02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 25 EYLÜL 2014 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Ankara’da Selçuklu Başkanlık Sarayı(!) A nkara’da bir başkanlık sarayı yapılıyor. Eski başbakanın belirttiğine göre mimarisi Selçuklu tarzındaymış. Yapıldığı yer: Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ). Atatürk Orman Çiftliği Atatürk’ün mirası. Ankara’nın en önemli yeşil alanı; tarihi sit statüsünde korunması gereken bir alan. Oraya ilkin Adnan Menderes’in başbakan olduğu Demokrat Parti (DP) iktidarı döneminde göz dikilmiş. DP, Atatürk Orman Çiftliği’nden arazi satılabilmesi için 17 Nisan 1957’de bir yasa çıkarmış, ne var ki onu tam gerçekleştirmeye ömrü yetmemiş. Şimdi AKP iktidarı orayı bir ‘saray’la(!) tüketmeye başlamış bulunuyor. İnşaata çeşitli meslek kuruluşlarından karşı çıkanlar oldu; açtıkları davalarla yargıdan durdurma kararları alındı. Başbakan Erdoğan o kararları verenlere meydan okudu: “Güçleri yetiyorsa yıksınlar.” Kimse durdurmaya bile cesaret edemedi. Adını yeni başbakan açıklamış; basın sürekli olarak bir AK Saray’dan söz ediyor. Bir partinin adını taşıyamayacağına göre ABD başkanlarının ikamet ettiği “Beyaz Saray”dan esinlenilmiş olmalı. Mimarlık mirası olarak bugünden geleceğe, geçmişin kopyalarını mı bırakacağız? İlerde, bu çağı hiç yaşamadığımız sanılacak. Mimarlığın bir ülkenin uygarlık düzeyinin göstergesi olduğu göz ardı edilmemeli. Ayrıca, AOÇ’de yapılmış olan sarayın(!) da Selçuklu’yu yansıtacak bir özelliği yok. DOĞAN HASOL eser ortaya koymaktır. Oysa bugün iktidar, tarihselci özentiyle bir mimarlık üslubu yaratma peşinde. Kamu kesimi, olabilirmiş gibi, SelçukluOsmanlı senteziyle yapılar üretmeye zorluyor mimarları. Bu durum mimarlığın özüne, doğasına aykırıdır. O doğrultuda yapılanların yoz mimarlık örnekleri olmanın ötesine geçemediği ortada: İşte ısmarlama tarzla yapılan okullar, adliye sarayları(!), hatta TOKİ apartmanları… Ayrıca, sanki Selçuklu’da, hatta Osmanlı’da adliye sarayı, apartman varmış gibi... Selçuklu’dan kalmış anıteserleri bile korumazken, Selçuklu’yu taklidin ne anlamı olabilir? Bir örnek verelim: Kurtarılması için Doğan Kuban’ın yıllardan beri çırpındığı Divriği Ulu Camisi ve Şifahanesi hâlâ korumasız. 4+4+4= İHL+Türban= Dindar ve Kindar AKP’nin eğitim politikası, çeşitli eylem ve söylemlerle artık iyice belirginleşti: 4+4+4 denilen maskaralık, aslında İmam Hatip eğitimini hemen başlatmak ve çocukların 9 yaşından itibaren başlarını ve zihinlerini örtmek için yapılmıştı. Bunun amacı da açıkça “Dindar ve kindar bir nesil” yetiştirmek olarak dile getirilmişti. Ayrıca “bilimsel”(!) bir de gerekçe açıklanmıştı: Türkiye Müslüman bir ülke olduğu için, buradan mucit çıkmazdı, Müslüman bir tarım ülkesinde ancak “ara eleman eğitimi” verilebilirdi! Böylece, araştırıcı, sorgulayıcı, özgür bir eğitim yerine dogmatik ve ezberci bir eğitim verilmesinin sözde nedeni “ara eleman eğitimi” olarak açıklanmış oluyordu. HHH Ne hikmetse, çocuklarımızın sadece başlarını ve saçlarını değil, zihinlerini de örten din eğitiminin ve türbanın yaygınlaştırılması, hep siyasal kriz dönemlerine rastlıyor! Ne zaman içte ya da dışta bir siyasal kriz çıksa, tam da o sırada, AKP iktidarı din eğitiminde ve türbanda yeni bir genişleme, yeni bir adım hamlesi gerçekleştiriyor... Böylece hem dikkatler dış veya iç siyasal krizden, rejim ve eğitim düzeni hakkındaki yeni bir krize çekilmiş ve mevcut kriz gündemden düşürülmüş oluyor... Hem de kız çocuklar üzerinden yürütülen cinsiyet ayrımcılığı ve tüm gençlerimizi tehdit eden eğitimdeki dogmatik yaklaşım, yeni mevziler kazanmış oluyor. HHH Bu kez de 9 yaşındaki kız çocuklarının başlarını örtme kararı, tam da Musul Konsolosluğumuzun 49 mensubunun IŞİD teröristlerine rehin bırakılmasının hesabı sorulduğunda açıklandı... Evet, gündemi saptırma var... Evet, din eğitiminin ve tesettürün yaygınlaştırılması hamlesi var... Evet, cinsiyet ayrımcılığının, çok küçük yaşlardaki çocukların istismarı ile başlaması var... Evet, tüm gençlerimizin istikbalinin ve ülkemizin geleceğinin eğitim yoluyla karartılması var... Ama çok daha önemlisi, Türkiye’nin çağdaş bir toplumdan, bir ortaçağ toplumuna dönüştürülmesi sürecinde yaşanan yeni bir aşama da var! İdeolojik yaklaşımlar biter bitmez buraya yerleşeceği bildiriliyor. İstanbul’da Çengelköy üstündeki Abdülhamid Köşkü de Başbakanlığın ya da müstakbel başkanlığın karargâhı olarak yeniden düzenlendi. Anlaşıldığı kadarıyla orası AK Saray’ın İstanbul şubesi olacak. Gelelim, Ankara’daki sarayın mimarisine… Selçuklu tarzında olduğu söyleniyor. Yeni Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Türkiye artık eski Türkiye değil, mimari olarak Ankara’ya bir Selçuklu başkenti mesajı vermemiz lazımdı. Binanın iç mimarisinde Osmanlı motiflerine dikkat ettik” demiş. Ankara, Cumhuriyetin başkenti… Niçin Selçuklu, niçin Osmanlı, niçin taklit? Selçuklu’dan ayakta kalmış, örnek oluşturabilecek saray yok; Osmanlı’nın ise hangi sarayını taklit ediyorsunuz? Topkapı’yı mı, Dolmabahçe’yi mi, Beylerbeyi’ni mi? Asıl soru: Niçin taklit ediyorsunuz? Sanatın her dalında olduğu gibi mimarlıkta da taklit kabul edilemez. Mimarın görevi, çağdaş teknolojinin sağladığı olanaklarla çağdaş ihtiyaçlara uygun, yenilikçi, özgün Geriye bakıp, tarihten formlar aktarmaya yeltenen ideolojik yaklaşımlar özellikle baskıcı rejimler döneminde birçok ülkede defalarca denenmiştir. Örneğin Hitler Almanyası’nda, Mussolini İtalyası’nda, Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde… Bir baskı olmaksızın gelişen bizim Birinci ve İkinci Ulusalcı Mimarlık akımları da çağdaş gidişten sapmış denemelerdir. Ahmet Haşim bu tarz yaklaşımları, “irticai mimarlık” yani gerici mimarlık olarak tanımlıyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkesi Almanya’yı baskıcı rejim nedeniyle terk edip Türkiye’nin konuğu olmuş, ünlü mimar Bruno Taut da Mimari Bilgisi adlı kitabında şöyle der: “Her milli mimarlık fenadır, fakat her iyi mimarlık millidir.” Kısacası, geleceğe bırakacağımız değerli mimarlık yapıtları üretmek yerine, geriye bakıp eski formları taklit/kopya yoluyla tekrarlamaktan medet ummak ülkemiz mimarlığına hiçbir şey kazandırmaz. Son zamanlarda devlet desteğiyle yaptırılmakta olan büyük camiler konusunda da durum farklı değildir. Ankara’da yapılan kent giriş kapıları da öyle… Hepsi tutarsız; mimarlık adına kaygı verici. Ülkenin parasına, çabasına, mimarlığına yazık. Mimarlık mirası olarak bugünden geleceğe, geçmişin kopyalarını mı bırakacağız? İlerde, bu çağı hiç yaşamadığımız sanılacak. Mimarlığın bir ülkenin uygarlık düzeyinin göstergesi olduğu göz ardı edilmemeli. Ayrıca, AOÇ’de yapılmış olan sarayın(!) da Selçuklu’yu yansıtacak bir özelliği yok. Bu konuda danışmanların, yetkilileri yanılttıklarını düşünüyorum. Mademki geçmişten, tarihten söz ettik, biraz gerilere dönüp Dolmabahçe Sarayı’nın mimarlık öyküsüne bir göz atalım. O öyküde bugüne ışık tutacak ciddi dersler var. Sarayın yapımı Padişah Abdülmecit dönemine rastlıyor. 1839’da tahta çıkan Abdülmecit ilk yıllarını Çırağan Sarayı’nda geçirdikten sonra, Batı tarzında bir saray yaptırma arzusuna kapılır. Sarayın yapımı Osmanlı ekonomisinin bunalımda olduğu bir döneme rastlar. İmparatorluğun giderleri gelirlerinin çok üstündedir; bir yandan da sürüp giden Kırım Savaşı nedeniyle tarihte ilk kez, Avrupa’dan yüklü miktarda borç para alınmaktadır. Yapının mimarı olarak Garabet Kalfa (Balyan) görevlendirilmiştir. Çalışmaların bitimine doğru Paris Operası dekoratörü Charles Séchan’a ulaşılır ve sarayın bazı bölümlerinin dekorasyonu için kendisi İstanbul’a davet edilir. Ekonomik bunalıma karşın sarayın yapımına büyük paralar harcanmaktadır; döşenmesi sırasında da göz alıcı, çok pahalı ürünler ithal edilir. Saray bu koşullar altında tamamlanacak ve Kırım Savaşı’nın bitiminde 10 Haziran 1956 günü törenle açılacaktır. Yapım sürecine ilişkin çok önemli bir bulgu, Séchan’ın İstanbul’dan Paris’teki yakınlarına gönderdiği mektup ve fotoğraflardır. Sarayın arşivindeki bu belgeler, o dönemde yaşananların yanı sıra bir yabancı sanatçının, işveren Osmanlı Padişahı ve yakın çevresine ilişkin gözlemlerini aktarması bakımından ilginçtir. İşte çok kısaca o gözlemlerden birkaçı: “Boğaz kıyısına uzanan, görkemli ama çevreye uymayan yapılar bütünü…” “Türk müşterilerimiz bizim ‘ince zevk’ dediğimiz şeyden anlamadıklarından ötürü ‘stük sıva’ kullanmaktan vazgeçtim. Onlar daha çok biçim ve şekildeki şatafat ile debdebeden hoşlanıyorlar.” “Keşke sen de burada olup, benim gördüğüm bu görkemli ama tuhaf şeyleri görebilseydin.” “Osmanlı İmparatorluğu’nun mutlak iktidarı altında çalışan bu zavallı mimarlar (yerli mimarlar kastediliyor), düşünüyorum da ne kadar çelişkili ve mutsuzdurlar; çünkü özgür düşünmeye alışmış bu insanlar Padişahın yanılmazlığına inanmış Müslüman bir Osmanlı sanatçısı gibi baskı ve yönlendirmelerle hareket etmeyi kabul edemezlerdi.”(1) Mektuplar bu tarzda sürüp gidiyor. Bazılarında da borç batağında debelenen ülkenin, Padişah’ın yanı sıra kimi hanedan mensuplarının, hatta sabık cariyelerin savurganlık ve borçları karşısındaki zor durumu anlatılıyor. Ankara’daki yeni saray için harcanan değerlere bakınca, “Tarih tekerrür mü ediyor” diye sorabilirsiniz. 1. Dolmabahçe Sarayı Dergisi, TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı, TemmuzEylül 2000, s. 91105. Bina önceleri “Yeni Başbakanlık Binası” olarak anıldı. Anayasa değişir de başkanlık sistemi gelirse buranın Başkanlık Sarayı olarak kullanılacağı anlaşılıyor. Zaten yeni cumhurbaşkanının Çankaya yerine, yapım Abdülhamit Köşkü Dolmabahçe Sarayı
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle