28 Nisan 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 10 ARALIK 2014 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER [email protected] T 66 Yıllık Mesaj Güncelliğini Koruyor Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin mesajları günümüz Türkiye’sinde yaşanan mücadeleye ışık tutuyor. Türkiye gündemine kısa bir göz atmak dahi mesajların bu topraklarda hâlâ ne kadar geçerli olduğunu gösteriyor. Yrd. Doç. Dr. MEHMET KARLI Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi oylamadan sonra kabul edildi nihai metin. Hiçbir devlet aleyhinde oy kullanmadı Beyanname’nin. Verilen mesaj netti. İnsan hakları kültürden kültüre değişmez. Kültürü, medeniyeti, dini, ırkı ne olursa olsun her insanın elinden alınamaz hakları vardır. Sizce de çok güncel değil mi bu mesaj günümüz Türkiye’sinde? Yöneticileri her söze ‘medeniyetimiz’ diye başlayan... O medeniyeti içinde kadınerkek eşitliğini fıtrata aykırı bulan... “Bizim medeniyetimizde, milli ve medeniyet ruhumuzda esnaf ve sanatkâr gerektiğinde askerdir, alperendir... Gerektiğinde asayişi tesis eden polistir, gerektiğinde adaleti sağlayan hâkimdir, hakemdir” diyecek kadar medeni olanların ülkesinde sizce de ‘tüm medeniyetlerin üzerinde insanların temel hak ve özgürlükleri vardır’ mesajı çok güncel değil midir? nelere yol açtığını çok acı şekilde görenler tarafından kaleme alınmıştı sonuçta. Sizce bu mesaj da çok güncel değil mi Türkiye’de? Kendine her eleştirene ‘seçime gir ne oy alacaksın görelim’ diyenlerin... Her insan hakkı ihlalini aldığı oyla aklayabileceğini zannedenlerin... Muhaliflerini her türlü hukuk tanımaz metotla susturmayı mubah kabul edenlerin ülkesinde... Sadece demokrasinin değil barışın da temeli insan hakları. Beyanname daha giriş bölümünde açıkça, eğer 2. Dünya Savaşı gibi barbarca olaylar bir daha yaşanmayacaksa bunun için insan hakları şart diyor. Bu mesaj da akis bulur günümüz Türkiye’sinde. İfade özgürlüğü olsa bu kadar maceracı bir dış politika izlenebilir mi? TIR’lar dolusu silahın nerelere gittiğinin, Reyhanlı’nın, düşen F4’ün, basılan konsolosluğun hesabını soracak basın özgürlüğü olsa çatışmaya bu kadar yaklaşır mı bu ülke? am 66 yıl önce bugün Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu, Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ni ilan etti. 2. Dünya Savaşı’nın travmatik tecrübesini yaşamışların ‘bir daha asla’ haykırışlarının somutlaşmış haliydi Beyanname. BM İnsan Hakları Komisyonu’nun kurucu başkanı Eleanor Roosevelt’in sözleri ile ‘her diyardan her insan için uluslararası bir Magna Carta haline gelmesi’ umuduyla yazılmıştı. Belki 66 yıl geçti aradan, ama hâlâ Beyanname’nin çok özel bir yeri var insan hakları hareketi içinde. Birçok mesajı hâlâ karşılık buluyor dünyamızda. Türkiye gündemine kısa bir göz atmak dahi Beyanname’nin mesajının bu topraklarda hâlâ ne kadar geçerli olduğunu gösteriyor. Anayasa Mahkemesi Seçim Sistemini Tasarlayabilir mi? Yrd. Doç. Dr. BURAK COP İstanbul Kültür nsan hakları evrenseldir Adına da aldığı ‘evrensellik’ vurgusu Beyanname’nin en önemli mesajıydı. İlk insan hakları beyannamesi değildi kuşkusuz. 1689’da İngiliz Haklar Beyannamesi vardı. 1789’un İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi vardı. 1791’de Amerikan Haklar Beyannamesi ilan edilmişti. Ama hep ulusal metinlerdi bunlar. Belki etkileri sınırlarını çok aşmıştı ama hep bir ulusun sınırları içinde çıkmışlardı tarih sahnesine. Evrensel Beyanname işte her şeyden önce bu açıdan farklıydı. Gerçek anlamdaki ilk uluslararası haklar bildirisiydi. O gün var olan devletlerin neredeyse tümü katıldı müzakerelerine. UNESCO dünyanın her tarafından aydınların görüşlerini topladı. Herkes bir şeyler kattı metne. Ve 81 oturum, 168 değişiklik önergesi ve yaklaşık 1400 ayrı İ A Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi nsan hakları bir bütündür, bölünemez Beyanname hem medeni ve siyasal hakları hem de ekonomik ve sosyal hakları içeriyordu. Verilen mesaj, hakların bölünmez bütünlüğüydü. Sağlık hizmetlerine ulaşım hakkı olmadan yaşam hakkının bir anlamı olur muydu? Ücretsiz eğitim hakkı olmadan ifade özgürlüğü tam hayata geçebilir miydi? Örgütlenme hakkı olmadan çalışma hakkı, eşit işe eşit ücret hakkı korunabilir miydi? Demokrasiye getirilen her kısıtla eş oranlı olarak sosyal hakların sınırlandığı... İş kazalarında ölümün işin fıtratından sayıldığı... Sosyal hakkı bulunmayan kitlelerin, sosyal yardımları iktidarın iki dudağı arasında olanların, ifade özgürlüklerinin de seçim hürriyetlerinin de fiilen kısıtlandığı bir Türkiye’de bu mesaj da güncel değil mi sizce? İ emokrasinin ve barışın temeli insan hakları Beyannamenin önemli bir D mesajı da demokrasinin ve barışın temeline insan haklarını koymasıydı. Daha ilk cümlesinde temel hakları, özgürlüğün, adaletin ve barışın temeli olarak tanımladı. Gerçekten de Beyanname, uluslararası anlamda demokrasinin yeni kazandığı içeriği müjdeliyordu. Bir yandan 21. maddesinde ‘halk iradesi, hükümet otoritesinin temelini oluşturmalıdır’ diyordu. Diğer yandan da bu otoritenin, arkasında ne kadar popüler destek olursa olsun, dokunamayacağı bireysel hakları sayıyordu. Demokrasiyi sadece seçimlere indirgemenin nsan hakları bir mücadeledir Günümüz Türkiye’sinde Beyanname’nin belki de en önemli mesajı, insan haklarının sadece hukuk metinleri ile korunamayacağını görmesiydi. Metnin giriş bölümünde de belirtildiği üzere Beyanname ortak bir başarı standardı belirliyor ve toplumun tüm organlarından, tüm şahıslardan bu amaca ulaşmak için barışçıl metotlarla mücadele etmelerini istiyordu. Kâğıt üzerinde kazandığımız birçok hakkın teker teker elimizden kayıp gittiği bugünlerde bu mesaj da çok güncel. ‘Mücadele edin’ mesajı bize. Peki ya yönetenlere? Beyanname asıl uyarıyı onlara yolluyor. Eğer diyor, insanların son çare olarak baskıya ve tiraniye karşı ayaklanma haklarını kullandıklarını görmek istemiyorsan, insan haklarını hukuk devleti içinde korumalısın. Gezi’yi görüp ondan en fazla ‘telekinezi’ manası çıkaranlar sizce bu mesajı alıyorlar mı? 66 yıl önce dünyaya ilan edilen bir mesaj hâlâ bu kadar güncelliğini koruyorsa, emin olun, mesajın gücü kadar, mesajı anlamamakta direnenlerin de payı vardır bunda. Ama bu mesajın arkasında yüzyılların mücadelesi, evrensel bir uzlaşı var. Hiçbir medeniyetin fıtratında bu mesaja direnme gücü bulunmuyor. İ YM’nin seçim sistemine müdahale etmesinin ilk örneği 1968’de yaşandı. Meclis’te çoğunluğa sahip olan AP, milli bakiyeyi kaldırıp yerine 1961’de uygulanmış olan çevre barajlı d’Hondt sistemini geri getirdi. Çevre barajı, günümüzde uygulanan ulusal barajdan farklıydı. Çevre barajı uyarınca partilerin bir seçim çevresinden milletvekili çıkarması için, toplam geçerli oyun toplam sandalyeye bölünmesiyle bulunan sayıdan daha yüksek bir oy alması gerekiyordu. Yani 100 bin oyun kullanıldığı, 5 milletvekili çıkaran bir ilde 20 binin altında oy alan partiler sandalye kazanamayacaktı. TİP bu değişikliğin iptali için AYM’ye başvurdu. Mahkeme d’Hondt sistemini anayasaya uygun buldu, ancak çevre barajını kaldırdı. Bu sayede 1980’e kadarki tüm seçimler barajsız d’Hondt ile yapıldı. AYM çevre barajının seçim sonuçlarına “suni bir müdahale” anlamına geldiğine, barajı yalnızca bir partinin aşması durumunda azınlığın seçtiği vekillerin çoğunluğu temsil edeceğine, barajın seçme ve seçilme hakkını zedelediğine hükmetti. AYM’nin bu kararı pek çok anayasa hukukçusu tarafından, kendini kanun koyucunun yerine koyduğu gerekçesiyle eleştirilmiştir. Eleştiren herkesin AP yanlısı olmadığını da belirtelim. 1968’de çevre barajını anayasaya aykırı bulan AYM, 1987’de ise ters yönde bir karar verdi. Bu anlaşılabilir bir durumdu. 1961 Anayasası yürütmeyi dengeleme, özellikle de yasamayı yürütme karşısında güçlendirme kaygısı taşırken, 1982 Anayasası ülkenin “istikrarlı” bir hükümet tarafından yönetilmesi vizyonuna sahipti. Meclis’e fazla parti girmesin mantığıyla getirilen yüzde 10 barajı da bundandı. ANAP lideri Turgut Özal, 1987 seçimleri arifesinde, oyu azalan partisinin daha fazla vekil kazanması için seçim kanununu değiştirdi. Seçim çevreleri en fazla 7 milletvekilinden oluşmaktayken bunu 6’ya indirdi, 4 veya daha çok vekil çıkaran çevrelerde en fazla oyu alan partiye “kontenjan milletvekili” adıyla ekstra bir sandalye verilmesini sağladı, altı vekil çıkaran çevrelerde de çevre barajını yüzde 16.6’dan yüzde 20’ye yükseltti. (12 Eylül döneminde seçim kanununa sadece yüzde 10 barajı konmamış, 1961 seçimlerinde uygulanan çevre barajı da geri getirilmişti). Bu değişiklikler sayesinde ANAP 1987’de oy oranının iki katı kadar sandalye kazandı. Muhalefet seçimden önce söz konusu değişiklikleri AYM’ye götürmüş, ancak mahkeme “Anayasa ile güvence altına alınan ilkelerin” çiğnenmediğine, “demokratik toplum düzeninin gerekleriyle bağdaşmayan” bir durumun olmadığına hükmetmişti. AYM 1995’te ise yeniden 1968’deki pozisyonuna yaklaştı. Temmuz 1995’te anayasaya “seçim kanunları, temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenir” hükmü konmuştu. Bu yaklaşım 1991’deki DYPSHP koalisyon protokolünde de dile getirilmişti, hatta SHP’nin 198991 yıllarında hazırladığı anayasa taslağına kadar uzanmaktaydı. Ancak, Ergun Özbudun’un ifadesiyle, “birbirlerinin tam karşıtı olduğundan, bunların ne şekilde bağdaştırılabileceğini anlamak güç”tü. 12 Eylülcülerin ve Özal’ın seçim sisteminin orantısallığını azaltan düzenlemelerine tepki niteliği taşıdığı için iyi niyetli addedilebilecek bu hüküm, “yönetimde istikrar” lafzından dolayı yüzde 10 barajının korunması sonucunu da doğuracaktı. TBMM’deki görüşmeler sırasında RP ve CHP grupları adına konuşan hatiplerin yanı sıra kişisel görüşlerini açıklayan milletvekilleri Uluç Gürkan ve Mustafa Dağcı da “yönetimde istikrar” ilkesini eleştirdi, temsilde adaletin daha önemli olduğunu belirtti. Ancak ana muhalefet partisi ANAP’ın da desteğiyle değişiklik gerçekleşti. Hikmet Sami Türk’ün ifadesiyle söz konusu hüküm “yasa koyucuya yol gösterdiği kadar, AYM için de denetim ölçütleri getirdi”. AYM bu doğrultuda, o yılın sonlarına doğru seçim kanununda yapılacak kimi değişiklikleri iptal ederek sistemi bugünkü haline getirecekti. AYM, Ekim 1995’te Başbakan Tansu Çiller’in isteğiyle yasalaşan “Türkiye Milletvekilliği”ni iptal etti. Bu arada, aynen 1968’deki gibi, çevre barajını da iptal etti. Mahkemeye göre yönetimde istikrar gereği zaten yüzde 10 barajı vardı. Bu yüzden, temsilde adalet namına, çevre barajı gereksizdi. AYM teknik açıdan doğru bir tespit yaparak d’Hondt sisteminin kendi içinde zaten bir baraj taşıdığını da ifade etmişti. (Gerçekten de bu sistemle yapılan seçimlerde birinci gelen partiler her zaman oy oranından daha yüksek oranda sandalye kazanmaktadır). Meclis çoğunluğu AYM’nin kaldırdığı çevre barajını, daha düşük bir oranda olmak üzere, yeniden yasalaştırdı. Ancak mahkeme bu değişikliği de iptal etti. Böylece geldik bugüne. Yanıtı merak edilen soru, acaba AYM bu sefer de 19 yıl önce anayasaya uygun bulduğu yüzde 10 barajını kaldırır mı? 2002’de seçmenlerin yüzde 45’inin TBMM’de temsil olamaması ve Kürt partilerinin son iki seçimde bağımsız adaylar göstermek zorunda kalmaları, kim bilir belki de AYM’nin 1995’teki pozisyonunu değiştirmesini beraberinde getirir. Neticede hukuk kuralları, hele ki mahkeme kararları Tanrı’nın emri değildir, hayatın akışına göre değişebilir. Bu, AYM’nin daha önce yapmadığı şey de değil. Merak konusu olan, böyle bir durumda MHP’nin AKP’ye payandalık ederek yüzde 7, 8, hatta alay edercesine 9 gibi bir seçim barajının getirilmesini ve ilk seçimde uygulanmasını mümkün kılacak bir yasa ve anayasa değişikliğine yol verip vermeyeceği…
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle