04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 26 ŞUBAT 2014 ÇARŞAMBA 2 Kayma AVRUPA Birliği’ne tam üye olabilmesine yönelik zaten aheste seyreden müzakerelerin büyük olasılıkla pek yakında askıya alınabileceğine ilişkin haberler son derecede düşündürücüdür. Brüksel’den İngiltere’nin ciddi gazetesi The Times’a sızdırılan söylentilere göre temel neden Ankara’nın otokratik bir yönetime kaymakta oluşuymuş. Bizde de aynı izlenim yok mu? Ana muhalefetin ve basının hafif eleştirileri bile Erdoğan’ı sinirlendirmekte ve Sayın Başbakan da üslubunu sertleştirerek ancak paniğe kapılmış diktatörlere özgü sözler sarf etmekte. Böyle bir görüntü, Batılılara yakın geçmişin bazı rejimlerini hatırlatıp Türkiye konusundaki değerlendirmelerini de hep o ölçütlerle yapmalarına yol açıyor. Keşke birileri ona söylese de böyle bir tipikliğe doğru sürüklenmese. e yazık ki şu sırada onun yarattığı izlenime bir de ülkenin hiç hoş olmayan manzarası ekleniyor: Ardı ardına ortaya çıkan yolsuzluk söylentileri, tükenmek bilmeyen suçlamalar, iftiralar ya da çirkin ihale haberleri, kayırmalar falan. Kısacası çürümekte olan bir toplum; bir yanda televizyonlarında ve radyolarında koyu dincilik programları yayımlanırken bir yandan da “vur patlasın çal oynasın” havaları. Bütün bunlar, mali durum başta olmak üzere ekonomide sağlıklı sayılabilecek tablonun olumlu yanlarını gölgeleyip Türkiye konusunda ne yaptığını tam bilmeyen, nereye yöneldiğini hiç kestiremeyen tuhaf bir dış görüntü yaratmakta. iç yakışıyor mu Cumhuriyet Türkiyesi’ne? Halkının dürüstlüğü, çalışkanlığı, özverili yaşamı bilinen, artık terörü, saçma sapan mezhep kavgası kalmamış bir ülkeye daha iyi bir izlenim yakışmaz mıydı? Planlı, programlı kalkınmasıyla, dengeli toplum yapısıyla, sağlam eğitimiyle, yüksek bilim düzeyi ve ileri teknolojisiyle mükemmel bir Türkiye kurabilseydik; burun kıvıracak, müzakereleri askıya almaya kalkışacak bir Avrupa olur muydu karşımızda? Kendimize ettiğimiz haksızlık bize yapılan haksızlıklardan daha üzücü ve acıtıcı değil mi? Ne Değişecek? Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmak ve demokratik ve laik bir hukuk devleti düzeninde özgürce yaşamak isteyenler, siyasal hayatın yozlaşmasına tahammülden vazgeçmelidirler. Av. BAŞAR YALTI OLAYLAR VE GÖRÜŞLER 2 H N 013, siyasal iktidarın iç yüzünü ortaya koyan bir yıl oldu. 17 Aralık yolsuzluk operasyonu ve devam eden olaylar sonucunda, sarsılmaz bir bütün olarak gözüken siyasal iktidarın aslında bir koalisyon olduğu anlaşıldı. Cemaat ve AKP, her an anlaşacaklarmış izlenimi veren, ölümcül bir kavgaya tutuştular. Bu kavga sayesinde, on bir yıldan beri ülkenin geldiği yeri görmemizi kolaylaştıran ibretlik sonuçlar ortaya çıktı, çıkıyor. İktidar ortakları arasındaki çatışma, çok önemli sonuçlar yaratmaya gebe gözüküyor. Ama bu kavgayı durup öylece izlemek; “dur bakalım ne olacak”, kim kazanacak bu kavgayı, edilgenliği içinde olmak ya da kendimize düşecek fırsatı beklemek mi gerekiyor? Siyasal koordinatlarımızı sadece bu kavganın sonucuna göre mi seçmek gerekiyor? Örneğin, kavganın sonunda, görünür bir meşruluğa sahip olduğu söylenen AKP kanadı kavgayı kazansa (ki öyle gözüküyor) ve iktidarın cemaatsiz tek ortağı olarak hükümranlığını sürdürmeye devam etse… Cumhuriyet İslamcı karakterin den mi kurtulacak? Devlet Sünni muhafazakârlıktan mı vazgeçecek? Cemaatler siyasetten mi çekilecek? Türkiye, kamu malları satışından / talanından mı kurtulacak? Sırada olan otoyollar, barajlar vb. satılmayacak mı? Rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluk mu ortadan kalkacak? Temiz toplum ideali mi gerçekleşecek? Toplumsal korkular mı yok olacak? Zindanlar mı boşalacak? Silivri mi yıkılacak? Yargıçlar özgürleşecekler mi? Tarafsız ve bağımsız karar mı verecekler? Adalet dağıtımı, kişiye göre, olaya göre olmaktan mı çıkacak? Polis sabaha karşı ev basmaktan, insanların gözüne gaz sıkmaktan, hedef gözeterek ateş etmekten mi vaz geçecek? Telefonlarımızın dinlendiği korkusundan mı kurtulacağız? İşçilerin, çalışanların sendikası mı olacak? Gelir dağılımındaki en düşük yüzde 20’lik gelir grubuyla en yüksek yüzde 20’lik grup arasındaki 8 kat fark mı azalacak? Asgari ücret mi yükselecek, toplum yoksulluktan mı kurtulacak? Yeni zenginler türemeyecek mi? Zihinlerimize çakılan bölünme mi ortadan kalkacak? Diyanet İşleri Başkanlığı etkisini mi yitirecek, bütçesi, kadro sayısı mı azalacak? Seçim sistemi mi düzelecek? Yüzde 10 barajı mı kalkacak? Saydam, hesap verilebilir demokratik bir düzen mi kurulacak? Lider sultası mı yıkılacak? RTE tek adam olmaktan mı vazgeçecek? Zeyit Aslan ve benzerleri artık milletvekili seçilmeyecek mi? 4+4+4’ten mi vazgeçilecek? YÖK, RTÜK vb. ne olacak? Kalkacak mı? Basın, üniversiteler, rektörler kişiliklerini mi bulacak; özgürce yazıp konuşabilecekler mi? Dolar mı düşecek? Kürt sorunu mu çözülecek? Suriye sınırı mı düzelecek? Dışişleri Bakanı yeni Osmanlıcı düşlerinden mi uyanacak? Görgüsüzlük, sığlık, yalakalık, sorgusuz biat, çok şükür anlayışı toplumsal kültürümüzden mi çıkacak? ….. Herkes kendi bakışına göre bu listeye daha pek çok ekleme yapabilir. 17 Aralık’tan sonra ortalığa dökülen bunca yolsuzluk, kir ve hukuksuzluk eğer Türkiye’yi değiştirip dönüştüren bu iktidarın sonunu getirmez ise gerçekleşeceğinden emin olmamız gereken bir şey var: Türkiye otoriterleşecektir nin halkı daha çok yoksullaşır, daha fazla tutsaklaşır. İnanın, başka hiçbir sonucu yok bu kavganın ve bu kavgadan yarar ummanın, taraf tutmanın. “Bu kavgayı, Cumhuriyeti yeniden kurmanın, çağdaş bir toplumsal düzenin inşası için bir imkân olarak kullanmak gerekir.” Öyle ise Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmak ve demokratik ve laik bir hukuk devleti düzeninde özgürce yaşamak isteyenler, siyasal hayatın yozlaşmasına tahammülden vazgeçmelidirler. Yolsuzluğun üstünü örtmemelidirler. Siyasal görüşleri ne olursa olsun demokratik toplum düzeninin gerekleri ve kurumları konusunda mutabakat sağlayarak siyasal hayata el koymalıdırlar. Seçimler çok yakın, on bir yıldan beri rant, yozlaşma, adaletsizlik, gericilik, sığ bir toplumsal yapı ve bölücülükten başka yeni bir şey üretmeyen bu düzenin değişmesi için anlaşmalıdırlar. Halka, yaşadığımız yalancı baharın sonunun geldiği; toplumun daha güzel, daha insanca, özgür ve adil bir düzeni hak ettiğini anlatmalıdırlar. İktidar, kullandığı yöntem ve araçlarla toplumun zihnini kontrol etmeye devam ediyor. Bu kavgadan özgürlük çıkmaz. Hak, hukuk, adalet çıkmaz. Her şey kendi ellerimizde ve demokratik mücadele bilincimizde. Biliniyor ki, otoriterleşen bir ülke Geçici değil, kalıcı özgürlük için… Kentlerin ve Kentleşmenin Yüzyılı Prof. Dr. EROL KÖKTÜRK Ülkemizde kentleşme de içinde olmak üzere birçok konudaki temel eksikliğimiz “strateji” noksanlığımızdır. TOKİ’ye göre kentleşmede ısrar edilirse, bunun sonucunda Avrupa kenti yaratmanın olanaksızlığı er geç ortaya çıkacaktır. 2 1. yüzyıl kentlerin ve kentleşmenin yüzyılı olacak... Bunun çeşitli nedenleri arasında en önemlisi, yüzyılın ilk yıllarında, uygarlık tarihinde ilk kez, dünya ölçeğinde kent nüfusu ile kır nüfusunun eşitlenmiş olmasıdır. O zamandan bu yana eşitlik kentler lehine bozulmuş durumdadır. Bu nedenle kentler, uygarlık tarihimizde yön verici rollerini bu yanıyla da pekiştirmiş durumdadırlar... Yaşadığımız yüzyılda, kentlerimiz ve kentleşmemiz nasıl gelişecekse, toplumsal yönlenmemiz de ona bağlı gelişecektir. Yani kentlerimiz ve kentleşmemiz, bugüne kadar olduğu gibi, kentbilimin kurallarını göz önüne almadan, sık sık savsaklayarak biçimlenmesini sürdürecekse, keyfi kurallarla yönlendirilecekse, bunun toplumsal gelişmedeki izdüşümleri, şimdiye değin olduğu gibi olumsuz olacaktır. Popülizm temelli siyaset anlayışının bu çarpıklıktan beslenmesi sürdüğü zaman, Isaac Asimov’un yıllar önce yaptığı, “uygarlığın beşiği olan kentler, uygarlığı tehdit eden alanlara dönüşür...” uyarısı haklılık kazanacaktır. sürdürme politikası vardır. Bu optikten bakıldığında, İstanbul’un kentsel mekânı, erkin tüm ekonomik açmazlarını çözmek için saldırdığı bir alana dönüşmüştür. İstanbul’un bu yükü taşıması olanaksızdır. Strateji noksanlığı Vurgulamak gerekir ki, ülkemizde kentleşme de içinde olmak üzere birçok konudaki temel eksikliğimiz “strateji” noksanlığımızdır... 2425 Mayıs 2007 tarihlerinde, Almanya’nın Leipzig kentinde AB ülkelerinin şehircilikten ve mekânsal gelişimden sorumlu bakanlarının bir araya geldiği, resmi olmayan bir Bakanlar Zirvesi yapılmıştır. Zirve sonunda imzalanan Leipzig Şartı ile, Avrupa’da yeni bir kent ve kentleşme politikasının temelleri yaratılmaktadır. Buna erişmek için, öncelikle üye devletler ortak bir kent algısında uzlaşmışlardır. Bu algı “Avrupa Kenti” kavramında somutlaştırılmıştır. Leipzig Şartı, “kentsel gelişimde tek yanlılığa ve monotonlaşmaya”, “kenti tek yanlı sahiplenmeye”, “mutlaklaştırılmış özel çıkarlara”, “bazı kent bölümlerinin marjinalleşmesine ve izolasyonuna” tavır almaktadır. Şartı imzalayan bakanlar, geleceğin kent planlamasının ağırlık merkezini kent merkezleri (kentin iç alanları) olarak görmektedirler. Saçaklanmaya karşı çıkmaktadırlar. Leipzig Şartı’nda geleceğin kentleşmesine bakışın ve “Avrupa Kenti” olmanın ölçütleri 6 başlık altında somutlanmaktadır: 1. Avrupa, kenti yeniden keşfetmektedir... 2. Kentlerin Rönesansı... 3. İklimin korunmasının aynı zamanda bir kentsel görev olduğu... 4. Vatandaşı yanına almak... 5. Kentlerin güzel olması... 6. Kentlerin iyi yönetilmesi... Leipzig Şartı’nı imzalayan Bakanlar, ülkelerinde bütüncül kentsel gelişim modelinin uygulanmasını denemeyle kendilerini yükümlü kılmaktadırlar. Bu bağlamda, kent planlamada yurttaş katılımı, kamunun çıkarlarının yanı sıra piyasanın çıkarlarının adil biçimde dengelenmesi, kamusal ve özel yatırımların kentler için ve kentlerde en iyi biçimde eşgüdümlenmesi, uzun erimli bakışların kent planlamada gözetilmesi sözü vermektedirler. 21. yüzyılın kentlerin yüzyılı olması söz konusu ise o zaman kente ve kentleşmeye bakışımızı derin sorgulamalara bağlı kılarken bu belgelerden de yararlanmalıyız... Yoksa kentleşmenin 150 yıllık birikimini göz ardı ederek, yeni kentleşme arayışlarını yok sayarak, TOKİ Şartı’na veya Bayraktar Şartı’na göre kentleşmede ısrar edilirse, bunun sonucunda Avrupa kenti yaratmanın olanaksızlığı er geç ortaya çıkacaktır... Gecikmenin faturası ise bugüne göre daha ağır olacaktır. Sermaye birikimi ve rant Oysa bilinmektedir ki, “kentsel gelişim” kavramıyla, “tasarlanmamış, planlanmamış” değişimler süreci anlatılmamaktadır. Tam tersine bilinçli planlama ve tasarlama sürecinden kaynaklanan, yani niyetlenilmiş değişimler nitelenmektedir. Bundan dolayı kentleşmede bir görüntü olarak karşımıza çıkan her değişim, “kentsel gelişim” olarak anlaşılamaz, anlaşılmamalıdır. Yinelemek pahasına, yalnızca bilinçli olarak planlanmış, ama katılım ve uzlaşma süreçleri sonunda karar verilmiş, belli amaçlara yöneltilmiş değişimler, kentsel gelişimin, bütüncül bir gelişim modellemesi yaşanabilir kentleri yaratabilir. Bu nedenle bir algı ve yaklaşım değişikliği zorunludur... Bu noktada yaklaşan fırsat, 30 Mart 2014 günü yapılacak yerel seçimlerdir... Bilinen deyimiyle, kentlerimiz, yerel yönetimlerimiz, seçilmiş yöneticiler “seçim sathı mailine” girmiş durumdadırlar... Bu nedenle sürecin içinden ve dışından sürecin kendisine yeni bakışlar geliştirmek gereği vardır... İçinde sürüklendiğimiz küreselleşme koşullarında, kente ve kentleşmeye bakışın kökten değiştiği bir süreç yaşanmaktadır. Ulus devletin değil de onun bazı kentlerinin ön plana çıkarıldığı bir süreçtir bu. Öyle ki ülkemizde olduğu gibi, erktekiler de bu parlatılan kent veya kentler üzerinden varlıklarını sürdürmeye yönelmektedirler. Kent mekânlarına saldırının arka planında, küreselleşmenin, sermaye birikimini kent mekânları ve rantları üzerinden
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle