsal gelişmeler ışığında sunuyor izleyiciye. Bu yıl da Oscar’a aday olan (şimdilik son 9’da ama aday gösterilme ihtimali çok yüksek) Pawlikowski tıpkı “Ida” gibi siyah beyaz ve yine onunla aynı süreye sahip (“Tüm filmlerim 83 dakika” diyor yönetmen bir söyleşisinde) “Soğuk Savaş” ile filmiografisine sağlam bir halka daha ekliyor. 2. Dünya Savaşı’ndan bir harabe halinde çıkmış Polonya’da başlıyor “Soğuk Savaş”. Büyük savaşın insanlar üzerindeki yıkıcı etkisini daha ilk karelerden itibaren önümüze seren film karlar altında, buz gibi bir manzara eşliğinde karşılıyor izleyiciyi. Henüz 20’lerindeki bir genç kızın (Zula), köy köy, kasaba kasaba dolaşarak halk şarkılarını derleyen ve yetenekli müzisyenleri, şarkıcıları toplayarak bir koro oluşturan devlet destekli bir müzik topluluğuna girişiyle açılıyor filmin hikâyesi. Müzik topluluğunun idarecisi konumundaki deneyimli müzik adamı Viktor ile yetenekli, güzel ve gizemli Zula’nın tutkulu bir aşka düşmesi uzun sürmüyor elbette ve bundan sonra 15 yıl boyunca Avrupa’nın farklı kentlerinde (Berlin, Paris) süren bir ilişkiye tanık oluyoruz. Bu ilişki elbette komünist rejimin hüküm sürdüğü Polonya’daki dinamiklerden de, zamanın Avrupası’nda Filmin Notu: 9/10 olup bitenlerden de etkileniyor ve bir bakıma soğuk savaş döneminin bir metaforuna da evriliyor ister istemez; belirsizlikleri, iniş çıkışları, gizmeli dönüşleriyle... Film boyunca anlatıya eşlik eden ve ham halk şarkılarından sofistike sanat eserlerine dönüşen (arada Paris’teki caz ortamını da es geçemeyen) müzikal yapı da bir anlamda Wiktor ve Zula’nın aşkının bir metaforuna dönüşüyor aslına bakarsanız. Ama enişeye mahal yok, hiçbir metaforu dikkate almadan da insanın yüreğini burkan, “Casablanca” gibi akılda iz bırakan bir aşk hikâyesi “Soğuk Savaş”. Neredeyse “Roma”yı bile gölgede bırakacak denli özenli görüntüleri, yüzlerdeki en ufak ayrıntıları bile izleyiciden saklamayan görsel diliyle gerçekten de sinemanın bu yılki doruklarından biri var karşımızda. Zamanın ruhu “Soğuk Savaş”ın en etkileyici meziyetlerinden biri de dokunaklı bir aşk hikâyesine bel bağlamak kolaycılığına düşmeyerek, dönemin toplumsal gerçeklerini, mizahın da alttan altta dokunduğu bir anlatımla ama yer yer sertliğinden ödün de vermeden filmin bütününe yayabilmiş olmasında kanımca. Wiktor ve Zula’nın kalabalık devasa salondaki bakışmalarını aynadan gördüğümüz sahne Pawlikowski’nin tüm filmi tek bir karede özetleyen bir görüntü adeta. Bunun gibi birçok çarpıcı detay var filmde; Stalin’in büyük bir protresinin şarkı söyleyen koronun arkasında yükselmesi, Paris’teki gece kulübünde Zula’nın rock’n roll müzikle dans ederken kendini bir yabancının kollarında bulması, ya da üzerinde “Yarını Karşılıyoruz” yazan bir bez afişi asan adamın merdivenden düşmesi gibi zamanın ruhunu yansıtan detaylar... Zaman atlamalarıyla dramatik akışta boşluklar bırakmayı tercih eden Pawlikowski’nin mesafeli ama empatik anlatımında başrol oyuncuları Tomasz kot (Wiktor) ve özellikle de Joanna Kulig (Zula) unutulmaz portrelere dönüşüyor, hafızamızın derinlerine işleyen. Cedric Khan, Jeanne Balibar, Borys Szyc ve Agata Kulesza gibi oyuncuların da dikkat çektiği “Soğuk Savaş” haftanın ve başta da söylediğimiz gibi yılın kaçırılmaması gereken filmi. İDOB’dan yeni yıla özel konser İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOB) “Viyana” konseptindeki programı ile, yeni yıla özel konser sahneleyecek. 27 Aralık’ta Zorlu Psm Turkcell Sahnesi’nde gerçekleşecek programda, Avusturalyalı besteci Johann Strauss’a ait eserler yer alacak. Bestecinin, “Die Fledermaus (Yarasa)” operetinden aryalar ve ayrıca yine Strauss’un bestelerinden valsler ve polkalar da dinleyiciyle buluşacak. Konserde solist olarak sahne alacak Nesrin Gönüldağı, Nazlı Deniz Süren, Ufuk Toker ve Deniz Yetim’e Roberto Gianola yönetimindeki İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestrası eşlik edecek. Strauss’un “Mavi Tuna” valsinde ise dansçılar Berfu Elmas ve Çağatay Özmen sahnede olacaklar. Sercan Gazeroğlu şefliğindeki, İstanbul Devlet Opera ve Balesi Çocuk Korosu ise konsere, “Mutlu Bir Yılın Özlemi, Hoş Geldin Yeni Yıl, We Wish You a Merry Christmas ve Jingle Bells” şarkılarıyla katılacaklar. Konser 3 ve 5 Ocak 2019’da Kadıköy Süreyya Operası Sahnesi’nde tekrarlanacak [email protected] Ah! Kosmos “Beautiful Swamp” (Compost Records) Kimya mühendisliği okumuş, ama gönlünü müziğe kaptırmış Başak Günak. Ah! Kosmos adını verdiği tek kişilik projesi, 2012 yılından beri imalatta. “Bastards”dan üç yıl sonra çıkan ikinci albüm “Beautiful Swamp”, tarihsel anıştırmalara sahip. David Byrne ile Brian Eno’nun muhteşem ortak çalışması “My Life Of Bush Of Ghosts”tan çizgiler, Tangerine Dream’in seksenli yıllardaki film müziklerinden esintiler gibi. Özgür Yılmaz’ın Jerry Harrison’ı andıran hele zonik gitarları ise göz kamaştırıcı. Üç ortak bestenin dışında imzalar (vokal yapan, gitar, bas çalan, programlama yapan) Başak tarafından atılmış. Vokallerde Elif Çağlar, Leah Christensen, Mabel Matiz ve Özgür Yılmaz; asma davul ve erbanede Burcu Yankın, çelloda Yasemin Özler, geri vokalde Carolin Haentjes, saksofonda Barış Ertürk eşlik etmiş. Derin bir arayış, ruhsal bir yoğunluk... İpleri saykodelik müziğin elinde olan, yarı karanlık bir dans duy gusu bu. Albümü biteviye saran bataklık teması, müziği kaçınılmaz olarak AfroAmerikan köklere bağlıyor. Aslında tasvir edilen bataklık, insanın ruhundan bedenine yayılan bir esrimeden başka bir şey değil. Dibe vurduğunda yaşadığın alabildiğine hassas bir dünya, üstelik Laurie Anderson kadar avangart... Batu Akdeniz “Hayat Böyle” (Ripple Production) Batu Akdeniz’in ilk solo çalışması “Hayat Böyle”, kurucusu olduğu Ankaralı topluluk Heavy Sky albümü “Dreamer”ın devamı değil. Heavy Sky çıkarmış olduğu tek albümle sadece şehirde değil, memleket sathında gözde bir sahne topluluğu haline gelmişti. Solist Batu ise Jeff Buckley’i andıran 3.5 oktavlık tenor sesiyle parlamıştı. Şimdi çeyrek asrı geride bırakan bu genç solistin söz ve müziği kendine ait beş şarkıyı içeren ilk kısaçaları (EP), müzikal istikamet olarak Grunge çalan Soundgarden topluluğundan ayrıldıktan sonra elektrorock tarzında solo albüm yapan Chris Cornell’ı andırıyor. Enerjik ve elektrikli; tek bir türe bağlı kalmadan teknolojik gelişmelerden alabildiğine faydalanan, günümüzden de geri kalmayan çalışma ruhen rock’n roll; ancak synthpop, indie, poprock esintili. Modern bir sound ile güçlü ve ıslak bir ses; hepsi iki kişinin başının altından çıkıyor. Batu’nun buradaki sadık yoldaşı davul programlama, gitar, bas, synthesizer ve tuşlu çalgılar çalan Anıl Yazıcı. Kimileri Türkçesini eleştirebilir, ama mühim değil; gırtlaktan gelen durdurulamaz kuvveti ve canlılığını kaybetmeyen vibratoları sayesinde bir bakışta muadili gibi görünen pek çok solistten kalın çizgilerle ayrılıyor Batu. Türkçemizle kıvanç duymak “Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilini öyle seviyorum” diyen Nâzım Hikmet, kendi dilinin en büyük ustasıdır. Onun dil sevgisi ve dille ilgili tavrı, tüm yazarların örnek alması gereken bir tavırdır. Türkçemiz, yazındaki olanaklarıyla Sabahattin Ali’den Orhan Kemal’e, Sait Faik’ten Aziz Nesin’e, Orhan Veli’den Ahmed Arif’e, Yaşar Kemal’den Oktay Akbal’a, Can Yücel’den Fakir Baykurt’a, Halikarnas Balıkçısı’ndan Bekir Yıldız’a, Emin Özdemir’den Adnan Binyazar’a ve daha onlarca edebiyatçımızın yarattıklarıyla bize insanı, ölümsüzlük ve özgürlük arayışındaki insanı anlattı. Asıl olarak insanın kendini tanımasını sağlayan ipuçları verdi tüm bu anlatılar. İnsanın, geleceğiyle ilgili düşüncelere ve bu düşünceler doğrultusunda eyleme yönelmesinin yollarını açtı. Özgür ve mutlu bir varlık olarak yaşamasında umutlar doğurdu. HHH Uygarlık bir bakıma insanın insanla ve doğayla ilişkisindeki birikimdir. Türkçemiz, uygarlığın başka dillerin konuşulduğu coğrafyalardaki başarısını çeviri aracılığıyla aktarıyor ve başka dillerin sahiplerinin birikimini de aktarıyor bize. Çeşitli dillerden yapılan çeviriler de bizim kendimizi tanımamızı sağlıyor, bizi özgürleştiriyor. Çeviriler neler katıyor yaşamımıza deyince çağlar öncesinin Homeros’u geliyor aklıma. Cervantes, Victor Hugo, Umberto Eco, Saramago geliyor. Yüzlerce yazar, ozan geliyor. Bunların zamanın aynasında el ele tutuşarak, kaynaşarak sundukları insan ve yaşam manzaraları geliyor. Çeviri sayesinde başka dillerden çevrilmiş yapıtları okuyarak başka tarihleri, coğrafyaları, kültürleri, sanatın ölümsüzlük arayışını görüyor, başka insanları, toplumları, yaşamları tanıyoruz. Başka dillerden çevrilen kimi yapıtlarla coşuyor, kimileriyle hüzünleniyoruz. Kimilerinde ağlıyor, kimilerinde gülüyoruz. Kimileri bizi yaralıyor, kimileri rahatlatıyor. Kimilerinden ürperiyor, kimilerinden bayram sevinçleri kapıyoruz. İnsanlığın birikimini algılamayı ve algılatmayı başaran çevirimizle kıvanç duymalıyız. Türkçeye çevrilen “klasikler”, Yunus’un, Karacaoğlan’ın çığırdığı türküler gibi ağlatıyor, güldürüyor, düşündürüyor, coşturuyor bizi. İlk cümlesi “kendini tanı” olan Montaigne ile, düşünmenin dili ile, “deneme” ile buluşabiliyoruz. Düş ve düşünme gücünü çoğaltan zenginlikleriyle Olimpos’u, Zeus’u, Prometheus’u öğrenebiliyoruz. Çevirmenlerimizin bizi tanıştırdığı Fransız klasikleriyle, Sefiller’le, Kızıl ve Kara’yla, Balzac’la, France’la, Zola’yla, Rolland’la Hümanizma’yı, Rönesans’ı, aydınlanmayı, Fransız Devrimi’ni yaşayabiliyoruz. Gogol’le, Tolstoy’la, Puşkin’le, Gorki’yle, Şolohov’la buluşunca, insanı geniş boyutlarıyla kavrayabiliyor, Sovyet Devrimi’ni anlayabiliyoruz. Demir Ökçe’yi, Uçurum İnsanları’nı, Martin Eden’i okuyunca Amerika’nın nasıl emperyalistleştiğinin gizine ulaşabiliyoruz. Moby Dick, Bitmeyen Kavga, Gazap Üzümleri, Çanlar Kimin İçin Çalıyor gibi yapıtlarla insanlığımızı bir kez daha duyumsayabiliyoruz. JeanChristophe’tan (Romain Rolland) yakın tarihi, Dünya Savaşlarını, Nazi Kamplarını öğreniyoruz, Ehrenburg’tan, Remarque’tan, Zweig’tan. Latin Amerika’yı, onun kesik damarlarını görebiliyor; Neruda’yı, Jose Marti’yi, Octavio Paz’ı, Marquez’i tanıyoruz. Sözün özü, çeviri olanaklarıyla da gürül gürül insanlığın tarlasını sulayan, insanlığın tarlasından bereketli ekinler sunan Türkçemizle kıvanç duyuyorum. İnsan olmanın, yaşamı ve geleceği sahiplenmenin ilk adımıdır dilini sevip diliyle kıvanç duymak. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle