28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Cuma 4 Eylül 2015 KULTUR T Büyükada’da bienal başkadır! Yarın başlayacak 14. İstanbul Bienali ilk kez Büyükada’yı da sergi mekânı olarak kullanıyor. “Bienal Büyükada” Komitesi’nin ev saPamuk, Bakargiev hipliğinde, DenizBank’ın sponsorluğu ile Altın, Gümüş ve ve Kentridge. Bronz Destekçiler’in katkılarıyla Büyükada’da yedi mekân, 1 Kasım’a kadar İstanbul Bienali’ni ağırlayacak. Dün, Anadolu Kulübü içindeki la vie cafe’de özel bir davet verildi. İstanbul Bienali Direktörü Bige EDİTÖR: ÖZNUR OĞRAŞ ÇOLAK Örer’in yaptığı konuşmanın ardından, 14. İstanbul Bienali’ni şekillendiren Carolyn ChristovBakargiev ile bienalin katılımcılarından William Kentridge ve Orhan Pamuk’un katıldığı bir söyleşi gerçekleştirildi. 17 Sarılmamış yaralar Merakla beklenen ‘Robinson ve Cuma’ gösterime giriyor İSTANBUL’DA SANAT ENFLASYONU: 2 kız ada sahiline yanaşınca... B ul Seresin’in renkli görüntüleri ve Küba taraflarında keşfedilmiş, egzotik dekormekânlarıyla görsellik bakımından oldukça göz doldursa da, kimi dramatizasyon zorlamaları içeren senaryodan kaynaklanan sorunları, müsameremsi geriye dönüş sahneleri nedeniyle başarı çıtasını pek yükseltemeyen ancak yine de seyircisini yüzlerine yerleşmiş tebessümlerle salondan uğurlayan, çizgiroman uyarlaması, sevimli bir komediden öteye geçemiyor son tahlilde. Ama ne gam, amaç eğlendirmekse filmin bunu yer yer başardığı söylenebilir. Cuma’nın Robinson’un uyduruk şişme kadınını patlattığı ya da köpekbalığıyla yılanın Robinson’u poposundan ısırdığı gibi, kahkaha salvolarına yol açmasa da zoraki gülümseten sahnelerden, çoğu bel altı vuran sövgü ve kaba esprilerden medet uman film, Defoe’nun ünlü klasiğinin mizahi versiyonu niteliğindeki, vasat bir eğlencelik özetle. Genelde çizgiroman düzeyinde seyreden filmi baştan sona, ırkçı, maço ve bencil Robinson rolündeki Serhat Kılıç sürüklüyor. Zaten televizyondaki kimi işlerinden, parlak bir imam kompozisyonu çizdiği “Kış Uykusu” gibi önemli filmlerinden mimlediğimiz Serhat Kılıç’ın önderliğindeki kadro çekimlerde çok eğlenmişler besbelli. Özetle barışı, huzuru unuttuğumuz, mutsuz, çatışmalı bir topluma dönüştüğümüz şu karanlık dönemde 1,5 saatlik neşeli bir kaçış vaad ettiği söylenebilir bu matrak “Robinson ve Cuma”nın. atan bir gemiden kurtularak düştüğü, cennetten farksız, ıssız bir adada, papağan, köpek, maymunla keçilerden oluşan hayvanlarıyla yıllardır beraber yaşayan Robinson Crusoe’yla (Serhat Kılıç) vaktiyle yamyamların elinden kurtardığı siyahi kankası, küfürbaz Cuma’nın (John Nyambi), yapayalnız kadınsız tekdüze dünyaları bütünüyle değişir, bir sabah sahile yanaşmış, Hz. Nuh’un gemisini andıran, yelkensiz dümensiz kocaman bir tekneyi gördüklerinde. Çünkü tekneden karaya çıkan fil, gergedan, zürafa, vb. gibi çeşitli hayvanların yansıra 2 güzel genç kız (Damla Debre, Ebru Yücel) da ayak basmıştır adalarına. Ancak 2 kızın kızıl saçlı sakallı, kaptan babası Bay Viktor (Beyti Engin) üstlerine titrediği kızlarını hiç yalnız bırakmamaktadır.. Uzun süredir yazıp çizdiği, mizah dergilerinde bantlar halinde yayımlanan, 8 albümü de çıkmış ‘Robinson Crusoe ve Cuma’ serisinden bizzat çizeri Gürcan Yurt tarafından sinemaya uyarlanan “Robinson ve Cuma”, Daniel Defoe’nun klasik romanından yola çıkılıp çeşitli temalar, güncel espriler, göndermeler ve mizahi buluşlarla sarıp sarmalanarak yorumlanmış, yeni bir kurmaca güldürü denemesi. Örneğin Katolik Robinson’un Protestan Bay Viktor’dan kızını resmen istediği sahne, malum SünniAlevi ayrılığını çağrıştıran, ince bir gönderme. 20 yılı aşkın çizerliğinin yanı sıra 2008’de “Destere” adlı, gişede çakılıp, çokca da eleştirilen talihsiz bir ilk filmle yönetmenlik kariyerini başlatan Gürcan Yurt’un yazıp yönettiği ikinci filmi “Robinson ve Cuma”, kameraman Jean Pa ürkiye savaşta, Türkiye kan ağlıyor. Gençler, çocuklar ölüyor. Bombalar patlıyor. Sınır içi sınır dışı operasyonlar sürüyor. Okulları açmıyoruz. İşsizleri görmüyoruz. Yalanı, talanı, soygunu ve de ekonomik krizi saymıyoruz. Göçmenlerin sayısı binlerle, sınırda bekletilenler yüzlerle, denizde boğulanları onlarla sayıyoruz! Kankalar düşman ilan edilirken, “Benden olmayan ölsün” naralarıyla gazetelere baskınlar düzenleyip, yerli yabancı gazetecileri tutukluyoruz! Kimileri bunlar nasıl oya çevrilir diye hesaplarken, kimileri de bunlar olmuyormuş gibi yapıyor... İMDAAAAAT! Nikita Kadan’ın bienalde yer alan çalışması. Ben öyle yaptım Aksanat’daki Louise Bourgeois sergisiyle başladım. (Küratör: Hasan Bülent Kahraman) Bilincime sesleniyordu 20 yüzyılın bu önemli sanatçısı. Kadınlık halleri üzerine; beden, bellek, zaman, mekân ilişkileri üzerine düşünmemi sağlıyordu. Kışkırtıcıydı, irkilticiydi şaşırtıcıydı... Salt Beyoğlu’nda “Nerden Geldik Buraya” sergisine daldım. Ve öldüm! “Yaşadım ben bunların hepsini! “ diye diye öldüm. (Bu sergi ayrı bir yazı olacak, şimdilik geçelim...) Bugün Uluslararası Çağdaş ve Modern Sanat Fuarı “Artinternational” açılıyor. Haliç Kongre Merkezinde. 27 ülkeden 87 galeri ve 400 sanatçı! Bu olay ötekiler gibi bir iki ay sürmüyor. Sadece bu hafta sonu: 46 Eylül. İki günde gören görür, görmeyenler kaçırmış olur! Kentin sesine kulak verin “İmdat” deyip durdum. Soluklandım, kendimi sergilere attım! Şu günlerde İstanbul’un altı üstü sanat, taşı toprağı sanat, suyu sanat, susuzluğu sanat, hoyratlığı sanat, trafiği sanat, yediği, içtiği, soluduğu sanat! Elbet her zaman gördüğünüzün “sanat” olduğunu anlamayabiliyorsunuz. Zaten “sanat” değil, “iş” deniyor çoğuna... Ya da anlamak için tonlarca yazı okumanız gerekebiliyor. Ama olsun! Kentin ve kalbinizin sesine kulak verip dalın sergilerden içeri. Vasat bir eğlencelik 14. İstanbul Bienali başladı! Müthiş iddialı bir küratörün imzasını taşıyor: Carolyn Christov Bakargiev. “Tuzlu Su: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori “başlığı sizi korkutmasın. Söylemesi kolay da ben şu açıklamayı okuduğumda korkmadım değil: “Bienaldeki 1.500 eser arasında (...), okyanus bilim tarihi, çevre incelemeleri, sualtı arkeolojisi, Art Nouveau, nörobilim, fizik, matematik ve teosofi tarihinden yapıtlar ve 2015’in başında Carolyn ChristovBakargiev’in Robert Smithson’ın Büyük Tuz Gölü üze Yaşasın İstanbul Bienali rindeki Sarmal Dalgakıran’ından (1970) topladığı tuz kristalleri de bulunuyor.” Unutun açıklamaları! İzlediğiniz, bakmakta olduğunuz eserin sizde uyandırdığı tepkileri, düşünceleri, duyguları irdeleyin. Adı üstünde sizi düşünmeye iten bir bienal bu! Belleğinize uzanan... Kimliğinizi, aidiyetinizi sorgulayan... Aklınızdaki ve gönlünüzdeki soruları çoğaltan... Kendinizle yüzleşmenizi sağlayan... İstanbul’u yeniden keşfetmeye yol açan... Kente dağılmış sergiler arasında İstanbul Modern’i dolaşırken dünle bugün, bugünle gelecek arasında gidip geliyorum. Kimi zaman sarılmamış, kapanmamış yaralarım yeniden yeniden kanamaya başlıyor... (Sarkis... Aslı Çavuşoğlu...) Kimi zaman terimin, gözyaşımın tuzu gözlerimi yakıyor... (Lübnanlı Marwan Rechmaoui) Kimi eser yarama tuz basıyor, içimi acıtıyor. (Sanatçıların en genci 1982 doğumlu Nikita Kadan) Kimi zaman öncü bir kadın kahkahası duyuyorum renkler âleminde (Fahrelnissa Zeid) İstanbul tutkuma İstanbul hüznü karışıyor (Orhan Pamuk resim defterleri.) Bu bienal bir mucize diye diye sürdürüyorum dolaşmayı... Bu mucize, dünyanın ilgisini çekiyor. Yurtdışından 5 bin kadar sanat eleştirmeni, küratör, müze, galeri yöneticisi kente akın etmiş. Bülent Eczacıbaşı 500 bini aşkın ziyaretci bekleniyor diyor... Dünya bizi hep ölümle, öldürmeyle, işkenceyle, hapisle, baskın ve tutuklamalarla, despotlukla, faşizmle anacak değil ya! Aksiyon ve gerilim bir arada 002’de başlayıp 3 devam filmiyle seriye dönüşen, Jason Statham’ın oynadığı eski ajan Frank Martin efsanesinin yeni filmi “The Transporter RefueledTaşıyıcı: Son Hız” bir kez daha aksiyon meraklılarının iştahını kabartacak yeni bir macera filmi. Alman yapımı “Who Am I: Kein System ist SicherBen Kimim?”, İsviçreli Baranbo Odar’ın yönettiği, son dönemde gittikçe çoğalan, siber korsanlık temalı, hacker’lı aksiyongerilim filmlerinin yeni bir örneği. “BackmaskŞeytanın Gecesi” de, yönetmen koltuğunda Marcus Nispel’in oturduğu, türün beylik standartlarını yinelemekten öteye geçemeyen bir korku filmi. 2 aftanın öteki filmlerinin bizce başında gelen “MinionsMinyonlar”, Pierre CoffinKyle Balda yönetmen ikilisinin imzasını taşıyan, küçükler kadar yetişkin seyirciye de 90 dakikalık, cıvıl cıvıl, neşeli ve hareketli bir uygarlık tarihi antolojisi sunan, sıradışı bir animasyon. Önceleri kötü bir efendiye hizmet etmek isteyerek TRex dinozorundan firavun ‘Minyonlar’ neşeli ve hareketli H lara ve Drakula’ya kadar tarihin tüm kötü, popüler figürlerinin papucunu dama atan, İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in de tacını çalmayı amaçlayan, (Sandra Bullock’un seslendirdiği) en süper kötü kadın karakter Scarlett Overkill’in yanında yer alan, sonrasındaysa Scarlett’e karşı mücadele eden, minyon kahramanlarımız Bob, Stuart, Kevin üçlüsünün modern, çağdaş bir yaklaşımla anlatılmış serüvenlerini perdeye taşıyor “Minyonlar”, son derece hızlı, hareketli, kıvrak bir anlatım ve sarsıcı bir görsellikle. Donovan’dan Beatles’a kadar 196070’lerden kimi unutulmaz şarkıları barındıran, parlak soundtrack’iyle de dikkati çeken “Minyonlar”, kanımca haftanın ilginç filmlerinden, başarılı ve görülesi bir animasyon. C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle