29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 6 OCAK 2014 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Hukuku Söyleyebilmek Kilit Açmak İLK bakışta iç siyaset kilitlenmiş ve ufuksuzlaşmış görünüyor, ama sistem yerli yerinde ve makamlar sorumlu görevlilerce doldurulmuş durumda, mevzuat uygulanıyor ve kurallar geçerliliklerini sürdürür gibi; sistemin temellerinde büyük çatlaklar ve çöküş belirtileri pek görünmüyor. “Yıkın, yakın” diyen de yok. Ama, iliklere kadar işlemiş sinsi ve yaygın bir güvensizlik, ufuksuzluk ve umutsuzluk. Ne var, niçin bu durgunluk ve çözümsüzlük ve çaresizlik. Yine bir kurtarıcı beklentisi mi? Bataklıklar derinliğinde bile canlılık belirtileri vardır, su yüzüne çıkan habbecikler, hafif dalgalanmalar olur. zaman, bir şeyler yapabilmek için ister istemez işe başlamaya ve sistemi işletmeye yarayacak ipuçları aramaz mısın? Acaba önümüzdeki yerel seçimler beklenen kıpırdanışı getirir ve küçük çaplı arayışlar büyük hareketliliğe dönüşemez mi? Yoksa, taşralılık, dağınıklık, bilinçsizlik ağır basar ve yerinde sayıp duran yavan bir topluma mı dönüşürüz? Acaba bir çekişte sistemi sarsıp hızla ve köklü biçimde seçenekler sunmayı başlatan bir ipucu yakalamış olmaz mıyız? Örneğin cumhurbaşkanı seçimi? Hırslı, dinamik, gözü pek ve hevesli adayları harekete geçirip uyuşuk kitleleri uyandıran ve toplumu canlandırıp yeni çözümlere doğru koşturan bir büyük seçim havası estirilemez mi? Şimdiki başbakanın zaten bu hevesi taşıdığı ve seçilmek için her türlü vaadi sıralayıp meydanlara çıkmaya hazır olduğu bilinmiyor mu? Ama bunun karşılığında onun da her şeye tek başına hükmedebileceği bir başkanlık sistemi kurmak isteyeceği belli değil mi? oksa, beklenmedik olasılıklarla karşı karşıya kalmamak için hukuk devleti ilkelerine önem veren, uyumlu, oturaklı, her çözüm için temkinli davranmayı bilen geniş ufuklu bir hukukçuyu cumhurbaşkanlığına getirecek ağırbaşlı bir kampanyayı başlatmak mı? Öyle gözüküyor ki, halk yığınlarının “sembolik insan” tipine sıcak baktığını düşünüp macera aramayan, ciddiyet timsali bir adayın ortaya çıkmasını kolaylaştırmak mı? Bu bakımdan, hem bütünün olasılıklar arasında en çok güvenilirlik, sağlamlık ve süreklilik taşıyan böyle bir seçeneğe tutunarak cumhurbaşkanlığı seçimine girmek, hem de bugünkü durgunluğu ve tıkanıklığı yenmek ve kilitlenmiş bir durumu yeni endişelere kapılmadan böylece açmak düşünülemez mi? Elbet, hukuk devletine musallat olan “cemaatler” curcunasını bir an önce paranteze alıp sistem dışına çıkarmak koşuluyla tabii. Harekete Geçme Zamanı Prof. dr. ErdEnEr YUrTCan Ülkemizde ceza adalet sistemi uzun bir süredir çok acı çektirdi, çektiriyor. Şimdi mutlu ve aydınlık günlere ulaşmak için harekete geçmek zamanıdır. Türkiye Barolar Birliği (TBB) bu konuda yasaların verdiği görevi yerine getirdi ve ilk adımı attı. Kutlamaya değer bir tavır ve davranış. Şimdi taşın altına elini sokma zamanıdır. Neler yapılmalıdır, sorusuna yerimin yettiği ölçüde cevaplar vermem uygun olur. DGM’ler kaldırılırken özel görevli mahkemelerin (ÖGM) ve savcılıkların kurulması temel bir hata olmuştur. Bu tavır, DGM tabelalarının kaldırılması, fakat bu mahkemelerin kaldırılmaması sonucunu ortaya koymuştur. Olayların akışı içinde Silivri yargılamaları sürerken yasa değişikliğine gidilmiştir. ÖGM’ler kaldırılmıştır, fakat kaldırılmamıştır çünkü bu mahkemelerin baktıkları davalar kesin hükümle sonuçlanıncaya kadar görev yapmaları bir geçici hükümle yasaya yerleştirilmiştir. Bunu hiçbir gerekçeyle açıklayamazsınız. Ayrıca aynı yasa değişikliği ile bir de terörle mücadele mahkemeleri (TMM) kurulmuştur. İşte size üç ayrı türde ağır ceza mahkemesi. Böyle bir yargı birliği olur mu? Olmaz elbet. Bu konuyu daha önce çok kez bu sayfada yazdım, fakat bugünlere gelindi. Şimdi TBB’nin çıkışı ile siyasal iktidar da aynı noktada buluşursa, umutlu olabiliriz güzel çözümler üretmek adına. Somuta gelirsek, elbette ÖGM’ler ve TMM’ler kaldırılmalıdır. Ülkenin ağır ceza mahkemeleri her türlü davayı görebilecek hukuk donanımına(bilgi+tecrübe) sahiptir. Bu konuda en küçük bir kuşkum yoktur. Bu bağlamda ÖGM’ler tarafından verilen ve halen Yargıtay’da olan dosyalar vardır. ÖGM’ler kaldırıldığında, bu dosyaların geleceği nasıl belirlenecektir? Bu konuda yapılacak olan yeni bir yasal düzenlemeye bir geçici norm eklenmelidir. Bu norm, dosyaların Yargıtay’ca ele alınmasını, ÖGM’lerce verilen hükümlerin bozulmasını (bu mahkemelerin görevi sona erdiği için) ve görevli ağır ceza mahkemelerine gönderilmelerini öngörmelidir. Böylece davalar yeniden ele alınabilecek ve yargılama yapılabilecektir. ÖGM’lerde görülen, Yargıtay tarafından onanan dosyalar için çözüm ne olabilir? Değişik seçenekler düşünülebilir. İlk seçenek bir genel aftır. Genel af bir siyasal tercihtir. Bu tercih kullanılabilir. İkinci Adli kolluk çözümü seçenek Yargıtay son günlerde yaşanan Cumhuriyet Başsavcısının Balyoz savcıpolismülki amir davasında daire kargaşasına da son verir. nin verdiği karaSöz buraya gelmişken, ra karşı, başsavcının itirazı kanun çok sevdiğim bir sözü yoluna gitmesidir. sizlerle paylaşmak Bu durumda dosisterim. “Ceza ya Yargıtay Ceza yargılaması sisteminde Genel Kurulu’nda ele alınacak ve ye hazırlık soruşturmasının ni bir değerlendirme, Yargıtay’ın ‘egemeni’ savcıdır.” Polis savcının emrindedir. en üst kurulunda yapılabilecektir. Bunun için fırsat kaçmamıştır, çünkü lehte başvurularda süre yoktur. Son günlerde Balyoz davası nedeniyle kamuoyunun gündeminde yer alan yargılamanın yenilenmesi yolu bir başka seçenek olabilir. Yargılamanın yenilenmesi bir olağanüstü kanun yoludur. Bu yola yeni deliller söz konusu olduğunda gidilebilir. Yeni delil önceki yargılamada ileri sürülmemiş, ele alınmamış ve değerlendirilmemiş olan delildir. Ceza yargılamasında “her şey delil olur” ilkesi çerçevesinde her türlü olgu delil olabilir. Bu konuda bir sınırlama yoktur. Yenileme başvurusu önceki hükmü veren mahkemeye yapılır, fakat önceki hükmü veren yargıçlar bu yeni başvuruyu değerlendiremezler. Onlar açısından bir yasaklılık söz konusudur. Aynı mahkeme adına başka yargıçlar görev yapar. Amaç objektifliği sağlamaktır. TBB’nin önerileri arasında adli kolluğun kurulması da vardır. Bu öneriyi tabii ki destekliyorum. Nasıl desteklemem ki! 19921996 yılları arasında Adalet Bakanlığı’nda yüksek müşavirlik yaptığım dönemde hazırladığım yasa taslakları arasında adli kolluğun kurulması ile ilgili taslak da vardır. Bu taslak Bakanlığın arşivindedir; istendiğinde başvurulabilir. O tarihlerde Bakanlık bünyesinde yapılan birkaç toplantıda bu taslak tartışılırken, İçişleri Bakanlığı’nın ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün temsilcilerinin karşı koymalarına şaşırdığımı söylemem yanlış olur. Adli kolluk kurulduğunda, bu örgüt her yönden savcıya bağlı olacaktı. Bu da adli kolluk içinde görev yapanların Emniyet’le bağlarının kalmaması anlamını taşımaktaydı. Bu çözüm Emniyet mensuplarına ters geldi. O zaman başarı sağlanamadı. Umarım bugün sağlanır. Adli kolluk çözümü son günlerde yaşanan savcıpolismülki amir kargaşasına da son verir. Söz buraya gelmişken, çok sevdiğim bir sözü sizlerle paylaşmak isterim. “Ceza yargılaması sisteminde hazırlık soruşturmasının ‘egemeni’ savcıdır.” Polis savcının emrindedir. Savcıpolis birlikte görev yaparak olayı aydınlatmalıdır. Bu çerçevenin içinde mülki amir yoktur, ona bilgi vermek hiç yoktur, çünkü yapılan iş idari bir iş değildir. Son söz: Bekleyelim, görelim, aydınlık günlere erişelim. Bütün yargılamalarda hukukun, ama yalnızca hukukun söylenmesi, siyasetin bu alana müdahale etmemesi, temel bir ilke haline getirilmelidir. Sadece yürütmenin değil, yasamanın da işlemlerinin denetiminde bu duyarlılık zaafa uğratılmamalıdır. Prof. Dr. Erdoğan TEZİÇ K O Y amuoyunda yargı ile ilgili tartışmalar, her geçen gün daha da artıyor. 12 Eylül 2010 halkoylamasının esası “yargı reformu”na dayanmaktaydı. Ancak o tarihten bu yana, yargıya güven, bütün çabalara rağmen, gitgide daha da azalmaya devam ediyor. Silivri duruşmaları süreci, “Deniz Feneri” gibi davalar, yargının bağımsız olmadığı algısını gideremediği bir yana, bu kez “Adalet ve Kalkınma Partisi” yöneticileri tarafından siyasetin yargı vesayeti altında olduğuna ilişkin demeçleri sık sık dile getiriliyor. 17 Aralık 2013 günü gerçekleştirilen yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ile bir grup siyasetçi, işadamı gözaltına alındı. Bu operasyon sürecinde, sulh ceza hâkiminin “uygun kararına” (CMK md. 162) rağmen, savcının verdiği emrin, adli kolluk tarafından yerine getirilmemesi, hukuk çevrelerinde yürütmenin bariz bir şekilde yargıya müdahalesi olarak ifade edildi. helilerin, lehindeki ve aleyhindeki delilleri toplayarak koruma altına almak ve haklarını korumakla yükümlüdür (CMK md. 160/2). Adli kolluk görevlileri, emniyet, jandarma, gümrük, sahil güvenlik teşkilatında, soruşturma işlemleri yapanlardan oluşur. Soruşturma işlemleri savcının emir ve talimatları doğrultusunda öncelikle adli kolluğa yaptırılır. Soruşturma sırasında sadece savcının emrinde çalışırlar. Adli görevlerinin dışındaki hizmetlerde, kendi mensup olduğu teşkilatındaki üstlerinin emrindedirler. Adli kolluk görevlilerine, adli görevi bulunmayan üstleri tarafından, yürütülen soruşturma ile ilgili emir ve talimat verilemez. Yürütmenin yargıya müdahalesi 17 Aralık 2013 operasyonundan hemen sonra, Adalet ve İçişleri Bakanlığı’nın 1.6.2005 tarihli yönetmeliğinin değiştirilerek (bkz. R.G. 21 Aralık 2013), soruşturma açmak ve adli kolluğa emir verme yetkisini kullanan savcılar, bundan böyle bu yetkilerini, ancak ildeki başsavcıların onayı ile kullanabilecekleri gibi, emniyet müdürü de adli kolluk amiri olarak öngörülmüştü. Bu durum, yürütmenin yargıya müdahalesinin tipik örneğidir. Nihayet vali ve emniyet müdürü soruşturmada görev yapan adli kolluk görevlisini başka bir yere tayin ederek soruşturmayı engelleyebilecekti. Bu yönetmeliğe karşı Barolar Birliği’nce açılan iptal davası ve bu arada, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) da 25 Aralık 2013 günü bu konuyu Genel Kurul’da görüşerek oyçokluğu ile şu duyuruyu yaptı: “21.12.2013 tarihli Adli Kolluk Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik’in 2’nci ve 3’üncü maddeleri Savcının açıklaması Bu olay üzerine, sulh ceza mahkemesinin kararını da uygulatamayan savcının, adliye önünde açıklama yapması çok eleştirildi. Hatırlanacağı gibi “savcı”, eski söyleyişle müddeiumumi “kamu namına iddia eden ve kamu davası açma görevi olan” (CMK md. 170) kişidir. Başsavcılıkça elinden dosyası alınan savcının bu acil durumda, en son çare olarak, adliye önünde açıklama yapmış olmasını bu çerçevede değerlendirmek yanlış olmayacaktır. 4 Aralık 2004 tarih ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 160169. maddeleri soruşturma işlemlerini düzenlemektedir. Cumhuriyet savcısı, maddi gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adli kolluk görevlilerinden yararlanarak şüp yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı ilkeleri ile anayasanın ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nun ilgili hükümlerine açıkça aykırıdır.” Bu duyurunun yayımlanmasının Danıştay’da görülmekte olan iptal davasını etkileyeceği, bu nedenle de anayasanın 138. maddesine aykırı olduğu, hükümet üyelerince ileri sürüldü. Oysa HSYK Genel Kurul kararları, “Genelge” adı altında kendi internet sitesine konulmaktadır. Adli kollukla ilgili olarak daha önce, 18 Ekim 2011 tarihli 7 sayılı genelgesinde “Adalet Bakanı ve Mülki Amirler (vali, emniyet müdürü) de dahil olmak üzere, savcıların dışında hiçbir merciin talepte bulunma ve adli kolluğa emir verme yetkisi kalmadığı” belirtilmişti. Bu arada, saat farkı ile Danıştay’dan yönetmelik değişikliği ile ilgili yürütmeyi durdurma kararı açıklandı. Bu kararla, HSYK duyurusu arasında “mahkemeyi etkileme” bağlantısı kurmak pek isabetli olmamaktadır. Zira HSYK’nin iki yıl önceki (2011 tarihli) genelgesi, Danıştay üyelerince kuşkusuz bilinmekteydi. Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararı bir anlamda “malumu ilâm” etmekte, yani bilinen ve açık olan bir hususu doğrulamaktadır, diyebiliriz. Kaldı ki “Danıştay İdari Yargılama Usulü Kanunu”na göre (md. 27/2) “uygulanmakla etkisi tükenecek olan idari işlemlerin (yönetmelik gibi) yürütülmesi... İdarenin savunması alınmaksızın da durdurulabilir” hükmü uyarınca, çok kısa sürede kararını verebilmiştir. Böylece Danıştay, yönetmelik değişikliğinin uygulanmasını gecikmeksizin durdurarak, tekrar adli kolluk kuvvetlerinin, sadece savcılığın emir ve talimatlarına bağlı olarak çalışmasını güvence altına almıştır. Çünkü idarenin hukuka aykırı işlemler yapması halinde, yargı tarafından denetlenebilmesi demokratik hukuk devletinin gereğidir. Bu hususun “yargı vesayeti” olarak tanımlanmasının hukuki bir değeri yoktur, deyim yerindeyse buna “abesle iştigal” denir. Anayasa değişikliği Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, bütün yargılamalarda hukukun, ama yalnızca hukukun söylenmesi, siyasetin bu alana müdahale etmemesi, temel bir ilke haline getirilmelidir. Sadece yürütmenin değil, yasamanın da işlemlerinin denetiminde bu duyarlılık zaafa uğratılmamalıdır. Yolsuzluklarla köklü ve sürekli, kalıcı mücadele verebilmenin yollarından biri de acilen yapılacak bir anayasa değişikliğinde, yasama dokunulmazlığının ceza soruşturma ve kovuşturmalarına engel olmaması öngörülmelidir. Bunun için anayasanın 83. maddesinin 2. fıkrasındaki “... suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, Meclis’in kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz” cümlesindeki, “sorguya çekilemez”, “yargılanamaz” ifadelerinin metinden çıkarılması isabetli olacaktır. Ancak bunun sonucunda, bir milletvekili hürriyeti bağlayıcı yaptırımla karşılaşacak olursa, bu durumda TBMM’nin kararı zorunlu olmalıdır. Birkaç dönem milletvekili seçilen biri (üç dönem = 12 yıl), uzun bir süre sorgulanmadan, yargılanmadan uzak kaldığında, dosyasındaki delillerin yok olmaları, şahitlerin hayatta olmama, çıkarılan af kanunları ile yapay bir biçimde aklanmaları hukuka olan güveni sarsar. Yolsuzluklarla ve rüşvetle mücadelede ödün verilmemesi, huzurlu ve temiz toplum temelinde, demokratik hukuk devletinin gerçekleştirilebilmesinin ön şartıdır. Bu açıdan, TBMM komisyonlarında bekleyen, binlere yaklaşan “şüpheli” dosyalarının işlem görmemesi, hiçbir seçilmişin sineye çekebileceği bir durum değildir sanırım. 17 Aralık 2013’ün Çağrıştırdıkları Şimdi merak edilen iki konudan biri, acaba halkın yüzde kaçı dindarlığın her zaman dürüstlük, iyilik olmadığının farkına vardı? İkincisi, şimdiye kadar birbirlerine övgüler yağdıran, her biri diğeri hakkında kimselere söz söyletmeyen Amerika’daki Hoca Efendi ile iktidar arasında savaş nasıl sonuçlanacak? 1 FaTMa ESİn 7 Aralık 2013 gününden itibaren Türk halkı TV ekranlarının başına kilitlendi. Yolsuzluk iddialarını, bavullarla, ayakkabı kutuları ile yapılan para transferlerini şaşkınlık ve öfke ile izlemekte... Suçluların kesin delillerle yargılanmalarını ve cezalandırılmalarını beklerken bu iddiaların üstlerini örtmeye çalışan iktidarın açıklamaları ile daha da şaşkınlaştı ve öfke doruğa çıktı. Çünkü iktidar ile Amerika’da yaşayan Hoca Efendi arasındaki karşılıklı suçlamalar, restleşmeler ve beddualardan açıkça anlaşıldı ki, meğer ülke yönetimi iki başlıymış!.. Bütün bu olup bitenler 17 Ocak 2000’i çağrıştırdı. Hani Beykoz’da bir villaya operasyon yapılmış ve Hizbullah örgütünün lideri öldürülmüştü. Sonra da insanlık dışı yöntemlerle işlenen işkenceler, cinayetler bir bir gözler önüne serilmişti. Ardından lüks villaların, gecekonduların, camilerin altında, sıradan evlerin bodrum katlarında, çoğu domuz bağı ile boğularak öldürülmüş kurbanların cesetleri bulunmuştu. Bu yerlere “mezar evler” adını vermişti halk, işkence yapılırken çekilen filmlerin kasetlerinden öğrenilmişti kurbanlara öldürmeden önce işkence yapıldığı... İşte o günlerde de vatandaşlar TV ekranlarının başında, bir korku filmi seyreder gibi seyretmişti. İnanılmaz vahşet görüntülerini ve acı, öfke, korku ile sorup durmuştu: Bunları yapanlar insan mı? Bunlar benim vatandaşlarım, dindaşlarım mı?.. O olayların ardından kamuoyunda şöyle bir beklenti oluşmuştu: Devlet erki, iktidar bundan böyle radikal dincilikle mücadele edecek, din kurumunun öbür dünya söylemlerinden uzaklaşıp insani duyguların gelişmesine, ahlak kurallarının yaygınlaşmasına hizmet eder duruma getirilmesini sağlayacak. Bundan sonra insanlar, kendileri gibi düşünmeyen, dini insani değerler olarak yorumlayanlara düşman olmayacak. Gencecik insanlar, din uğruna adam öldürülürse cennete gidilir diye kandırılmayacak! Fakat ne yazık ki, beklentinin tam tersi oldu! Bu olaydan iki yıl sonra iktidarı ele geçiren AKP bütün gücünü dinsel eğitimin yaygınlaşmasına yoğunlaştırdı. Bu konudaki eleştirilere hiç ama hiç itibar edilmedi. Tam aksine sayın Başbakan tüm Türk halkının karşısında kıvançla haykırdı: “Dindar ve kindar bir gençlik yetiştireceğim!” Ayrıca kendilerinin çok dindar oldukları imajı yaratmak için tüm söylemlerinde dini terminoloji kullanmaya, ibadetlerini gösteri şeklinde yapmaya özen gösterdiler. Örneğin cuma namazları! Ramazan ayındaki iftarlar! Böylece halkta var olan “dindar insan dürüsttür, kötülük, haksızlık yapmaz” inanışından yararlandılar, bu inanışı sonuna kadar sömürdüler. Bu olaylar, sonrasında bile hâlâ bu inanışın sürdüğünü gösteren konuşmalar oluyor, TBMM’de bile. Yaşanan olayları eleştirirken muhalefet şöyle sesleniyor, “Bu yaptıklarınız Müslümanlığa sığar mı?” Aslında bu soru diğer dinlere hakaret! Müslümanlığa sığmaz, ama diğer dinlere sığar anlamını içeriyor çünkü. Radikal dincilik Aslında olay dini değil insanidir. Din araç olarak kullanıldıkça insanilikten uzaklaşılır. Şimdi merak edilen iki konudan biri, acaba halkın yüzde kaçı dindarlığın her zaman dürüstlük, iyilik olmadığının farkına vardı? İkincisi, şimdiye kadar birbirlerine övgüler yağdıran, her biri diğeri hakkında kimselere söz söyletmeyen Amerika’daki Hoca Efendi ile iktidar arasında savaş nasıl sonuçlanacak? Savaş şu anda çok yoğun olarak sürüyor. Her iki taraf da diğerine kin kusmaya başladı. Buna şaşırmamalı. Çünkü kin dindarlığın ikiz kardeşi!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle