03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
14 ARALIK 2014 PAZAR CUMHURİYET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 19 Her yayıncı Dünya edebiyatında “kült kitap” deyince akla gelen ilk adlardan biri de, Antoine de SaintExupéry’nin “Küçük Prens”idir sanırım. Bilmem, bu satırların okurları arasında, Akdeniz üzerinde bir keşif uçuşu sırasında uçağı düşürülüp kayıplara karışan o Fransız pilotun kitabını okumayan var mıdır? Evet, bizlere yaşamdaki en iyi şeylerin en basit şeyler olduğunu, gerçek zenginliğin de başkalarına bir şeyler verebilmek anlamına geldiğini hatırlatan “Küçük Prens”i küçük yaşlarda, ilkgençliğinde ya da yetişkinliğinde okumayanımız pek azdır. SaintExupéry’nin kendi eliyle çizdiği o benzersiz Küçük Prens resimleri pek çoğumuzun belleğine bir daha silinmemek üzere yerleşmiştir. İşte, tam da bu nedenle, dünyadaki tüm yayıncıların gözü yıllardır sürekli okunan “Küçük Prens”tedir. “Benim de bir ‘Küçük Prens’im olsa!” demeyen yayıncı, bilmem var mıdır! Her yayıncı kendini kurtaracak (!) bir “Küçük Prens” bekler... Yanılmıyorsam, 1996’da imza attığımız uluslararası Bern Sözleşmesi gereğince, bir yazarın yapıtlarının telif hakları ölümünün üstünden 70 yıl geçtiğinde serbest kalıyor. O yüzden, SaintExupéry’nin telif hakları da yazarın ölümünün 70. yılında, 31 Temmuz 2014’te serbest kaldı. Ancak yine yanılmıyorsam, yasa gereği, “Küçük Prens”, yazarının ölümünün 70. yılını izleyen ilk 1 Ocak günü yayımlanabilecek. Diyeceğim, şimdi pek çok yayınevi “Küçük Prens”i 1 Ocak 2015’ten başlayarak yayımlamanın hazırlığı içinde. Aslında, Mavi Bulut Yayınları kitabın telif hakkını yıllar önce satın almış ve Fatih Erdoğan çevirisiyle yayımlanmıştı. O güne kadar “Küçük Prens”i telifsiz yayımlayan yayınevleri de yaya kalmıştı. Benim bildiğim, “Küçük Prens” Türkçede ilk kez 1953’te yayımlanmış. Çocuk Esirgeme Kurumu yayını Çocuk ve Yuva Dergisi’nde “Olvido” ve “Fahriye Abla”nın şairi Ahmet Muhip Dıranas’ın çevirisiyle tefrika edilmişti. Bu çeviriyi, aynı yıl Hüsnütabiat Fransız yazar SaintExupéry’nin kült kitabının telif hakları artık serbest… ‘Küçük Prens’ini bekler... u Önümüzdeki yılbaşından başlayarak, uzun yıllardır piyasada tek başına varlığını sürdüren Fatih Erdoğan çevirisine pek çok çeviri eklenecek. ‘Küçük Prens’ çevirileri okur gözünde birbiriyle yarışacak. Prens”, itiraf edeyim, benim gözdem olmuştu. Kuşkusuz, edebiyatımızın saygın yazarlarından Selim İleri de “Küçük Prens”i Türkçeleştirenler arasında. Pek çok klasiği dilimize kazandırmış olan Nihal Yeğinobalı da... Geçmişten günümüze bakıldığında, “Küçük Prens”in Türkçede 100’den fazla farklı baskısı var. Dahası, Lazca ve Kürtçeye de çevrilmiş bulunuyor bu “paylaşılamayan kitap”. Şimdi, önümüzdeki yılbaşından başlayarak, uzun yıllardır piyasada tek başına varlığını sürdüren Fatih Erdoğan çevirisine pek çok çeviri eklenecek. “Küçük Prens” çevirileri okur gözünde birbiriyle yarışacak... Hadi bakalım... Ne ki, kitabevlerinin raflarını dolduracak farklı “Küçük Prens” çevirileriyle birlikte, büyük olasılıkla, bir konu daha gündeme gelecek... O da, SaintExupéry’nin, Türkiye’yi işaret ederek bir “diktatör”den söz ettiği satırlar. Bu satırlar, daha önce, kimi zaman kötü niyetle iyiden iyiye çarpıtılarak, kimi zaman da yumuşatılıp yorumlanarak çevrilmişti. Bu da, yeni basımlar çıktıktan sonraki Körün Taşı’nın konusu olsun... Ya ‘Ehlileşmezsek?’ Matbaası’ndan çıkan Salih S. Uygur çevirisi ve Doğan Kardeş Yayınları’nın Ayşe Nur müstear adıyla bastığı Azra Erhat çevirisi izlemişti. Daha sonraları, Cemal Süreya ile Tomris Uyar’ın güzelim Türkçesiyle Can Yayınları’ndan çıkan “Küçük İşçi Filmleri Festivali Orhan Pamuk’tan imza alabilmek için okurları uzun kuyruklar oluşturdu Tuncel Kurtiz anısına CAN HACIOĞLU Kahramanlarıyla sokakta görüştü u Pamuk, İstanbul sokaklarında mücadele eden bozacı, yoğurtçu, dönerci, pilavcı gibi pek çok kişiyle görüştüğünü, onların yaşamlarını anlatışından çok etkilendiğini, romanda onların sesini kullandığını söyledi. ZUHAL AYTOLUN Bütün hafta boyunca bu soru kafamın içinde dönüp durdu. Şu başlıkta sorduğum soru... Ya ehlileşmezsek? Ya ben ehlileşmek istemiyorsam ve de ehlileşmeye hiç niyetim yoksa? Nereden çıktı bu demeyin. Alev Alatlı’nın gazetemizde Ceren Çıplak’a verdiği röportajda söylediklerinden çıktı. Anımsayın “Birey bir biçimde ehlileştirilecektir” diyordu. “Birey bir biçimde ehlileştirilecektir ki, bir kutsal, bir idea, bir dünya görüşü etrafında toplanabilsin ki, bir ‘toplum’dan söz edebilesiniz.” “Ehlileştirmek” genellikle hayvanlar için kullanılan bir sözcük. Sözlükler, “evcilleştirmek” sözcüğünü eşanlamlı olarak veriyor. Anlamları şöyle sıralayabilirim: Uslandırmak... Terbiye etmek... Munis, yumuşak huylu hale getirmek... Uysallaştırmak... Biraz daha kurcaladığınızda çağrışımlar dallanıp budaklanıyor: Alıştırmak... Zararsız hale getirmek... Denetim altına almak... Tatsız, yavan, manasız kılmak... Yumuşatmak, hafifleştirmek... Hayvanları nasıl ehlileştirdikleri malum... Ateşi ehlileştirdiğinizde onu denetlemiş oluyorsunuz... Medyayı, televizyon programlarını ehlileştirdiğinizde bunları hafifletmiş ama aynı zamanda içini boşaltmış, anlamsızlaştırmış oluyorsunuz. Toprağı ehlileştirdiğinizde, toprağı ekmiş, toprağı işlemiş oluyorsunuz. Oh sonunda güzel bir anlamını bulduk diye hemen sevinmeyelim: Anımsayın Shakespeare’in “Hırçın Kız”ında, Petruchio, evlenmek istediği Katherina’yı “ehlileştirmeye” yani onu “yola getirmeye” çalışırken aslında yapmak istediği onu kendisine tutsak etmekti... Zaten hükümetin “4+4+4” eğitim sistemiyle; eğitim şurasının kararlarıyla, yolsuzlukların üzerini kapama çabasıyla; her gün bu ülkede kadınların öldürülmesini görmezden gelerek yaptığı da bu değil mi? Ama, ya ehlileşmezsek? Ya ben ehlileşmek istemiyorsam ve de ehlileşmeye hiç niyetim yoksa? Dünyanın herhangi çağdaş, uygar bir ülkesinde bu açıklama olay yaratırdı. Bizde tek tük itiraz dışında ses çıkmadı... Demek ki “ehlileştirme” durumu çokça işe yaramış! Neyse ki “ehlileşmeyenler” de var! Ben dünyanın en şanslı insanlarından biriyim. Neden mi? Güzel insanların var olduğu bir dönemde, onların yakınlarında bulunarak, onları izleyerek, muhteşem yaratıcılıklarına tanıklık ederek yıllar geçirdim. Var ettikleri güzellikleri paylaştım. İşte o insanlardan biri de Muammer Sun. Muammer Sun, yanılmıyorsam bugün 82 yaşında. Ben onu tanıdığımda daha kırkına girmemişti. Sanat dergisine el ve omuz verenlerdendi. 60’lı yıllardan beri bu ülkede müzik eğitimi, müzik politikaları üzerinde çalışan, besteleriyle, yazdığı kitaplarla, kurduğu korolarla, orkestralarla, TRT’nin tek kanallı olduğu günlerden süregelen emeğiyle evrensel, yerel ve çağdaş değerleri yücelten, birkaç kuşak yetiştiren, niteliği yaymaya çalışan bir kültür neferi! Şimdi ona bir kez daha sevgi ve saygımı bildiriyorum: “Ehlileşmediği” için... Düşünün ki yaşamınızı Türkiye’ye ve müziğe adamış bir besteci, bir eğitimcisiniz. Biliyorsunuz, inanıyorsunuz ki, bu ülkenin nitelikli müzikle ilişki kurması, çağdaşlaşması Türk bestecilerin eserlerinin çalınması, yayınlanması, yaygınlaştırılmasıyla gerçekleşir. Üstelik bestecisiniz! Hangi besteci istemez kendi eserinin çalınmasını! Ama geçen hafta Muammer Sun, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na (CSO) “Hayır” dedi. CSO’nun 20142015 programından Fazıl Say’ın eserleri çıkarılınca yerine Muammer Sun’un bestelerinden konmak istendi. Ama “Hoca” kabul etmedi. Etseydi, devletin baskısına, yok etme çabasına katılmış, alet olmuş, katkıda bulunmuş olacaktı. Fazıl Say’ın, Muammer Sun için “Yıllarca müzik öğretmişti şimdi de insan olmayı öğretti” tanımlaması çok doğru. Rengim Gökmen’in de tepki olarak CSO’yu yöneteceği “İsmet İnönü’yü Anma Konseri”nden çekildiğini hatırlatırım... Dedim ya, herkesi ehlileştiremiyorlar! Muammer Sun’a sevgi ve saygı ESKİŞEHİR 1218 Aralık tarihleri arasında Eskişehirlilerle buluşacak olan 9. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nde bu yıl “Her Yer Festival Her Yer Direniş” teması ile 17 farklı ülkeden toplam 76 film ücretsiz olarak gösterilecek. Bu yıl sinema ve tiyatro oyuncusu Tuncel Kurtiz anısına düzenlenen festival kent merkezindeki Kanatlı Alışveriş Merkezi önünde Tepebaşı Belediyesi’nin temizlik işçilerinden oluşan EkoŞov ve ritim grubunun gösterisiyle başladı. Festival Komitesi adına konuşan Gülfer Kırbaş, dünyanın dört bir yanından emekçilerin yaşamlarını ve mücadele deyimlerini izleyicilerle buluşturmayı ve ülkemizdeki işçi filmi üretimini özendirmeye amaçladıklarını söyledi. Yapılan yürüyüşün ardından Yunus Emre Kültür Sanat Merkezi’nde açılış töreni düzenlendi. Gecede, sendikal hakları için direnen ICF işçilerine plaket verildi. Daha sonra “Küf” filminin gösterimi yapıldı. Sendikal haklarını almak için uzun süredir direnişte olan Eskişehir organize sanayi bölgesindeki ICF işçilerini desteklemek için festivalde stant açıldı. Geliri işçilere verilecek olan filmler, festivalin anı eşyaları satışa çıkarıldı. Festival kapsamında ülke gündemine, direnişlere dair paneller de gerçekleştirilecek. Festival filmleri kentin çeşitli yerlerinde 18 Aralık’a kadar izlenebilecek. Orhan Pamuk, 12 yıl aradan sonra ilk kez okurlarıyla ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ romanının imza gününde buluştu. İstiklal Caddesi Yapı Kredi Yayınları Kitabevi’nde gerçekleşen imza gününde uzun kuyruklar oluştu. İmza gününün ardından kısa bir toplantı yapan Orhan Pamuk, ihmaller ve zorluklar nedeniyle çok uzun zamandır imza günü yapmadığını, ancak imza gününde okurlarla buluşmanın çok özel olduğunu dile getirdi: “Yazarlara ‘kimin için yazıyorsunuz’ diye sorarlar. Ben derim ki; okurlar için yazıyorum.” Kitaplarını okumuş birinin gözünün içine bir saniye bile bakmanın önemli olduğunu söyleyen yazar, “Yazarın insanlığını, benim hayalimi, yaşadıklarımı, dünyayı nasıl gördüğümü, anlatmak istediğim şeyleri, çabamı, yıllardır yazdıklarımı bu okur biliyor. Okurun hayal dünyasında, maneviyatında, olmak istediği yerde benim yazılarımın bir yeri olduğunu düşünmek, görmek ‘Beni okurlarım biliyor’ benim için mutluluk” dedi. Altı yıl aranın ardından yayımlanan Kafamda Bir Tuhaflık, Orhan Pamuk’un bu kadar uzun süre ara vererek yayımladığı ilk roman. Romanın neden bu kadar yıl aradan sonra geldiği sorusuna ise “Bundan sonra daha çok yazacağım” yanıtını verdi. Roman, hem yazarın anlatımından hem de kitabın kahramanlarının dilinden veriliyor. Orhan Pamuk, İstanbul sokaklarında mücadele eden bozacı, yoğurtçu, dönerci, pilavcı gibi pek çok kişiyle görüştüğünü ve onların yaşamlarını anlatışından çok İlk kez uyguladığı teknik etkilendiğini, bu uzun süren romanı kurarken de onların sesini kullanmak istediğini dile getirdi. İlk kez bu tekniği denediğini söyleyen yazar, “Romancının anlatımının yanı sıra kahramanlar sanki romandaki anlatıyı delmek ve öfkelerini dile getirmek isteyerek araya girip kendi hikâyelerini anlatıyor. Roman bu iki sesin bir araya gelmesi üzerinden ilerliyor. Öfkeli kahramanlarım, yalnız insanlarım var. Kadın kahramanlarımın mutfağa, evin içine hapsedilmiş yalnızlıklarını ve öfkelerini dile getirmek için birinci tekil şahsın çok iyi olacağını düşündüm” dedi. [email protected] Oriental Wind ‘Aurora Borealis’ (Sony) 40 yıl önce uluslararası caz müzisyeni, fusion davulcusu Okay Temiz eliyle İsveç’te vücuda gelmiş bir topluluk Oriental Wind. TRT ile büyümüş kuşakların yayının kesildiği anlarda duyup tanıdığı müziklerden ki, daha o vakitler “world music” yok; sözsüz parçaların adı “ara müzikleri”. Farklı milletlerden meraklı müzisyenleri ağırlayan, DoğuBatı çalgılarını buluşturan proje, yarattığı sentezle giderek kıymete binen bir değerin ilk sahibi. Yeni Oriental Wind albümü “Aurora Borealis”in en belirgin özelliği, ciddiyetle ele alınması gereken bir sound çalışması oluşu. Bundaki aslan payları piyanist Aydın Esen’in kılı kırk yaran bir titizlik içinde çıkardığı nevi şahsına münhasır sesler ve geçtiği uzaysal sololar ile Temiz’in kendi imalatı olan vurmalılar. Zurnacı Ahmet Özden, neyzen Burcu Karadağ, saksofoncu Çağdaş Oruç, davulcu Tom Temiz, gitarcı Önder Focan, basçı Ozan Musluoğlu; ayrı telden çalmayı da biliyorlar, büyük bir uyum içinde. “Aurora Borealis” sıradan bir albüm değil; ters yönlerden esen rüzgârların hızını ölçerken anemometremizin göstergesi şaşırsa da, özünü kavramak için defalarca dinlenmeli. Sadece bir Oriental Wind albümü değil, aynı zamanda bir arada yaşama öğretisi el kitabı. Peyk ‘Teslim Olma!’ (Kalan Müzik) Peyk, alternatif müzik hapishanesinin boyun eğmeyenler koğuşundan; “onurlu bir sefalet” uğruna senelerdir yatanlardan. Çok mücadele etmiş, az albüm yapmışlar; 23 yılda topu topu üç tane. Dinleyicisine tevazu dolu bir ilişki sunan üçüncü albüm “Teslim Olma!”, medyatik niyetlerin ve pazarlama dünyasının hayli uzağında bir çalışma. İçindeki 12 şarkının üçü (İçimdeki İz, İstanbul ve Ne Oldu Bana) eski; oldschool klavyeleriyle Gezi Direnişi’ne selam çakan “Yürüyor Sokak (Sobe II)” ise, olaylar esnasında internetten paylaşılmıştı. Mucitlik iddiasında değil Peyk; alışıldık formüllerle, ancak kendine has duygularla şarkı yapıyorlar. Stevie Wonder bestesi “Superstition” ritmiyle “Kare Kafa”, Manu Chao etkili “Bu Ben” ve “Yıkama Kot” akılda kolay kalanlar. Arada bir sözcükleri, İrfan Alış’ın kırılgan vokaller aracılığı ile şarkının melodik uyumuna hizmet edercesine (eğip bükerek, yuvarlayıp uydurarak) kullansalar da, laflarının iğneleyici dozunu çok iyi ayarlıyorlar. Altı üstü farklı bir topluluk; altı rock, indie, blues, arabesk karesi, üstü hüzün, hiciv ve isyan üçgeni. Düttürü dünyanın gecikmiş hippileri, fiyakasız görüntüleriyle notalar âleminin komünal topluluğu olarak devam ediyor hayata.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle