27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 17 TEMMUZ 2014 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Samsun’dan Erzurum’a B İBRAHİM TÜRKEŞ Hukukçu, Felsefeci Sivas’a dönerken Mustafa Kemal’e suikast için Erzincan boğazına pusu kuran Elazığ Valisi Ali Galip’in Urfa üzerinden Halep’e, padişah Vahdettin’in de İngiliz zırhlısı ile Malta’ya kaçtığını yazar. Bin yıllık şeriat geleneği içinde oluşmuş bu kara damarın kan yerine katran taşıyan genleri hükmünü icra etmek üzere bugün de eylemdedir. Ancak Atatürk yerindedir. Şimdi ağzını açanın imam gibi konuştuğu bir dönemdeyiz. Siyasette demokrasinin kavramları, tabirleri, terimleri bir kenara bırakılmış, dinin terimleri, kavramları ile konuşmak devletin her katına egemen olmuş. Oysa Samsun’dan Erzurum’a giden yolun bir diğer özelliği, temeli “din” olan “teokratik” bir imparatorluktan, temeli “kültür” olan “laik” devlete geçilen yol olmasıdır. Bu yolun sonunda varılan devlet, artık temellerini dini bir uygarlığın “teokratik” ve “teolojik” karakteristiğinden değil, sanatta “rönesans”tan, dü u yol, “kurtuluş”tan “kuruluş”a giden süreçte, Atatürk’ün yürüdüğü yoldur. İpek Yolu gibi “ticari” bir enerji çizgisi değil, her bir taşına kurtuluş ve kuruluş iradesinin sarsılmaz sağlamlığı sinmiş “tarihi” bir yoldur. Bu yüzden, cumhurbaşkanlığı seçiminde bu yolu kullanan ve kullanacak yolcuların tarihsel bir yüklenimi vardır: Her birine kurtuluş ve kuruluş iradesinin sarsılmaz sağlamlığı sinmiş yolun taşlarını yerinden oynatmamak! Bu yolda Atatürk, arkasında yüzlerce koruma ordusu, elinde devletin olanakları, emrinde devletin valileri, bürokratları ile değil, boynunda Şeyhülislam’ın “katl” fetvası, padişah Vahdettin’in “idam” fermanı ile yürümüştür. Din (hilafet) ve saltanat bu yolda hain pusular kurmuş, “dünyevi” ve “siyasi” amaçlara alet edilmiş, dini bir riyakârlık ve istismarcılıkla bütün yolları tutmuş, fakat hiçbir engelleme bu yürüyüşü durduramamıştır. Tarih, Erzurum’dan Devletin temeli şüncede “hümanizma”dan, inançta “laiklik”ten, yönetimde “hukuk”tan ve “demokrasi”den alan, “dindaş” değil “yurttaş”, “kul” değil “birey”, “dinsel” değil “bilimsel” buyruklar temeline dayalı, aydınlanmayı başarmış Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Bugün bu yol, tersyüz edilmiştir. Yurttaş yerine dindaşlığın, birey yerine “kul”luğun yeniden öne çıkarıldığı, bilimin “İslami midir?” diye sorgulandığı, hukuktan soyundurulan devlete “dinsel kisve” giydirildiği bir süreci yaşıyoruz. Hamile kadının sokağa çıkmasına “terbiyesizlik” diyen “ulema”yı, başörtüsü denilince cihanı titretirken bu densizliğe sessiz kalan siyasi istismarı ibretle izliyoruz. Paralel yapı ise işte tam da budur. Oysa kurtuluş savaşının umutla umutsuzluk arasında mekik dokunduğu o kritik günlerinde, bu güzergâhtaki Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas, bütün bu kentler, tehlikeli noktalarda egemenlik alanının, kurtuluş iradesinin güvencesi olmuşlardır. Samsun’da “kurtuluş”un fiti li ateşlenmiş, Amasya’da “ulusun birliği”, Erzurum’da “ülkenin bütünlüğü”, Sivas’ta “ulusun egemenliği”, gelecekte Türk Anayasa Hukuku’nun temel kavramlarını oluşturmak üzere, ulusun “ibret belleği”ne kazınmıştır. Bugün Cumhuriyet, Sivas’ta 35 insanının diri diri yakma, ağzı salyalı bir güruha “Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılacak” diye bağırma cesareti verme noktasına getirilmişse, nedeni, damarlarında kan yerine “kara katran” dolaşan bu zihniyetin siyasette “yer” ve “yüz” bulmasındandır. Devletler de tıpkı düşünce sistemleri gibi, kavramlar üzerine kurulmuş birer binadır. Devletin şekli, kurulurken temele konulan kavramlara göre oluşur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temeli “din” değil, “bilim” ve “laiklik”tir. Devletin bünyesini oluşturan bu kavramları değiştirmeye yönelik her adım, bir “yıkım kuramı” olduğu kadar, bir “anayasa suçu”dur. Türkiye son on yıldır devletin temelleri ile oy Kim paralel? nayan bir “yıkım kuramı”nın kıskacındadır. Eğer bir “paralel yapı”dan söz edilecekse bu, 1923 Cumhuriyeti’ne paralel “İslami bir cumhuriyet” oluşturmaya yönelik yapılan her türlü yasal, idari ve mali düzenlemelerdir. İktidar ve cemaat, 1923 Cumhuriyeti’ne paralel bir Cumhuriyet oluşturma anlayışında 15 Aralık’a kadar karşılıklı “birebir uyum” içinde olmuştur. “Ne istediler de vermedik?” itirafı bunun en açık kanıtıdır. Bu nedenle “cemaat”, iddia edildiği gibi iktidarla “paralel” değil, tam tersine “izomorf”tur (benzer şekilli). Eğer sözü edilen SamsunErzurum yolculuğu, bu “yıkım kuramı”nda kuramı test eden son sağlama işlemi olacaksa, “kin”leşmiş bir “din”i devlete taşıma yolu olacaksa, Türkiye o zaman ciddi bir rejim sorunu ile karşı karşıya kalacak demektir. Temeli “bilim” ve “laik hukuk” olan Cumhuriyete yönelecek böyle bir kuşatma karşısında 1923 Cumhuriyeti’ni bütün hatları ile “sathı müdafaa”da bulunmak, hem temel bir hak, hem de hukuka uygunluk nedenidir. ‘Müslümanlık’(!) Yanılgısı Yazının tam başlığı “Siyasette ve Dış Politikada ‘Müslümanlık’(!) Yanılgısı” olacaktı, sığmadı... HHH “Müslümanlık”(!) sözcüğünü tırnak içine aldım ve parantez içindeki bir ünlemle tamamladım: Çünkü kastettiğim, genel anlamda İslam dini değil, Başbakan Erdoğan’ın son derece kendine özgü olan ve pek çok Müslümanın katılmadığı bir din ve mezhep anlayışı: 1) Erdoğan, İslam dinini sadece kendine göre yorumladığı Sünni anlayışa indirgiyor... 2) Bununla yetinmiyor, Müslümanlığın laiklik anlayışıyla uyumlu olamayacağını söylüyor (Böylece Anadolu’daki Müslüman toplumun, neredeyse yüz yıllık bir laik Türkiye Cumhuriyeti deneyimini inkâr ediyor)... 3) Bu mezhepçi ve dinci anlayışı, iç politikada, taraftarlarını kendine bağlamak ve muhaliflerine karşı düşmanlaştırmak için kullanıyor... 4) Bununla da yetinmiyor, bu özel ve indirgeyici anlayışını dış politikada da kullanmaya kalkıyor! HHH Mezhepçidinci anlayışın, toplumu böldüğünü, ayrıştırdığını, yurttaşları birbirine düşman ettiğini, Aleviler başta olmak kaydıyla pek çok grubu dışladığını zaten yaşayarak görüyoruz... HHH Şimdi de aynı anlayışın dış politikada kullanılmasının, Türkiye’yi çıkmazlara soktuğuna, “Bölge gücü” olmak iddiasındaki ülkemizi, Suriye ve Irak’taki bir terörist örgüt olan IŞİD karşısında bile zavallı duruma düşürdüğüne tanık oluyoruz: El Kaide desteğiyle kurulan IŞİD, IrakŞam İslam Devleti demekti... Örgüt, ABD’nin sonradan fark ettiği hatalarıyla ve Erdoğan’ın yanlış desteğiyle, büyüdü, güçlendi, Musul’u aldı; adını “İslam Devleti” olarak değiştirdi; lideri kendini Halife ilan etti ve şimdi sınırımıza dayandı, bizim için de bir “askeri tehdit” oluşturmaya başladı. İşte bu örgüt, Musul Başkonsolosluğumuzun 49 mensubunu kaçırdı... Olaya yayın yasağı koyduran Başbakan Erdoğan, geçen gün, kaçırılanlar için, bu örgüte seslendi: “Müslümansanız serbest bırakırsınız” dedi. İçler acısı bir durum! HHH Ne yazık ki İslam adına teröre başvuran, kelle kesen, ciğer yiyenler, son zamanlarda sadece kendilerine muhalif olan Müslümanlara saldırıyor, onları öldürüyorlar... Çünkü bölgedeki iktidar kavgası öyle gerektiriyor... Erdoğan ise bunlara karşı hâlâ “Müslümanlık”(!) kartını kullanmaya çalışıyor! Bağnazlık mı, cehalet mi, aymazlık mı, beceriksizlik mi, acizlik mi, yoksa hepsi birden mi? İnsan ne diyeceğini şaşırıyor! Üniversitenin Direnişçi Kimliği B Prof. Dr. ERDENER ÖZER u başlığı okuyan siyasetin bugünkü egemenleri şimdi hop oturmuş hop kalkmışlardır. Öyle değil mi? Egemen olma meşruluğunu sandıktan çıkan “millet” çoğunluğuna dayayan bu çoğunlukçu anlayış, elbette ki üniversitede bir direniş kimliği oluşmasından çekinecektir. Akıl ve bilim ilkesi içerisinde siyasete yön veren bir üniversiteden çok, siyasete boyun eğen ve egemen ideolojinin yuvalandığı bir kurum daha çok işlerine gelecektir. Dünyada ve ülkemizdeki üniversitelerin, küreselleşmenin (uluslararasılaşmanın) saldırısı altında olduğunu biliyoruz. Günümüzde egemen ideoloji olan bu neoliberal kapitalizm modelinin, bilgiye ekonomik değer kattığı ve bu şekilde rekabet, kalite, girişimcilik gibi piyasalaşma araçlarını üniversiteye dayattığı bir dönemdeyiz. Bu nedenle son yıllarda üniversitelerimizde evrensel özerkliğin varlığından söz etmek mümkün değil. Günümüzde küresel sermayenin ana taşeronu devlet. Duruma bu açıdan baktığımızda, üniversiteler ile devlet kurumları arasındaki sınırın silikleştiğini görüyoruz. Örneğin tıp fakültelerimiz, en azından dolaylı olarak Sağlık Bakanlığı’nın kıskacı altında. Birey olarak da durumumuz aynı. Toplumsal rolü olan her birey gibi üniversite emekçisine de, egemen siyasete ve çıkar gruplarına hizmet edecek tek tip bir bireysel rol biçiliyor. oplumun güvenini kazanmak Oysa bugün susturulsa dahi üniversitenin genetiğinde, tarihsel bir T EMEKLİLERİMİZ İÇİN NE YAPSAK AZ Şimdi emekli maaşını Akbank'a taşıyanlar 200 TL chippara kazanıyor, hesap işletim ücreti ödemiyor, para transferlerini ücretsiz gerçekleştiriyor. Üstelik emeklilere özel oranlarla ihtiyaç kredisi Akbank’ta sizleri bekliyor. Ne de olsa Akbanklı emekliler de farklı. Kampanya, 15 Temmuz – 15 Ağustos 2014 tarihleri arasında SGK emekli maaşını Akbank’a taşımak üzere kampanya başvuru formunu imzalayan müşterilere yöneliktir. Kampanya başlangıç tarihi öncesinde Akbank’tan emekli maaşı alan müşteriler kampanyadan yararlanamazlar. Kampanyaya başvuran kişilerin en geç 31 Ekim 2014 tarihine kadar emekli maaşlarının Akbank hesaplarına yatmış olması ve Akbank NEO banka kartı sahibi olmaları gerekmektedir. Kampanya koşullarını sağlayan müşterilere 200 TL chippara ödülü, müşterinin ilk maaş yatış tarihini izleyen ay başlamak üzere her altı ayda bir 50’şer TL chippara olarak 4 taksitte müşterinin NEO kartına yüklenecektir. Müşterinin maaşının ilk yatış tarihinden itibaren 2 yıl süre ile düzenli olarak Akbank’a yatırılmaması veya aynı süre zarfında NEO kartın kapatılması halinde müşterinin kalan chippara yüklemeleri gerçekleştirilmeyecektir. Bir müşteri kampanyadan yalnızca bir kez faydalanabilir. Kampanya başvuruları, Akbank şubelerinden Kampanya Başvuru Formu ve Bireysel Bankacılık Hizmet Sözleşmesi imzalanarak yapılacaktır. Kampanyadan yararlanacak kişi sayısı, ilk 25.000 kişi ile sınırlıdır. Akbank önceden duyuru yapmak suretiyle işbu kampanyayı durdurma/değiştirme hakkını saklı tutar. Detaylı bilgi Akbank şubelerinde. direnişçi kimlik var. Akıl ve bilimden beslenen bu kimlik yeniden kazanılırsa, üniversite ancak o zaman özerkliğini elinden alan egemen siyaset ile uğraşabilir ve karşıt tezini ortaya koyabilir. Böylelikle toplumun güvenini tekrar kazanabilir. Kendi içinde de egemen siyasetten beslenen akademik cemaatlerin değil, eleştirel dostluğun var olduğu bir kurum haline gelebilir. Peki, üniversitenin yeni bir kimlik kazanması nasıl mümkün olabilir? Elbette ki bu süreç, ancak “reform” yaparak gerçekleşebilir. Bu bağlamda Cumhuriyet tarihimizde iki önemli üniversite reformunun izlerini sürebiliriz. Cumhuriyetin ilk yıllarında, İsviçreli Profesör Albert Mache tarafından hazırlanan rapor ışığında gerçekleştirilen 1933 reformunun hedefi çağdaş ve özerk üniversite idi. İkinci reform ise 1980 darbesinden hemen sonra yapıldı. Bu sefer gereksinim farklıydı. Egemen siyaset olan kapitalizme uyumlu bir devlet sistemi için, tüm devlet kurumları gibi üniversiteleri de merkezi devlet yapısının boyunduruğuna sokan bir dönüşüm yaşandı. Bu dönüşümün aracı kurumu Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) oldu. Bu süreç bir reformdan öte, küreselleşmecilerin hâlâ kullandığı dil ile “dönüşüm” (transformasyon) idi. Bugüne gelirsek durum biraz farklı. Kapitalizm kriz içerisinde. Krizden çıkabilmesi için yeni piyasalara ihtiyaç var. Bu nedenle sağlık gibi, temel eğitim ve yükseköğretimi de piyasalaştırmak istiyor. Yükseköğretim ve “yaşam boyu öğrenme” alanının, toplumun en az yüzde 40’ını kapsaması hedefleniyor. Bu, piyasa büyümesi yanı sıra, piyasanın dinamik kalması için de aşırı karmaşık toplumsal sorunlar ve bireysel çeşitlik yaratılıyor. Küreselleşmenin ortağı siyasal iktidar, bu piyasayı yaratmak hedefiyle yıllardır ağzından “yeni üniversite reformu” söylemini düşürmüyor. Ancak demokratik katılımı sağlamadığından ve yükseköğretimi bir bilim olarak görmediğinden dolayı, bu süreç henüz kör dövüşü ve kısır bir güç çekişmesinin ötesine geçemiyor. Yine de yükseköğretimde dönüşümü gerçekleştirmek zorunda. Talimat bu yönde. Geçen ay YÖK tarafından yayımlanan “Büyüme, Kalite, Uluslararasılaşma: Türkiye Yükseköğretimi İçin Bir Yol Haritası” raporunun başlığındaki her kelimenin derin bir anlamı var. Bu nedenle her kelimenin üzerinde uzun uzun durmakta yarar olsa da, şimdilik burada duralım ve son birkaç cümle ile konuyu bağlayalım. Her türlü vahşiliğine ve açgözlülüğüne rağmen, küresel kapitalizm toplumsal ve ulusal direnişlere karşı hâlâ oldukça kırılgan. Gezi Parkı’nda olduğu gibi. Bu nedenle üniversitenin kapitalist egemen siyasete karşı direnmesinin elbette ki bir başarı şansı var.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle