03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET [email protected] 6 MART 2014 PERŞEMBE 14 KÜLTÜR Düşündüren, algılamalarımızı kurcalayan ‘Nymphomaniac’ neden yasaklandı? Sansürcü kafanın kısırlığı ZEYNEP AVCI Kleptokrasi Çeşit çeşit ülke yönetimi var: Demokrasi, monarşi, oligarşi, vs... Bu terminolojiye bir yenisi eklenmiş: “Kleptokrasi...” Bizim ülkemizdeki bunlardan hiçbiri değil. Bizimki, Başbakan’ın açıkladığı ve bildiğiniz gibi “İleri Demokrasi...” Bizim ülkemizdeki yönetim biçimiyle yakından uzaktan hiçbir ilgisi olmayan şu “Kleptokrasi”yi biraz açmak istiyorum. Lars von Trier’in hayatını anlatan kitap Agora Kitaplığı’nca basılmıştı Bach’tan Mozart’a, SaintSaens’tan César Franck’a, birçok klasik müzik parçasının yanında Alman metal grubu Rammstein’in “azgın” müziğiyle süslenen Joe’nun anlattıkları (laf arasında bakir olduğunu öğreneceğimiz) adamı hiç sarsmaz. Bu soğukkanlı tavrını ikinci bölümün sonuna kadar korur Seligman. Bir türlü orgazm olamadığı cinsel yaşamı giderek hareketlenen, sadomazo ya da eşcinsel maceralardan sübyancıları baştan çıkarmaya kadar her türlü deneyime açılan, bu arada evlenip çocuk da doğuran Joe onu gülümseyerek dinleyen adama her şeyi anlatır, biz de Von Trier’in yapıtını izleriz. Dayak yemiş Joe’nun avluda kanlar içinde yatışıyla başlayan film başka bir kanlı olayla biter. Son bölümün adı “Silah”. Tahmin edin neler olduğunu ya da internetten araştırın, ben söylemeyeceğim. Sayısız penis ve vajina görüntüsü dışında filmin insanı cinselliğe özendiren hiçbir tarafı olmasa da nedir bu yaygara? Bı rakın cinselliğe özendirmeyi, birçok izleyiciyi bir süre için cinsellikten soğutabilir de. Çeşitli sevişmelerle dolu olsa da hemen yapıştırılan “entel porno” etiketini hiç hak etmiyor film. Düşündürüyor, algılamalarımızı, anlam verdiğimiz birçok şeyi kurcalıyor, Von Trier’in hep yaptığı gibi, kışkırtıyor, en önemlisi özgün bir sinema örneği koyuyor ortaya. Ve akla şöyle sorular getiriyor, hepsi çeşitli cevaplar doğuran: Joe kadın değil de erkek olsaydı, film yasaklanır mıydı, yoksa “bir çapkının hikâyesi” diye mi algılanırdı? Cinsellik Allah vergisiyse, üreme içgüdüsüyle yapılıyorsa üstelik, hakkında film yapılınca neden “ayıp” oluyor? Kadının yaptıkları fena da sonunda adamın yaptığı fena değil mi? Sansürcü kafanın kısırlığı, kontrol manyaklığı, ödlek yaklaşımları, dahası beynini belden aşağısının elinden bir türlü kurtaramaması daha çok işler açacak sanatın başına. ‘KADINA ŞİDDET, SANATTA ŞİDDET’ ETKİNLİĞİ 9 MART’TA Kendine “nemfomanyak”, yani seks düşkünü teşhisi koymuş 50’lerinde bir kadındır Joe (Charlotte Gainsbourg). Küçücük bir kızcağızken bir adama rica edip kızlığını bozdurmuş, sonra da cinsellik hayatında yapmadığı kalmamıştır. Günün birinde erkek kurusu, Musevi, orta yaşı çoktan geride bırakmış, oldukça okumuşyazmış bir adam olan Seligman (Stellan Skarsgard) onu evinin karanlık avlusunda kanlar içinde yatarken bulur. Dairesine götürür, sütlü çay verir, pijamalarını giydirip yatağına yatırır ve hayat hikâyesini dinlemeye başlar. O karanlık avluda başlayan film Joe’nun hayatını 8 bölüm halinde (müthiş bir müzikal yelpazenin eşliğinde) bize anlatır. Bu filmi yaparak ortalığı bir kez daha karıştıran Lars Von Trier 100 saatlik çekim yapmış. İçinden beş buçuk saatini kullanarak filmi ortaya çıkarmış. Sonra ısrarlar üzerine bunun da 90 dakikasını kırpmış ki “normal” seyircinin önüne çıkabilsin. Yine de bizimkilere yaranamadı Von Trier. Şıp diye yasaklandı film. Birinci bölümde Charlotte Gainsbourg namuslu görünür, çünkü yatakta yaptığı en ciddi şey hikâye anlatmaktır. Gençliğini canlandıran Stacey Martin ise “azgın” sahneleri birbiri ardına başarıyla oynar. Trende evli erkekleri oral seksle baştan çıkarmak mı istersiniz, dişçi muayenehanesi gibi randevuyla çalışan evine birbiri ardına adam atmak mı... Joe, hiçbir sınır tanımayan bu şehvet nehrinde yüzerken, alışılagelmiş anlayışlara karşı durur, “Aşk, içine kıskançlık karışmış şehvetten öte bir şey değildir!” felsefesini savunur. Onu sükunetle dinleyen Seligman ise kimi zaman dinsel öğretilere, kimi zaman masum bir hayata gönderme yapan yorumlarıyla filmin bilgesidir adeta. u Joe kadın değil de erkek olsaydı, film yasaklanır mıydı, yoksa “bir çapkının hikâyesi” diye mi algılanırdı? Sansürcü kafanın kısırlığı, kontrol manyaklığı, ödlek yaklaşımları, dahası beynini belden aşağısının elinden bir türlü kurtaramaması daha çok işler açacak sanatın başına. Hastalık olarak Malum, “Kleptomani” sözcüğü hırsızlığı anatan bir tür hastalıktır. Ruh doktorları, kleptomaniyi “çalma dürtüsünün denetlenememesi” olarak açıklar. Kleptomanlar, daha çok gereksinme duyulmayan nesneleri çalmaya yöneliktirler. O nedenle özellikle geri kalmış toplumlarda zengin çalarsa “kleptomani”, yoksul çalarsa “hırsızlık” denir... Kleptomani, tedavisi olan bir hastalıktır. Ölümcül değildir. Hasta tedavi olduktan sonra normal yaşama dönebilir. Tedaviyi kabul etmezse, yaşamının sonuna dek çalmaya devam eder, çocuklarını da, yakın çevresini de çalmaya teşvik eder... Filmde Joe karakterini Charlotte Gainsbourg canlandırıyor. Ne tanrıça ne günahkâr Kültür Servisi Kadın sanatçılar Canan, Şükran Moral, Neriman Polat’ın katılımıyla 9 Mart’ta Seyrî Mesel Sanat Atölyesi’nde “Kadına Şiddet, Sanatta Şiddet” adlı bir etkinlik düzenlenecek. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla düzenlenen etkinlikte, sanatçıların videoperformans çalışmaları sunumunun ardından “kadına yönelik şiddeti”, iktidarların “kadın bedeni”yle ilgili politikaları ve bu politikaların sanata etkileri üzerine söyleşi yapılacak. Yönetim biçimi olarak Gelelim yönetim biçimi olarak “Kleptokrasi”ye... Kleptokrasi, halkın kendi hırsızını kendi oylarıyla seçmesidir. Bu yönetim biçimi üzerine biraz araştırma yaptım. İşte bulduklarım: Vikipedi, Özgür Ansiklopedi’ye göre: “Kleptokrasi, bir ülkede iktidarı ele geçiren bir ailenin ya da siyasal grubun, o ülkenin kaynaklarını sistemli olarak soyması demektir ve kısaca Hırsızlar rejimi anlamına gelir. Demokrasinin bütün kurumlarıyla yerleşmediği ülkelerde görülen bu durum, o ülkelerin gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biri olmaktadır.” Bu tür bir yönetimn sonuçları ise şöyle belirleniyor: “Hırsızlar rejiminin egemen olduğu bir ülkede, yerli sanayi ve tarımsal üretim zayıflar ve iç pazar büyük sermaye gruplarına açılır. Siyasal alanda da insan haklarını çiğneyen, baskıcı bir yönetim kendini gösterir (düşük ücretler, rüşvetsiz iş yapmayan bir bürokrasi vb). Etnik milliyetçiliği, ırkçılığı ya da dini kullanarak geniş kitleleri yönlendirmeleri, bu tür yönetimlerin en karakteristik özellikleri arasındadır.” Yolsuzluk karşıtı çalışmalarıyla tanınan Almanya merkezli NGO Transparency International örgütü, 2004 başlarında şu bilgileri veren bir rapor yayımladı: Sinemanın ‘uyumsuz’ yönetmeni Fırtına gibi başlangıç EGEMEN BERKÖZ İKİ İYİ KONSER VE OPUS AMADEUS FESTİVALİ Kültür Servisi Avrupa avangard sinemasının en önemli temsilcilerinden, Danimarkalı yönetmen Lars von Trier’in yaşamını anlatan, Jack Stevenson’ın yazdığı ve Agora Kitaplığı’nca basılan kitap, yönetmenin çocukluğundan sinema kariyerine dek tüm hayatını ele alıyor. Begüm Kovulmaz’ın Türkçeye kazandırdığı, yönetmenin adını taşıyan kitapta “Dalgaları Aşmak” ve “Dogville” gibi olay yaratan filmleri de inceleniyor. “Bir film, ayakkabının içine kaçmış bir taşa benzemelidir” sözünün sahibi Trier’in eğitim sistemiyle uyuşmazlığından fobilerine kadar hayatındaki birçok noktaya değinilen kitapta ayrıca, basınla ve sinema endüstrisiyle klasik ilişkiler kurmayı tercih etmediği için “provokatör” olarak ünlenmesinin sebepleri de anlatılıyor. Opus Amadeus Oda Müziği Festivali inanılmaz güzellikte bir konserle başladı. Bu yıl üçüncü kez düzenlenen festivalin 2 Mart Pazar akşamı Beşiktaş Belediyesi’nin Fulya Sanat Merkezi’ndeki açılış konserinde Berlin Filarmoni Solistleri Alesssandro Cappone (keman), Naoke Shimizu (viyola) ve Knut Weber (viyolonsel) ile Özgür Aydın sözcüğün gerçek anlamıyla bir müzik şöleni sundular. Konser Mozart’ın yaylılar ve piyano için yazılmış ilk yapıtlardan biri olan KV 478 Sol Minör Dörtlüsüyle başladı. Onu Mahler’in tamamlanmamış tek bölümden oluşan ve elde kalmış tek oda müziği yapıtı olan, kısacık La Minör Dörtlüsü izledi. Her iki yapıtta da sanatçıların severek çaldıkları ve çalarken keyif aldıkları belliydi, ama bu “belli” oluş konserin ikinci bölümünde çaldıkları Brahms’ın Op. 25 Dörtlüsünde iyice ortaya çıktı ve salonu da ele geçirdi. Yapıt ilerledikçe, sahnede çalan sanatçılarla salondaki dinleyiciler bir yürek gibi birlikte atıyorlardı sanki. En azından ben öyle duyumsuyordum. Bu birlikteliğin coşkusu son bölümdeki Çingene Rondosu’nda doruğa çıktı ve yapıtın bitişiyle patladı. Sanatçılar da alkışlara son bölümün son bölmesini bir daha çalarak u Yapıt ilerledikçe, sahnede çalan sanatçılarla salondaki dinleyiciler bir yürek gibi birlikte atıyorlardı sanki. En azından ben öyle duyumsuyordum. Bu birlikteliğin coşkusu son bölümdeki Çingene Rondosu’nda doruğa çıktı ve yapıtın bitişiyle patladı. karşılık verdiler, o kadar. Çünkü onların da biz dinleyenlerin de gücü kalmamıştı bir yenisine. Doymuştuk. Bu festivali düzenleyen ve sanat yönetmenliğini üstlenen Mehmet Mestçi’ye teşekkür ettikten sonra, hafta içinde izlediğim diğer iki iyi konsere de değinmek istiyorum, bende bıraktıkları izlerle… 28 Şubat Cuma akşamı izlediğim İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası (İDSO) konserinde beni etkileyen Şostakoviç’in 5. Senfoni’sinde şef Theodore Kuchar’ın en küçük ayrıntıyı bile vurgulayan yönetimi ve orkestra ile şefin uyum içinde çok iyi bir yorum ortaya koymalarıydı. Kon serin ilk bölümünde Mozart’ın “Küçük Bir Gece Müziği” adıyla tanınan KV 525 13. Serenat’ının yanı sıra çalınan Albinoni’nin Op.7 3.Trompet Konçertosu ile Tartini’nin D53 Trompet Konçertosu’nun solisti, konser kitapçığından Berlin Filarmoni’nin solo trompetçisi olduğunu öğrendiğimiz Gabor Tarkövi’yi tanımak da bir kazançtı. 27 Şubat Perşembe akşamı ise Lütfi Kırdar’da Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası (BİFO) konserinde, ilk bölümdeki Richard Strauss’un Ferhat Göksel (klarinet) ve Selim Aykal (fagot) solistliğindeki Düet Konçertino’su ile Prokofiev’in Valeriy Sokolov solistliğindeki 2. Keman Konçertosu’nu bastıran görkemli bir Saygun 1. Senfoni dinledim. Saygun’un öğrencisi ve bir Saygun uzmanı olan şef Gürer Aykal’ın yönetimindeki seslendirinin bitiminde alkışlar sürerken Aykal’ın partisyonu kaldırıp göstermesi çok anlamlıydı. Kuşkusuz, marifet benden ya da orkestradan önce yapıtta, Saygun’da demek istiyordu Aykal ve haklıydı. Ama bu güzel konserin bir de üzücü yanı vardı, o da salonda BİFO konserlerinde alışık olmadığımız boşluklar olması ve bazı izleyicilerin de ilk bölümden sonra, Saygun’u dinlemeden çıkıp gitmesiydi. Dünyadan örnekler Bizim ülkemizde asla olmayacak bu yönetim biçimine yazık ki dünyada sık rastlanıyor. Yolsuzluk karşıtı çalışmalar yapan NGO Tranparency International (STK Uluslararası Saydamlık) Örgütü 2004 raporunda şu örnekleri vermiş: Eski Endenozya Devlet Başkanı Suharto (15 milyar ile 35 milyar dolar arası). Eski Filipinler Devlet Başkanı Ferdinand Marcos (5 milyar 10 milyar dolar arası). Eski Zaire (bugünkü Kongo) Devlet Başkanı Mobutu Sese Seko (5 milyar dolar). Eski Nijerya Devlet Başkanı Sani Abacha (2 milyar 5 milyar dolar). Eski Yugoslavya ve Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloševic (1 milyar dolar). Eski Haiti Devlet Başkanı JeanClaude Duvalier (300 milyon 800 milyon dolar). Eski Peru Devlet Başkanı Alberto Fujimori (600 milyon dolar). Eski Ukrayna Başbakanı Pavlo Lazarenko (114 milyon 200 milyon dolar). Eski Nikaragua Devlet Başkanı Arnoldo Alemán (100 milyon dolar). Eski Filipinler Devlet Başkanı Joseph Estrada (78 milyon80 milyon dolar). Ve hepsinin sonları malum... Gençler ‘caz kampı’nda u Furio di Castri Quartet konseriyle açılan festival 20 Mart’a kadar sürecek. Genç müzisyenler ünlü cazcılarla ‘kampa’ girecek. OĞUZ YILDIZ 21. İZMİR AVRUPA CAZ FESTİVALİ BAŞLADI Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nden 20052006 öğretim yılı sonunda aldığım diplomamı kaybettim.Hükümsüzdür. Hilal Yücel İZMİR Yaklaşık yarım yüzyıldır sanatseverleri birbirinden tanınmış gruplarla buluşturan “21. İzmir Avrupa Caz Festivali” başladı. İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV) İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla düzenlediği festival boyunca konserlerin yanı sıra atölye çalışmaları, söyleşi ve sergiler de yer alacak. Sanatseverler festival boyunca üçü ücretsiz 14 konser, iki sergi, iki seminer ve 6 atölye çalışmasına katılma olanağı bulacak. Festivalin açılışı Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde (AASSM) İtal yan grup “Furio di Castri Quartet”le başladı. Festivalin açılışında konuşan İKSEV Yönetim Kurulu Başkanı Filiz Eczacıbaşı Sarper, “20 yıla geride bırakmanın gururunu yaşıyoruz” dedi. Festival kapsamında bu yıl da caza gönül vermiş gençlere “usta cazcılarla” çalışma olanağı sunulacak. Avrupa Caz Network (EJN) üyesi de olan 21. İzmir Avrupa Caz Festivali’nde genç müzisyenler alanlarında tanınmış cazcılarla “kampa” girecek. Genç cazcılar çalışmanın ardından festivalde ustaların dan öğrendiklerini sanatseverlerin beğenisine sunacak. Öte yandan festival danışmanı Francesco Martinelli, “Caz Orkestrasının Motoru: Davul”, dünyanın sayılı çoksatan müzik dergilerinden biri olan Jazz Forum dergisinin editörü Pavel Brodowski de “Jazz Forum 50 YıBenjamin Herman lın Ardından” başlığıyTrio la birer seminer verecek. Festival kapsamında bugün Açık Caz Orkestrası Final Konseri, AASSM Küçük Salon’da izlenebilir. 10 Mart Pazartesi ise Benjamin Herman Trio sahnede olacak. Festival, 20 Mart’a kadar sürecek. (www.iksev.org)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle