05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
20 EKİM 2014 PAZARTESİ CUMHURİYET [email protected] SAYFA KÜLTÜR 17 Yürüdüğün yola inanmak: Yuri Liubimov Geride birçok ders bıraktı. Uğurlar olsun büyük usta, ışıklar içinde yat Dünya tiyatrosunun yaşayan en önemli isimlerinden birini, 20. yüzyılın ikinci yarısına damga vurmuş Taganka Tiyatrosu’nun kurucusu Yuri Liubimov’u kaybettik. Kendisiyle şahsen tanışma şansı da bulduğum Liubimov, meslek yaşamımda önemli bir yer tutuyor. Çünkü özellikle 1980’lerden sonra sahne arayışlarımda belirleyici olan birçok temel kaynağa, Meyerhold’a, Vahtangov’a, genelde RusSovyet tiyatro deneyimine onun tiyatrosunu tanıdıktan sonra yöneldim. Sene 1982’ydi. Tuncel Kurtiz’le birlikte Finlandiya’ya turneye gelen Taganka Tiyatrosu’nu izlemeye gitmiştik. Helsinki Şehir Tiyatrosu’nun önünde kuyruk olmuş seyircilerle birlikte biletlerimizi 1917’nin askeri üniformaları içindeki iki oyuncunun süngülerine takıp içeri girdik. Liubimov’un o meşhur uyarlamalarından birini, John Reed’den uyarladığı “Dünyayı Sarsan On Gün”ü izleyecektik. Fuayede dört fotoğraf asılıydı: Meyerhold, Stanislavski, Vahtangov ve Brecht. Taganka Tiyatrosu, kendi tiyatrosundaki bu düzenlemeyi turneye gittiği her yere de taşırmış, öyle dediler. Aslında Liubimov 1953’te Taganka Tiyatrosu’nu öğrencileriyle birlikte kurduğunda fuayeye sadece Meyerhold’un resmini asmak istemiş; ama resmi makamlar ancak Stanislavski’nin resmini de asarsa buna izin verebileceklerini belirtmişler. O zaman Liubimov da resim sayısını dörde çıkarmış. Beni Meyerhold Tiyatrosu üzerine derinlemesine araştırma yapmaya ve düşünmeye yönelten en önemli etkenlerden bikolajları oluşturuyordu. Sonra “RusTürk Çağdaş Dramaturji ve Tiyatro Festivali” kapsamında 2000 yılının aralık ayında bir haftalığına Moskova’ya gittik. Orada sevgili Hayati Asılyazıcı ile birlikte o ünlü Taganka (“açık havada yakılan ateş” manasında) Meydanı’ndaki tiyatroda, savaş karşıtı bir çizgide yorumladığı “Medea”yı seyrettik. Ardından Yuri Liubimov ile buluştuk. Odasının duvarları kendisini ziyarete gelenlerin yazdıkları cümlelerle, imzalarla doluydu. Uzun uzun konuştuk. Meyerhold’dan, Finlandiya turnesinden, bizim Halk Oyuncuları’ndan, yollarımızın sürgünde nasıl kesiştiğinden söz ettik. Liubimov, sadece sahnede söylenen sözün, bire bir yansıtılan görüntünün değil, sahnede kurgulanan ve seyircinin imgeleminde temsille birlikte gelişip çok farklı yerlere de gidebilen paralel dünya ile 20. yüzyılın ikinci yarısının tiyatrosunu derinden etkileyen özgün bir sahne dili yaratmış, yazılı metinleri aşan sahne temsilleri “yazmıştı”. Belki de bu nedenle roman uyarlamaları, şiir kolajları ve klasik oyunların yeniden yorumlanması Liubimov’un repertuvarında her zaman en önemli bölümü oluşturmuştur. 1982’deki Finlandiya turnesinde düzenlenen bir toplantıda konuşan Liubimov sözlerini şöyle noktalamıştı: “Yaratım, Vladimir Mayakovski’nin de söylediği gibi, ‘bilinmeze bir yolculuk’, yeni olanın keşfidir. Sanat, alışılagelmiş olanı süpürüp atarak öze yönelir. Koşullara boyun eğmemek, bizi çevreleyen dünyanın zaman zaman dayattığı standartlaşmış ölçütler adına kendi yaşam ilkelerinden ödün vermemek. Tüm güçlüklere karşın, yürüdüğün yola inanmak... Yaşamda insana doyum getiren, bir yaşama anlam ve içerik veren başka bir şey yoktur. Önümde kalan yılları da bu yolu arayarak yaşamak isterim.” Gerçekten böyle yaşadı Liubimov ve geride birçok ders bıraktı. Uğurlar olsun büyük usta, ışıklar içinde yat. Cumhuriyet Kuruldu mu? Epey zaman önce yine bu köşede “Cumhuriyet Nasıl Kuruldu?” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. İyi hatırlıyorum. O yazıyı yazarken, bir zamanlar bu topraklarda bir cumhuriyetin kurulduğundan emindim. Peki, ya şimdi? Elbet yine eminim. 29 Ekim 1923 diye bir tarihte bu topraklarda “Cumhuriyet” diye bir şey kurulmuştu. Yani bu, kesin. Ama kurulduktan, hele de kurucusunun 10 Kasım 1938’de ölümünden sonra, o cumhuriyeti ayakta tutmak için her şey yapıldı mı? Yaptık mı? İşte artık bundan emin değilim. Çünkü kuruluşunun 91. yıldönümünde “devlet ricali” için düzenlenen resmi kutlama ilk kez Çankaya’da değil, fakat Cumhuriyetinin kurucusunun diktirdiği ağaçlar kesildikten sonra yapılan ve “resepsiyon” davetiyesinde yeri “Beştepe” diye belirtilen, üç yüz bin metrekareye yayılan bir ucube’de kutlanıyor. Davet sahibi ise artık “cumhuriyet” sözcüğüne yer verilmeden belirtilmiş: “Türkiye Cumhurbaşkanı …” Yani, kuruluşundan 91 yıl sonra, devletin adı da değişmiş. Çünkü sınırları içersinde yaşadığımız bu devletin resmi adı, TÜRKİYE CUMHURİYETİ’dir. Kim bilir, belki birkaç yıl içersinde bu davetiyelerde bir değişiklik daha yapılıp, davetin sahibi için yalnızca DEVLET BAŞKANI nitelendirmesi kullanılacaktır. Uygundur. Amaca daha uygun düşer. Çünkü amaç, bütün yaptıkları ve bütün bıraktıkları ile birlikte, Mustafa Kemal Atatürk adlı birinin tasfiyesidir. Unutturulmasıdır. Adım adım. Ve her adımda birkaç kaşık. İşe önce başka bazı yıldönümleri ile başlandı. Örneğin 19 Mayıs’lar gibi. Sudan nedenlerle kutlamamak falan. Derken sıra, bir zamanların Köy Enstitüleri devriminin karşıdevrimi olan imam hatip okulları hegemonyasına geldi. Bu hepsinden önemliydi. Çünkü Mustafa Kemal, sadece bu ülkenin yakın tarihinde yaşamış ve hepimiz gibi ölümlü olan birinin adı değildi. O yakın tarih içersinden ve bir imparatorluğun yıkılma sürecinden, eşsiz bir Milli Mücadele’den, bir Cumhuriyetin kuruluşundan ve nihayet bir dizi çağdaşlık devriminden süzülüp gelen bir DÜŞÜNCENİN adıydı. Zaten en “zararlı” yanı da buydu. O yüzden düşünce ve simgeleri sona bırakıldı. En köklü tasfiyeyi en köktenci biçimde gerçekleştirebilmek için. Çankaya da bu simgelerden biriydi. Elli yedi yıllık bir hayata sığdırılmış gerçek bir sonsuzluğun simgesiydi. Bu yazıyı daha fazla uzatmak istemiyorum. Çünkü içim bulanmaya başladı. Yazımı, önce “İkinci Cumhuriyetçi”lere, ardından da “Yetmez ama evet”çilere sonsuz teşekkürlerimi sunarak noktalamak istiyorum! Finlandiya turnesi ri bu karşılaşma olmuştur. Orada iki saat boyunca virtüöz oyunculuklar ile kusursuz bir “ensemble”ın harmanlandığı bir tiyatro şöleni yaşamış, Tuncel Kurtiz ile birlikte şaşkına dönmüştük. Aslında bu şaşkınlığı yaşayan sadece biz değildik. 1983’te, Schaubühne’de çalıştığımız dönemde, Peter Stein Taganka Tiyatrosu’ndan söz ederken, “Onları seyrederken koltukta küçülüyorum sanki, ok gibi yağıyorlar üzerime” demişti. u Liubimov, sadece sahnede söylenen sözün, bire bir yansıtılan görüntünün değil, sahnede kurgulanan ve seyircinin imgeleminde temsille birlikte gelişip çok farklı yerlere de gidebilen paralel dünya ile 20. yüzyılın ikinci yarısının tiyatrosunu derinden etkileyen özgün bir sahne dili yaratmış, yazılı metinleri aşan sahne temsilleri “yazmıştı”. Taganka’nın o Finlandiya turnesinde sahnelediği diğer oyunlar “Tartuffe” (Molière) ve “Suç ve Ceza”ydı (Dostoyevski). Liubimov ile Meyerhold arasındaki en önemli benzerliklerden biri sanırım her ikisinin de “temsil yazarı” olmalarıydı: Her ikisi de yazılı metne karşı son derece serbest davrandıkları uyarlamalarla unutulmaz temsiller yaratmışlardı. Ben, Finlandiya turnesinden son Liubimov ve Meyerhold ra Liubimov rejilerini kaçırmamaya çalıştım: Budapeşte’de “Üç Kuruşluk Opera”yı, Stockholm’de Puşkin’in “Küçük Trajediler”ini izledim. Bu arada Liubimov ile Sovyet yönetimi arasında zaten gergin olan ipler iyice kopmuş, önce sürgünde yaşamak zorunda kalan sanatçı, Taganka’daki görevinden uzaklaştırıldıktan sonra vatandaşlıktan da çıkarılmıştı. Ancak 1989’da Gorbaçov döneminde ülkesine geri dönebildi. Sovyet rejimi yıkıldıktan sonra ise Taganka Tiyatrosu da parçalandı, birbirine neredeyse düşman iki topluluğa bölündü. Sonra Liubimov’un yine bir uyarlama olan “Dr. Jivago”sunu 1996 İstanbul Tiyatro Festivali’nde gördüm. Yıllar sonra ülkeme dönüp burada tekrar Liubimov ile buluşmak hoş bir sürpriz olmuştu benim için. Uyarlamada sadece Pasternak’ın metni ile sınırlı kalmamış, Blok’un “Onikiler” şiirini de kullanmıştı. Zaten şiir ile olan bu yakınlık Liubimov ile Meyerhold arasındaki bir diğer ortak noktaydı. Repertuvarlarının önemli bir bölümünü şiir Ödül kuzu kuzu geldi CEREN ÇIPLAK Sansür krizinin görmezden gelindiği festival sona erdi ANTALYA Reyan Tuvi’nin “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” adlı belgeselinin sansürlenmesi ve ulusal belgesel yarışma yönetmenlerinin çekilmesi üzerine bölümün iptal edilmesiyle başlayan 51. Antalya Altın Portakal Film Festivali, herkesin ayrı bir gündeme dikkat çekmesiyle sona erdi. Çünkü, gerek kapanış töreninde, gerek panellerde kimi sanatçılar Gezi’ye, kimi Kobani’ye, Şengal’e, kimi de sansüre dikkat çekti. Sansüre karşı hazırlanan bildiriye imza atmayan ve festival yönetimi de sansürcü bulmadığını açıklayan Kutluğ Ataman, Altın Portakal’da büyük ödül “En İyi Film” de dahil 5 ödülün sahibi oldu. Kimi sinemacılar bu ödülleri filmin sinemasal gücüne bağlarken kimileri de süreçteki tavrı nedeniyle ödül aldığını konuştu. Peki festival boyunca sansür krizine kim dikkat çekti? Sansür krizinin çeşitli platformlarda tartışılması beklenen festivalde sansür krizi görmezden gelindi. Öyle ki festival yetkilileri sansüre tepki gösterenleri yanlış fikirlere sahip olmakla suçlarken sansür krizi boyunca da süreci net bir şekilde açıklamadı. Kutluğ Ataman u Sansüre karşı hazırlanan bildiriye imza atmayan ve festival yönetimi de Festivalin direktörü Elif Dağsansürcü bulmadığını deviren de “Festival boyunaçıklayan Kutluğ Ataman, ca sustuk ki filmler konuşsun, şimdi de susuyoruz ki festival Altın Portakal’da büyük konuşsun” demesiyle sansür ödül “En İyi Film” de dahil sürecini ele almamaya devam 5 ödülün sahibi oldu. Kimi edeceklerini belirtmiş oldu. Öte yandan festival öncesinsinemacılar bu ödülleri de ve süresince de sinemacıların filmin sinemasal gücüne sansürü tartışma biçimleri bir bağlarken kimileri de bütünlük sergilemedi. süreçteki tavrı nedeniyle Uzun yıllardır Altın Portakal’ı takip eden sinema yazarı Tunca ödül aldığını konuştu. Arslan da Antalya seyircisiyle ilgili bir tespitte bulundu. Arslan, siyasi konularda keskin ve net tutumlar sergileyen Antalyalı seyircinin bu yıl panellerde sansür tartışmasıyla hiç ilgilenmediğini söyledi. Arslan, festival seçkisiyle ilgili olarak da son beş yılın en iyi seçkisi olduğunu belirtti. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı, aynı zamanda festival başkanı Menderes Türel ise kapanış töreninde sansür krizinin nedenini üstü kapalı yaptığı konuşmasında hoşgörüsüzlük, peşin hüküm ve iletişim sorunu olmasına bağlayarak konunun büyük bir soruna dönüştüğünü belirtti. El değil, dil uzatıldığını, sa natın dilinin öfke dili olmaması gerektiğini vurguladı. Türel’in bu konuşması otoriter ve öğretici bir dil olması gerekçesiyle tepki çekti. Yılmaz Erdoğan sahneye çıkmadı Festivallerde genellikle “En İyi Yönetmen” ya da “En İyi Film” ödülünü juri başkanı verirken bu yıl festivalde jüri başkanı Yılmaz Erdoğan ödül vermedi. Kulislerde ise bunun nedeni olarak Yılmaz Erdoğan’ın sansür tartışmasına uzak durmak için sahneye çıkmadığı konuşuldu. Ödül sonrası ise Aziz Çapkurt’un “En İyi Yardımcı Erkek” ödülünü tek sahneyle alması sinemacıları şaşırttı. Çapkurt ödüle kendisinin bile şaşırdığını söyledi. Öte yandan, sansür krizini konuşmak üzere Antalya’ya gelen Türkiye Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği (SESAM) üyelerin ise herhangi bir toplantı yapmadığı bilgisi edinildi. Kapanış töreninde, FİLMYÖN ödülünü sunmak üzere sahneye çıkan 86 yaşındaki Ertem Göreç’in festival filmlerinde kullanılan küfürlerden yola çıkarak “Türk sineması” yerine “Türkiye sineması” denmesine küfürlü tepki göstermesi TürkKürtTürkiye sineması tabirlerinin tartışılmasına neden oldu. Kapanış töreninde de pek çok yönetmen ve oyuncu “Yaşasın Türkiye Sineması” dedi. Önümüzdeki günlerde sinema sektörünün gündeminin de bu olması bekleniyor. Bu yıl festivale davet edilen JeanClaude Van Damme’a özel ödül verilmesinin sebebi ise anlaşılamadı. Kulislerde ise festival komitesi üyesi, FIBRESCI ve SİYAD Başkanı Alin Taşçıyan’ın bugünlerde SİYAD başkanlığından istifa edeceği konuşuluyor. Sansür krizinin filmi çekilecek Festivalde “En iyi Yönetmen”, “En İyi Senaryo” ödülünü “İtirazım Var” filmiyle alan Onur Ünlü sahnede sansür kriziyle ilgili olarak aldıkları kararı açıkladı. Aralarında Kaan Müjdeci, Murat Düzgünoğlu’nun da olduğu pek çok yönetmenin imzaladığı metinde sansür sürecinin belgesel filme çekileceği belirtiliyor. Sansürle ilgili tez yapmak isteyen iki kişi ile sansürle mücadele oluşumu “Siyah Bant”a maddi destek sağlanacağı da söylendi. Onur Ünlü, bir de sinema merkezi kurulacağını duyurdu. ULUSAL YARIŞMA BÖLÜMÜ ÖDÜLLERİ 4 En İyi Film: “Kuzu” (Kutluğ Ataman) En İyi İlk Film: “Annemin Şarkısı” (Erol Mintaş) 4 En İyi Yönetmen: Onur Ünlü (İtirazım Var) FİLMYÖN En İyi Yönetmen: Ömer Uğur (Guruldayan Kalpler) 4 En İyi Senaryo: Onur Ünlü (İtirazım Var) En İyi Kadın Oyuncu: Nesrin Cevadzade (Kuzu) 4 En İyi Erkek Oyuncu: Serkan Keskin (İtirazım Var) ile Feyyaz Duman (Annemin Şarkısı) 4 En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Nursel Köse (Kuzu) 4 En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Aziz Çapkurt (Annemin Şarkısı) 4 En İyi Görüntü Yönetmeni: Vedat Özdemir (Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku) 4 En İyi Müzik: Başar Ünder (Annemin Şarkısı) 4 En İyi Kurgu: “Sivas” 4 En İyi Sanat Yönetmeni: Osman Özcan (Neden Tarkovski Olamıyorum) 4 Behlül Dal Jüri Özel Ödülü: “Sivas” (Doğan İzci), “Kuzu” (Sıla Lara Cantürk, Mert Taştan) 4 Jüri Özel Ödülü: “Sivas”, “Oflu Hocayı Aramak” 4 Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü: “Oflu Hocayı Aramak” (Levent Soyarslan) 4 SİYAD En İyi Film: “Kuzu” (Kutluğ Ataman) 4 İzleyici Ödülü: “İyi Biri” (Ayhan Sonyürek)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle