06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 22 EYLÜL 2014 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ‘Din Eğitimi’nden ‘Dinler Hakkında Eğitim’e Toledo İlkeleri’ne göre, dinler ve inançlara ilişkin dersler farklı görüş ve perspektifler ile yerel koşullara duyarlı, dengeli, kapsayıcı, doktrinsellikten uzak, yansız ve din/inanç özgürlüğüyle ilgili insan hakları ilkelerini dayanak alan bir yapıda olmalıdır. T IŞIK TÜZÜN/EG Savunu ve Eğitim Programları Koordinatörü yı gerektirirken, “din eğitimi” belirli bir dinin ya da inancın esaslarını ve ibadetlerini benimsetmeyi amaçlıyor. 1982 Anayasası’nın zorunlu kıldığı Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin ya tam anlamıyla “dinler hakkında eğitim”e dönüştürülmesi ya da bireyleri her türlü ayrımcılığa karşı koruyan muafiyet mekanizmalarının yaratılması gerekiyor. 16 Eylül 2014’te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi nedeniyle Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal ettiğine 2007’deki Hasan ve Eylem Zengin / Türkiye davası kararından sonra bir kez daha karar verdi. AİHM’ye 2011’de başvuran Mansur Yalçın, Yüksel Polat ve Hasan Kılıç’ı haklı bulan kararın temelinde, devletin ürkiye’de 48. sınıfta haftada iki saat ve 912. sınıfta haftada bir saat zorunlu olarak sunulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi hem ulusal hem de uluslarası düzeyde davalara konu olmaya devam ediyor. Özellikle geçen on yılda yapılan yoğun tartışmaların ve devletin attığı adımların uzlaşıya ve çözüme dönüşmediği görülüyor. Çözümsüzlüğün temelinde, “dinler hakkında eğitim” olduğu iddia edilen dersin “din eğitimi” unsurları da barındırması ve devletin bunda ısrarcı olması yatıyor. Bazen hatalı biçimde birbiri yerine kullanılan bu iki kavramın tek bir derste buluşmasıysa olanaksız. “Dinler hakkında eğitim” tüm dinlere ve inanç biçimlerine eşit mesafede durmayı ve dine dayalı olmayan ahlak anlayışlarını da ele alma AİHM kararı Sünni İslam temelli bir dersi, Alevi öğrencilerin de almasını zorunlu tutması ve bu dersten muaf olmak için ayrımcı olmayan bir mekanizmanın bulunmaması yatıyor. Bu karar, Türkiye’nin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretim programında değişiklik yaptığı gerekçesiyle göz ardı ettiği 2007 tarihli AİHM kararıyla da büyük ölçüde uyumlu. Söz konusu dava sonucunda AİHM, Hasan ve Eylem Zengin’in başvurusunu haklı bulmuş, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin eleştirel, nesnel ve çoğulcu olmadığına, farklı din ve inançlara yeterince yer vermediğine karar vermişti. Güncel karar ise ilk olarak 20072008 eğitimöğretim yılında, ardından 20112012’de yapılan öğretim programı değişikliklerinin dersin yaklaşımını köklü biçimde dönüştüremediğini ortaya koydu. AİHM’nin ihlal edildiğine karar verdiği, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek Protokol 1, madde 2’ye göre devletin eğitim alanındaki görevlerini yerine getirirken ebeveynlerin dini ve felsefi inançlarına saygılı olması gerekir. Bir Dini inançlara saygı leşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi gibi AİHM de ancak tarafsız ve nesnel oldukları takdirde, dinle ilgili derslerin devlet okullarında zorunlu olarak okutulabileceğini ifade eder. Eğer, Türkiye örneğinde olduğu gibi ders bu koşulları sağlamıyorsa, devlet kişileri inançlarını açıklamaya zorlamayan bir muafiyet mekanizması sunmalıdır. AİHM’nin de kararlarında vurguladığı üzere, Türkiye’de böyle bir mekanizma yoktur. “Dinler hakkında eğitim”e ilişkin, Avrupa Konseyi ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) gibi aktörlerce benimsenen temel yaklaşım, okullarda farklı dinler ve inançlarla ilgili bilgiler sunan tarafsız bir dersin herkesin din ve vicdan özgürlüğüne saygıyı artıracağı, kültürlerarası diyaloğun geliştirilmesine ve dine dayalı çatışmaların önlenmesine katkıda bulunacağıdır. Eğer Türkiye bu yaklaşımı benimser ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretim programını yeniden yapılandırmayı seçerse, AGİT’in 2007’de yayımladığı Devlet Okullarında Din ve İnançların Öğretilmesine İlişkin Toledo Kılavuz İlkeleri izlenmelidir. Toledo İlkeleri’ne göre, dinler ve inançlara ilişkin dersler farklı görüş ve perspektifler ile yerel koşullara duyarlı, dengeli, kapsayıcı, doktrinsellikten uzak, yansız ve din/ inanç özgürlüğüyle ilgili insan hakları ilkelerini dayanak alan bir yapıda olmalıdır. Bu ilkelerin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi açısından yansımalarına örnek verecek olursak, “dinimiz”, “kutsal kitabımız Kuranıkerim”, “peygamberimiz” gibi ders kitaplarında sıklıkla kullanılan ifadelerin ve bu ifadelerin altında yatan, herkesin aynı inanca sahip olduğunu varsayan ve Sünni İslamı temel alan bakış açısının değiştirilmesi gerekir. Toledo İlkeleri, bu yaklaşımı benimseyen bir dersin hizmet etmesi gereken kazanımlara da ışık tutar. Hiçbir din ya da inanç sistemine inanmama hakkını da içerecek biçimde bireylerin belirli bir dine ya da inanca bağlı olma haklarına saygı göstermek; dinsel ve felsefi inancın kişilerin yaşamlarında önemli bir yeri olduğunu anlamak; dinler ve inançlarla ilgili konuları insan hakları ve barış gibi daha geniş konularla ilişkilendirebilmek ve tarihe/tarihsel gelişmelere dönük farklı bakış açılarının da meşru olduğunu anlamak “dinler hakkında eğitim”in olası kazanımları arasında yer alır. Mine Yıldırım’ın, Eğitim Reformu Girişimi tarafından yayımlanan Eğitim İzleme Raporu 2011 için yaptığı 20112012 öğretim programı değerlendirmesi, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin bu kazanımları oldukça sınırlı ölçüde içerdiğini göstermişti. Dolayısıyla, dersin Toledo İlkeleri’nde tariflendiği biçimiyle bir “dinler hakkında eğitim” dersine dönüşmesi, Alevilik ile ilgili birkaç konunun programlara ve materyallere yedirilmesiyle gerçekleşmedi, gerçekleşemez. Son olarak, öğretim programı ve materyalleri Toledo İlkeleri ışığında düzenlense bile, sınıf ortamındaki deneyimler önemli ölçüde dersi veren öğretmenlere bağlı kalacaktır. Geçen yıllarda yapılan bir araştırma Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerinin çoğunun teolojik açıdan çoğulculuktan ziyade dışlayıcılığa daha yakın durduğunu ve diğer dinlerin öğretimi konusunda geleneksel ve savunmacı bir yaklaşıma sahip olduğunu gösteriyordu. Dolayısıyla, Türkiye’nin bu yolda, programının iskeletini ve ruhunu koruyan değişikliklerle tatmin olmayıp köklü bir bakış açısı değişikliğini derse yansıtması ve bu süreçte öğretmen yaklaşımlarına öncelik vermesi gerekiyor. Nesnel, yansız, çoğulcu ve eleştirel bir dersin felsefe öğretmenlerince verilmesi de bu süreçte değerlendirilebilir. Müslüman Kardeşler: Geçmişi, Bugünü S Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV Işık tutar İŞİNİ BÜYÜTMEK İSTEYEN GİRİŞİMCİLERİ KALPTEN DESTEKLİYORUZ. SON BAŞVUR U TARİHİ: 19 EKİM 2014 Siz de Akbank Girişimci Geliştirme Programı'na başvurun, işinizi büyütmeye yönelik kapsamlı bir eğitimi uzman eğitmenlerden alma ve başarılı girişimcilerle tanışma fırsatını yakalayın. Akbank farkıyla iş dünyasında zirveye yükselin. Başvuru ve detaylı bilgi için: kobilersizinicin.com Program Yürütücüsü iyasal İslam ya da İslamcılık bu dinin inanç, reçete, siyaset ve yasalarını gerçekleştirme akımıdır. Kökü yaklaşık 150 yıl önce Mısır’daysa, bugünlerde daha yaygındır. “Müslüman Kardeşler”in (MK) kimi önde gelenlerinin Türkiye’ye kabul edilmelerinden ötürü bu örgüte ilişkin temel bilginin yararlı olacağını düşündüm. MK’yi El Benna (190649) 1928’de Mısır’da kurmuştu. Düşünce çerçevesi El Afgani, Abduh ve Reşit Rıza’ya gider. Katılığı ve sözde “ak”lığı Rıza’dan almıştır. Ülküsü ilk dört halife dönemiydi. Devleti ele geçirmek yerine İslam toplumu yaratmak peşindeydi. Ona göre, El Azhar’ın uleması kuru ve yalnızca biçimciydi. Batı emperyalizmi İslam toplumunu çürütmüştü; şeriata dönmeliydi. Anayasa Kuran’dı; yönetim “şura”ya, yani halka bağlı olmalıydı. En baştaki halife, imam, hatta sultan olabilirdi. Ama kişilerin parası, malı sınırlı tutulmalıydı. MK okul ve hastane gibi eğitim ve yardım programına odaklandı. Bu alışkanlık bugünkü siyasi partili ortamda da çok işlerine yarıyor. Yirmi yıl içinde eylemci yarım milyon üyesi oldu. Öteki Arap ülkelerini de kollarıyla sardı. Mısır’da 1952 NecipNâsır askeri darbesini başta destekledi. Nâsır ve Sedat gibilerinin El Benna’yla önceden yakınlıMK’ye Nâsır yıllarında ğı vardı, bu iki kucak açmış olan güç de krallıSuudiler bile 1979’da ğa ve yabancı Mekke’deki El Haram sömürgeciliğine karşıydılar. Camii baskınından onu Ancak, Nâsır’la suçluyorlardı. Özellikle yaşlı General etkili Prens Naif bin Necip arasında anlaşmazAbdülaziz (Veliaht lık çıkınca, MK Prens Abdullah’tan Necip’i destekfarklı olarak) 2002’de ledi; giderek onları ülkesinden 1954’te Nâsır’a başarısız suiuzaklaştırdı. Suudilerin kast düzenledi Mursi’ye karşı General o da MK’yi kaSisi’yi tutmalarının bir pattı, önde gelenlerini idam nedeni budur. ettirdi. MK de yeraltına geçti. Vuruşkan kanadı terörizmi ve “cihad”ı benimsedi, “kıtal” yapacak, gerekirse bu yolda “şehit” verecekti. Yoldan sapanlar “fitneci” ve “küffar”dı (kâfirin çoğulu), “Tevhid”den (İslamcı birlikten) ayrılmak yoktu! Nâsır’ın ölümünden sonra Sedat onları hapisten çıkardı. Ama Sedat’ın İsrail’i tanıyıp ABD güdümüne girmesiyle Şükrü Mustafa ve M.A. Faraj gibileri ayrılıp “Cemaatü’l İslâmiyye” çatısı altına girdiler. Bu arada, MK doktor, eczacı, mühendis ve öğrenci birliklerini kazandı. Sosyal yardımları da hükümetten daha iyi beceriyordu. Sedat öldürüldükten sonra, Mübarek’e karşı çıkınca, yeni başkan da onları yasakladı. Baskıya karşın, yeni bir MK kuşağı ve onun El Karadavi, El Bişri, Abdülmecid ve El Avva gibi önderleri ortaya çıktı. Görünürde başka seçenek olmadığından, İslamcı bir cumhuriyet istiyorlardı. Mübarek’i deviren “Arap Baharı” en çok MK’nin işine yaradı. MK 80 yıl dayandı, seçimle iktidara geldi. Önceki eylemci önderi Seyyid Kutb’du (190666). İçteki ve dıştaki düşmanlarla “topyekun savaş” önermiş olan dediğim dedik bir buyurgandı. İktidara giden uzun yolda eleştiriye kapalı, sürekli “fesat tertibi”nden kuşkulu ve kendine göre şiddet yanlısı bir tavır geliştirdi. İktidara geldiğinde dağarcığındaki birikimi buydu. Tabanda destekleri olduğundan, gençlik gösterilerine katıldılar, değişim bayrağını kaptılar ve Mısır’la Tunus’ta seçimle iktidara oturdular. Genel kanı Mursi’nin Mısır’da başarısız olduğudur. Bir El Afgani ya da Abduh değildi; bir Mandela hiç değildi. Sırtını gelenekçi Selefilere dayadı, ılımlıları uzaklaştırdı. Rolüne uygun değildi. Mısır’ın yerel koşulları da (daha türdeş ve ekonomisi daha iyi olan) Tunus’tan farklıydı. MK’ye Nâsır yıllarında kucak açmış olan Suudiler bile 1979’da Mekke’deki El Haram Camii baskınından onu suçluyorlardı. Özellikle etkili Prens Naif bin Abdülaziz (Veliaht Prens Abdullah’tan farklı olarak) 2002’de onları ülkesinden uzaklaştırdı. Suudilerin Mursi’ye karşı General Sisi’yi tutmalarının bir nedeni budur. Bu türlü iktidar heveslilerinin nerede ve ne denli başarılı olabilecekleri ayrı bir inceleme konusudur.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle