03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 6 MART 2014 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Sözler ve Gerçekler Parti liderlerinin halk önünde söylediklerine iyi dikkat edin. Hep tersidir sözlerinin dışında kalan. Hiçbir zaman gerçek hayata bakmayan. Umurunda mı, bir kez gelmiş oturmuş başbakan koltuğuna, artık düşünecek ne var? Var var, altındaki koltuğu kaybetmek, seçimle ya da seçimsiz. Bir darbe ile. Çoktandır unutulmuş bir eski laf. Darbe nedir? İktidardaki adamı ve tayfasını bir anda yere devirmek, hatta içlerinden bir ikisini hapislere atmak, yetmedi mi haydi idam sehpasına... İdam yok, uygarlaştık, kan görmeye tahammül edemiyoruz. Dünlerde neler olup bitti ya da bitmedi. Unuttuk gitti ellileri, altmışları, yetmişleri vb. Bir darbe hep beklenir. Özellikle Türkiye gibi, demokrasi içinde yaşamaya zorlanan herkeste bu korku iyice yaygındır. Eskilerde korku daha büyüktü. Maliyeci Cavit Bey’in, Adnan Menderes’in asılma resimleri capcanlı durur hayranlarının düşüncesinde. Bir korkutma işi idam işi. Ondan kurtulduk, uygarlık yolunda bir ileri adım attık. Ama bu kez daha beteri karşımızda. Geçenlerde mahkemelerce ülkenin yurtseverlerine “ebedi” hapis cezası istenmedi mi? Beş on yıl değil “müebbet”. Bu müebbetliklerin kim olduklarını hiç sormayın, aklın zor alacağı kadar çok. Ben arada bir düşünürüm bu müebbet kararı veren mahkemenin savcısında, yargıcında hiç insaf yok mu diye? O mahkemenin yargıcı olmak ister miydiniz ya da savcısı... Büyük sorumluluktur böyle kararlar verebilmek. Sokaktan nasıl geçer bu savcılar ya da yargıçlar, yakınlarının yüzüne nasıl bakar, nasıl dost edinir? Hepimizin gözü önünde yaşıyoruz bu tür işleri. Umarım bu durumlar bir an önce düzelir. Anımsamak bile acı veriyor... B u başlığı okuduğunuzda, hemen “Ya ülke nereye götürülüyor?” dediğinizi duyar gibiyim. Sözünü edeceğim konu da aslında aynı sorunun bir parçası... Bir süreden beri özellikle kamu yapılarında, iktidarın geçmişe duyduğu özlemden kaynaklandığı sanılan birtakım özentiler mimarlık dünyamıza girmeye başladı. Çokça duymaya başladığımız SelçukluOsmanlı tarzı yapılar yapılması yolundaki kamusal telkinler mimarlığımızı artık iyice rayından çıkarma yolunda. Önce şunu belirtmek gerekiyor: Mimarlık bir sanat dalıdır. Birçok düşünüre göre de “sanatların anası” sayılır. O nedenle bir sanat olarak her şeyden önce özgün olmak ve yeni şeyler söylemek, çağın olanaklarıyla seçkin yapıtlar ortaya koymak gerekir. Sanat yaratıcılık ister; kalıba girmez. Aksi halde yapılan şey, sanat sayılmaz, sanat yönü eksik olunca da “mimarlık” diye nitelendirilemez. Tarihte buna benzer davranışlar görülmüştür; çoğu kez de bunalım dönemlerinde... Hitler Almanyası’nda, Mussolini İtalyası’nda, Stalin Rusyası’nda bunun pek çok örnekleri vardır. Sanatın baskı altında tutulduğu, o nedenle de yenilik üretme gücünün tıkandığı dönemlerde geriye bakmak, geçmişten medet ummak, denenecek en kolay yoldur. Ülke Mimarlığı Nereye Götürülüyor? Gelecek kuşaklar, bu dönemde Türkiye’de mimarlık adına hiçbir şey yapılmamış olduğunu düşünürlerse haksız olmazlar. Meslek kuruluşları ülke mimarlığını dünya kamuoyu önünde küçük düşüren bu örneklerin sorumlusu yöneticilere ve onların emir kulu mimarlara dur demeli ve ülkenin izlemesi gereken “Mimarlık Politikası”nı bir an önce ilan etmeli. DOĞAN HASOL yapılmalı ki, şehir büyüdükçe kapılar da ötelenebilsin!.. Her şeyi bildiğini sanan merkezi yönetim ve onun güdümündeki kimi yerel yönetimler mimarlık konularını hafife alıyorlar. Kentler ve onları oluşturan mimarlık, toplumların aynası, uygarlığın en önemli göstergesidir. Farkında olunmasa da yaratılan mekânlar ve binalarla bugünün kültürel tarihi yazılmakta. Bu iş geçmişe öykünmekle olmayacağı gibi, yoz mimarlık örnekleriyle de olmaz. Kamunun görevi, geleceğe bırakılacak yapıtlar için mimarlığın önünü açmak olmalıdır. Bugünün en kötü örnekleri ne yazık ki kamu yapıları... Nedense depremlerde de ilk yıkılanlar onlar oluyor. Oysa kamudan beklenen, topluma, özel kesime de örnek olmasıdır. Kamu, yapılarını çoğu kez, hedefi o işten olabildiğince çok kârı sağlamak olan müteahhitlere ihale edip işin içinden sıyrılmak istiyor; mimarlığı da onların bilgi, görgü ve cömertliğine emanet ediyor. Bilinir ki önemli işler için en doğru yol mimarlık yarışmalarıdır. Çağdaş dünya bunu böyle yapıyor. Bizde kamu yöneticileri, var sandıkları bilgi ve görgülerine duydukları güvenle çevreye, kentlerimize, hatta tarihimize zarar veriyorlar. Unutulmamalı ki mimarlığın düzeyini mimarın niteliğinin yanı sıra işverenin bilgi ve görgü düzeyi belirler. Bir yandan da yeşili yok eden plansız, aşırı yüksek ve yoğun yapılaşma kentlerimizi tanınmaz hale getiriyor. Gelecek kuşaklar, bu dönemde Türkiye’de mimarlık adına hiçbir şey yapılmamış olduğunu düşünürlerse haksız olmazlar. Meslek kuruluşları ülke mimarlığını dünya kamuoyu önünde küçük düşüren bu örneklerin sorumlusu yöneticilere ve onların emir kulu mimarlara dur demeli ve ülkenin izlemesi gereken “Mimarlık Politikası”nı bir an önce ilan etmeli. Doğan Grubu’na ‘Kumpas’, Neyin Nesi? “Kumpas” sözcüğü, “komplo” karşılığı... Siyasal edebiyatımıza, AKP iktidarı mensupları tarafından sokuldu: “Paralel yapı” tarafından Türk Silahlı Kuvvetleri’ne “kumpas” kurulduğu ifade edildi. Şimdi aynı tür bir “kumpasın” bizzat AKP iktidarı tarafından Doğan Medya Grubu’na karşı kurulduğu ortaya çıkıyor. HHH Konuyu, dün gazetelerde yer alan “Doğan Grubu Açıklaması”ndan özetleyelim: YouTube’daki “Başçalan” hesabından yayınlanan ve 2 görüşmeden oluşan ses kaydının ilkinde Başbakan Erdoğan, Adalet Bakanı Ergin’e, Aydın Doğan hakkında Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) Yasası’na muhalefetten açılan davanın duruşmasının salı günü olabileceğini hatırlatıyor. SPK’deki bağlantıların dikkate alınmasını ve bakanın davayı yakın takibe almasını isteyerek “İhmale uğramasın, yazık olur” diyor. İkinci görüşmede ise Başbakan Erdoğan, “Geçenlerde Bakanlar Kurulu’na da getirdin” diyerek hatırlattığı davada verilen beraat kararından duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. Adalet Bakanı Ergin, söz konusu yargıcın “Alevi” olduğunu belirterek, “Orada münferit bir hâkim geleceğini buna adamıştır. O şekilde bir yaklaşım sergiliyordur. Olumsuz birisi olduğunu da söylediler” diyor. Başbakan Erdoğan buna karşılık 2 Temmuz’da çıkan karar üzerine SPK’nin şoke olduğunu vurguluyor. Aynı konuşmanın devamında Ergin, dosyanın Yargıtay Genel Kurulu’na gideceğini söylerken Erdoğan, “Oradaki durum ne olacak” sorusunu yöneltiyor. Ergin orada sorun olmayacağını, genel kurulun kalabalık bir yapı olduğunu, bu işin sökmeyeceğini belirtiyor. SPK’nin bu konuda çok hassas olduğunu, Bakan Ergin’in işi yakın takibe almasını tekrar isteyen Başbakan Erdoğan’ın “Bunların mahkum olması lazım” sözü dikkat çekiyor. Ardından eski Adalet Bakanı Ergin, Yargıtay Ceza Genel Kurulu Başkanı ile Bakanlar Kurulu öncesi görüşeceğini, gerekli hassasiyetleri sağlayacağını ifade ediyor. HHH Aynen rüşvet ve yolsuzluk olaylarında olduğu gibi, sorunlar çok önemli: Birinci sorun yargının vahim durumu: AKP iktidarı için “yargı bağımsızlığı” diye bir kavram yok. Üstelik müdahale, Yargıtay’a kadar uzanıyor ve bu kurumun saygınlığını da önemli ölçüde zedeliyor. İkinci sorun, AKP iktidarının basın ve ifade özgürlüğü konusundaki çağ gerisi tutumu: Türkiye’de ana akım medyanın temsilcisi durumunda olan bir grubu bitirme “kumpasına”, Maliye’den sonra, adalet mekanizması da dahil ediliyor. Üçüncü sorun da, Alevi kimliğinin ayrımcı bir biçimde kullanılması. HHH Uzun vadede ne olacağını daha önce de yazmıştım: Siyaset ve sermayenin farklı olan doğaları gereği, AKP iktidardan gider, Doğan Grubu varlığını sürdürür. Ama bu arada olan, Türkiye’nin demokratik rejimine olur! Bugün bizde, geçmiş mimarlık değerlerine gereken özen gösterilmezken yeni yapılanların onlara benzetilmesi istenmekte. Bu garip davranışın örnekleri çoğalmakta... Ancak bir nokta var ki nedense hep göz ardı ediliyor: Taklit ve sahte olan hiçbir zaman özgün olanın değerini taşımaz. Son dönemlerde yapılan kimi camiler bu akımın çok tartışılan örnekleri oldular. Ataşehir’deki cami, şu anda Çam Taklit ve sahte lıca Tepesi’nde yapılmakta olan cami... Daha eskilere gidersek Ankara’daki Kocatepe Camisi... Hiçbiri mimari bakımdan dikkate alınacak değerde değil. Olamazlar da... Çünkü mimarlık bu değildir. Ne yazık ki bunlardan birine Mimar Sinan’ın adı verildi. Bu davranışın Koca Sinan’ın anısına karşı yapılmış büyük bir saygısızlık olduğunu düşünenler haksız değildir. Sorumluları vebal altındadır. Başka bir saygısızlık örneğini Süleymaniye’nin görkemli siluetini perdeleyen Haliç Metro Köprüsü oluşturdu. Yapımdan önce de defalarca eleştirip uyarmaya çalıştığımız uygunsuz tasarımın sonucu bugün bütün çıplaklığıyla ortada. Altın Boynuz’u simgelemek üzere yapılan yüksek boynuzayaklar ve onlara tutturulan çelik askılar tarihsel siluete saygısızlığın en çarpıcı örneğini oluşturdu. Artık üzülmekten başka bir şey gelemez elimizden. Örnekler çoğaltılabilir... Adalet Bakanlığı’nın çeşitli illerde yaptırmakta olduğu adliye sarayları!.. Onlar da ne yazık ki geriye dönük aynı tutarsız anlayışın etki sinde. Kimi okul yapıları ile TOKİ’nin birçok uygulamasını da bunlara ekleyebiliriz. Ne yazık ki bu tür özentiler özel kesim yapılarına da sirayet ediyor. Halkın beğeni düzeyi giderek aşağıya çekiliyor. Bardağı taşıran yeni bir örnek de Ankara Belediyesi’nin öngördüğü kent kapıları... O girişim de anlaşılmaz, garip bir özenti. İstanbul’da da bir ara moda haline gelen, “7 tepeye 7 bilmem ne…” projelerinden sonra, şimdi de “Ankara’nın 5 girişine 5 kapı...” girişimi. “Kent kapısı”nın tarihsel kavramının bile bilinmediği çok açık. Ankara bir ortaçağ şehri değil... Ankara çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin övüncü modern bir başkent(ti!). Şehrin otoyol girişlerine kondurulacak kapıların fotoğraflarını internette görüyoruz. Garip kuleler, üzerilerinde sözde Selçuklu(!) tarzı külahlar... Anlamsız birtakım formlar... Toplamda hepsi de birer mimarlık ucubesi. Yalnızca, Deli Dumrul misali para toplama gişeleri eksik! Oldu olacak, bu kapılar kaydırılabilir Yoz mimarlık Aile Çiftlikleri Tehlikede G BÜLENT ECEVİT lerin canlı tutulması konusunda kilit rol oynarken, diğer yandan geleneksel gıda ürünlerinin korunması, sağlıklı beslenmenin sağlanması ve çevre tahribatının önlenmesi açısından da önemli rolleri bulunmaktadır. Örneğin kokusu ve tadının özlendiği “yayla domatesi” yerel üreticilerimiz sayesinde günümüze kadar varlığını sürdürebilmiştir. Yoksa yitip gidecekti. Amerika olsun, Avrupa Birliği ülkeleri olsun tarımda gelişmeyi aile çifliklerini koruyarak sağlıyor. Türkiye’de ise “araziler parçalanıyor” gerekçesiyle aile çiftlikleri, yerini hızla büyük tarımsal işletmelere bırakmak zorunda kalacak. Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu’nda görüşülen yasa tasarısının 30 Mart yerel seçiminden sonra TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilerek yasallaşması bekleniyor. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, tarım arazilerinin bölünmesiyle ülke ekonomisinin yılda 17 milyar lira zarar ettiğini söylüyor, arazilerin parçalanmaması gerektiğini vurguluyor. Bakan Eker tasarıyla ilgili gerekçelerini şöyle sıralıyor: “Son 90 yılda araziler bölüne bölüne işletme büyüklüğü 59 dönüme düştü. Üretimde önemli kayıplarımız oluştu. Bu duruma daha fazla seyirci kalamayız. Kalırsak Türkiye’nin geleceğini tehlikeye atmış oluruz. Türkiye’nin 23 milyon hektar arazisi olduğu düşünülürse bunun iki milyon hektarı işletilemiyor. Bu çok vahim bir durum. 30 milyon parselin 40 milyon sahibi var.” ıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın 8 yıldır üzerinde çalıştığı tarım arazilerinin miras yoluyla bölünmesini önleyecek yasa tasarısı “Aile Çiftlikleri”ni üzecek, yerli/yabancı şirketler eliyle bir nevi “ağalık” sistemine dahil edecek. Küresel yoksulluk ve açlık, gelir eşitsizliği, çevre sorunları ve doğal kaynakların hızla yok edilmesinin sürdürülebilir kalkınmayı da olanaksız hale getirdiğini Birleşmiş Milletler de fark etmiş olmalı ki bu gibi yaşamsal konulara önemli katkısı bulunan küçük aile çiftliklerini gündemine almış ve 2014 yılını “Uluslararası Aile Çiftliği Yılı” ilan etmişti. BM, bu kararıyla küresel, bölgesel ve ulusal ölçekte aile çiftliklerinin yaşadığı sorunlara dikkat çekiyor. Bu sorunların çözümü için bir tartışma zemini de hazırlanmış oldu. Hızla artan dünya nüfusu ile birlikte tarımsal alanlar hızla küçülüyor. Dünya, günden güne artan nüfusun gıda ihtiyacını karşılamada yetersiz kalmakta... Güvenilir ve ucuz gıda arzı konusunda sorunlar yaşanıyor. Türkiye de bu yetersizlikle yüzleşiyor. Teknolojinin de girmesiyle tarım endüstrileşti. Tarım ve mali politikaların, geleneksel üretim yapan küçük aile çiftliklerini yıllar içinde yok olmakla karşı karşıya bıraktığını sosyal dengeleri bozduğunu unutmamak gerekir. Tarımda endüstrileşmeyi destekleyen ülkelerin, aile çifliklerine ne kadar önem verdiği görünen bir gerçek. Aile çiftliklerinin, yerel ekonomi
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle