04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 18 TEMMUZ 2014 CUMA 2 HABERLER AKP Şarj Etti Görmez Çark Etti Herkes gibi Aleviler de duygularıyla değil, akıllarıyla, günün gerçekleriyle yüzleşmek zorundadır. Hiç kuşku yok ki; her şey, her zaman tam da bizim istediğimiz gibi olmuyor. Hayat böyle bir şey. D ALİ BALKIZ / Alevi Bektaşi Federasyonu Önceki Genel Başkanı tanımlamayacaktı? Kim kendini nasıl tanımlıyorsa ona saygı gösterecektik, öylece kabul edecektik. Aynı söyleşide Görmez, Aleviliği tanımlamaya devam ediyor: “Hiç kimse Aleviliği İslamın dışında farklı bir din olarak tanımlamaya kalkışmamalı” diyor. Neden?.. Benim şahsen Aleviliğin kendince bir din olduğuna dair bir düşüncem yok ama neden hiç kimse bu konuda kafa yormaya, anlamaya, araştırmaya kalkışmasın?.. Aleviliğin ne zaman, nasıl doğduğunu; nelerden etkilendiğini; köklerinin, bileşenlerinin neler olduğunu; bugüne nasıl geldiğini; kurallarının, kurumlarının neler olduğunu bilmesin?.. İslamiyetle ilişkisinin ne ve ne derece olduğuna dair merak içinde olmasın? Görmez, “hiç kimse” derken “bunu sadece ben bilirim” demek istiyor. Konuyu tartışmayı bile yasaklıyor. Belli ki Başbakan’dan etkilenmiş; o da diyor ya, “Ben bilirim.” “Ben bilirim” diyen biri siyasetçi ise siyasetin gereği dersiniz. Ama Görmez, Diyanet İşleri Başkanı, üstelik profesör bir “bilim insanı, akademisyen.” “Cemevlerini caminin karşısında camiye alternatif farklı bir dinin mabedi gibi görmek mümkün değildir” diyor. İlk gençlik yıllarımdan beri, elli yıldır Alevi hareketinin içerisindeyim. Alevi dünyasında böyle bir iddia hiç olmadı. Hiç kimse, kimseye, camiye gitmeyin, cemevine gidin demedi. Dileyen camiye, dileyen cemevine gider. İkisine giden de var. Ama Aleviler binlerce kez, miting alanlarında yüz binlercesi birlikte; bizim ibadetimizin adı “Cem”dir, cemi dede yürütür, cem de “cemevi”nde olur dediler ve demeye de dünya durdukça devam edecekler. Çünkü asimile olmanın, giderek yok olmanın önündeki tek seçenek budur. Askeri vesayet, yargı vesayeti, medya vesayeti… Başbakan’a göre hepsinin sonu geldi. Doksan yıllık zulüm bitti. Dini bir kırbaç gibi kullanmak, onu bir terbiye aracı haline getirmek asla vesayet değildir. Diyanet İşleri Başkanı da Başbakan’ın memurudur. Oradan aldığı iyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, bundan bir ay kadar önce, Mardin’de müftüler toplantısında konuşmuş, sözü Aleviler ve Aleviliğe getirerek “Kimse kendi tanımını, devletin ya da kurumların tanımını başkasına giydirmesin, kimse kimsenin kendini nasıl tanımladığına müdahale etmesin” demişti. Bu sözler APK’nin konuya ilişkin genel bakışına uymuyordu. Bu çelişkiye işaret ederek “Mehmet Görmez de mi Paralelci Çıktı” başlıklı yazımda, Görmez’in büyük bir risk aldığına değinerek diğer yüzlerce örneğinde olduğu gibi, “Kaç imzalı bir kararname ile geldiyse o kadar imzalı bir kararname ile gidecekler arasına girmiş oldu” demiştim. Görmez yerinde duruyor. Belki şarj edildi. Uyarıldı, ikna edildi. Yoksa hemen bir ay sonra bu düşüncesinin tam tersini söyler miydi? El Cezire’ye konuşurken “Cemevleri ibadethane değildir” dedi. Hani kimse kimseyi kuvvetle, adam Samsun’a yeniden çıkıyor, İstiklal Savaşı’nı oradan başlatıyor (Havza’da bir gece kalmıyor), Erzurum’a geçiyor. Kongre yerine miting yapıyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün izini takip ediyor. İzinden gide gide izini silebileceğini sanıyor. Ve bizler merak ediyoruz. Hukukçular çetele tutuyor. Cumhuriyetin ilk gününden bugüne, TBMM’den kaç yasa çıktı. Hangi yıllarda nasıl bir yoğunluk yaşandı. 2003’ten sonra bu alanda neler oldu. AKP kaç yasaya imza attı. Yasa sayısını kaça katladı. Neyi, ne kadar değiştirdi? Cumhuriyetin izlerini silme yürüyüşünde ne kadar mesafe aldı? İhsanoğlu tüm bunların farkında olmalı ki, Sivas katliamının 21. yıldönümünde Alevilerin serçeşmesi Hacıbektaş’a gitti. “Biz tarihimizde hep beraber, bir arada, sevgi içerisinde yaşadık” dedi. Hacı Bektaş Veli’yi, Mevlana’yı, Yunus Emre’yi tanık gösterdi. Sivas’ta katledilenleri “Canlarımız” diye tanımladı. Katliamın nedenini “kara taassuba” bağladı. Katilleri kınadı. Madımak “İbret Müzesi” olsun dedi. Erdoğan ise Sivas katliamı davası zamanaşımı nedeniyle kapatıldığında “Milletimizedevletimize hayırlı olsun” demişti. Şimdi bu iki kişi de cumhurbaşkanı adayı. Aleviler ne yapacaklar?.. Kampanyasını, camide vaaz verir gibi ayetle, hadisle açan, düşlediği Türkiye için İstiklal Savaşı’na çıkan, İslam dünyasının halifesi olmayı kafasına koymuş birinin karşısında ne yapacaklar? 12 Eylül 2010 anayasa oylamasında, Alevi toplumu içinde sayıları üçübeşi geçmeyen ama kafa karışıklığı yaratmak için de yeterli olan; “Yetmez ama evetçi” mi olacaklar ya da “Yetmez ama evetçilere evet diyenler”den mi olacaklar? Alevilerin başına ne geldiyse, laiklik adına dinin, hayatın neredeyse her alanını belirlenmesi isteminden gelmiştir. İhsanoğlu diyor ki; “Din alanının siyaset üzerindeki ve siyasetin din üzerindeki kontrolü kaldırılmalı, bu ikisini birbirinden ayıran çizgi net ve açık olarak çizilmelidir.” İşte o koşullarda Alevilerin eşit yurttaşlık talepleri daha özgürce konuşulur. İşe, Madımak’ın müze olmasıyla başlanır. Herkes gibi Aleviler de duygularıyla değil, akıllarıyla, günün gerçekleriyle yüzleşmek zorundadırlar. Hiç kuşku yok ki; her şey her zaman tam da bizim istediğimiz gibi olmuyor. Hayat böyle bir şey. Gazze Trajedisi Gazze trajedisi, insanlık tarihinin bütün günahlarını, zalim hesaplaşmalarını, din üzerinden yapılan siyasetin ve ayrıca enerji savaşlarının kanlı sonuçlarını bağrında taşıyan, bu nedenle de çözülmesi çok zor olan bir sorunun dışavurumudur. HHH Şu anda Gazze’de sivil halk, kadınlar, çocuklar öldürülüyor... Hiçbir gerekçe bu katliamı haklı gösteremez... Kimse bu katliam karşısında suskun kalamaz! Öte yandan, İsrail devletinin bu katliamı üzerinden, yüzyıllarca insanlığı bir karabasan gibi kovalamış olan “Yahudi düşmanlığı” yapmak, sadece bir “nefret suçu” değil, “insanlığa karşı” da bir suçtur! HHH Taraflar, zaman içinde değişen, hem mazlum, hem de zalim rolleri oynamaktadır! Gazze trajedisinin çıkmazı, karmaşıklığı ve çözümünün çok zor olması bu niteliğinden gelmektedir. Bu karşılıklı zulüm ve mazlumiyet, konuyu içinden çıkılmaz bir soruna dönüştürürken, Gazze’yi de bugünkü dünyamızdaki en önemli çıban başı haline getirmiştir. HHH Firavunlar döneminde başlayan Yahudi düşmanlığı, Hazreti İsa’nın çarmıha gerilme öyküsüyle güçlenerek devam etmiş, bütün bir ortaçağ boyunca, Avrupa’nın karabasanı olmuştur. Osmanlı’nın İspanya’daki Katolik zulmünden kaçan Yahudilere kucak açması, sorunu bir ölçüde hafifletse de, kalıcı bir çözüm üretmekten uzak kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu paylaşılırken İngiltere ve Fransa, Rusya’nın da desteğiyle, bugün artık değiştiği ve değişeceği görülen sınırları belirleyen SykesPicot anlaşmasını yapmışlar ama bu anlaşma da, İngiltere’nin Yahudilere verdiği sözleri tutmamasından ve uluslararası menfaat çatışmalarından dolayı kimseyi tatmin etmemiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’in yaptığı Yahudi Soykırımı, insanlık tarihinin en büyük kara lekesi olarak hepimizin tiksindiği bir olaydır. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sonrasında “yurtsuz” Yahudi diyasporası için Ortadoğu’da Birleşmiş Milletler kararıyla İsrail devleti kurulmuştur. Ama bu da sorunu çözememiş, çünkü kurulan İsrail devletinin topraklarında yaşayan Filistinli Araplar yurtlarından edilmişlerdir. Derken, Arapların saldırısının büyük bir hezimetle sonuçlandığı 1967’deki “6 gün savaşı”, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) içindeki bir hücrenin gerçekleştirdiği 1972 Münih katliamı, sorunu tırmandıran olaylardır. HHH Yazının devamı yarına! Kazanan kim? İLKER KAPTAN Ülkemizde uygulanan eğitim sisteminin çocukların ilgi ve yeteneklerini arka planda bıraktığını, ilgi ve yeteneklerine göre yetiştirmediğini biliyoruz. Çocukları yarıştıran bu sistemi ailelerinde teyit etmesi, bu sistemin çarkı olmaları kadar tehlikeli bir şey diye düşünüyorum. Aileler bu sisteme nasıl çark oluyorlar? Sistemin baskısına bir de aile baskısı eklenince çocuklar taşıyamayacakları yük altına girmiş oluyor. Çocuk da ebeveyni mahcup etmemek için yarışmayı kabulleniyor ama sonucun kötü olması kaygısı çocuğun içinde büyümeye başlıyor. Çünkü ebeveynler çocuğunu kıyaslayacak birini mutlaka buluyor ve evde sürekli diğer bir çocuğun konusu getiriliyor. Düşünsenize yapacağı mesleği de biz seçiyoruz. Çocuk sınava girerken bu sınavın herkesi mutlu edeceğini ya da başarısızlığının herkesi mutsuz edeceği kaygısıyla sınava giriyor. Yani sınavı kendilerinin taşıyamayacakları kadar ağır hale getiriyoruz. Bu çocuklar ileride hangi, meslekte olursa olsun bu kaygıyı yaşamaya devam edecek, mesleki hayatında karşılaşacağı sıkıntılarda kaygılanacaktır. Ulaşılacak nokta bizim tarafımızdan belirlendi. Onların rakiplerini de biz seçtik (rakibin yaşına ve kategorisine dikkat etmeden) peki bu şekilde onların başarılı olmasını mı istedik? Geçmişteki başarısızlıklarımızı mı örtmek istedik? Çocuklarımız yarış atıysa, biz de onları kazansınlar diye kamçılayan jokeyleriz. Biraz geriye düşmeleri durumunda onları daha çok kamçıladık. Şunu sormadan geçemeyeceğim burada: Yarışı kazanan kim? Yarış atına benzetilen çocuklar mı? Yoksa jokey olan ebeveynler mi?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle