16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
23 EYLÜL 2013 PAZARTESİ CUMHURİYET [email protected] SAYFA Montségur tepesi ve şatosu. Haçlı seferinden kurtulan Katarlar’ın sığındığı son kalelerden biri olan Montségur şatosu 1244’te, 10 aylık bir kuşatmanın ardından düştü. Şatodaki kadın erkek 200 Katar kurulan odun yığınları üzerinde yakıldı. KÜLTÜR 15 Katolik ve başlarındaki rahipler kılıçtan geçirildi. kiliseye ve Katoliklere saldırma konusunda Haçlılar arasında tereddüt oluşunca, sefere komuta eden Papalık temsilcisi Arnaud Amaury, tarihe geçen o meşhur emri vermişti: “Siz hepsini öldürün, Tanrı kendi kullarını ayırır!” Halbuki o bölgenin Katolikleri, Katar inancını hiç benimsemeler de onların varolma hakkını savunuyorlardı. Kuzey’den gelenlerle, yani egemen kimliği savunmak adına kan dökenlerle aralarındaki en temel fark buydu. Toulouse başpiskoposu Foulques, Roma Kilisesi’ne inanan Oksitan Şövalye PonsAdhémar’a “sapkın mezhep” üyelerini niye ülkelerinden kovmadıklarını sorduğunda şu cevabı almıştı: “Bunu yapamayız, biz birlikte yetiştik, aralarında kuzenlerimiz var ve o insanlar şerefli bir hayat sürdürüyorlar.” HHH İzmir’de, bu trajik öyküyü günümüze taşıyan Ali Berktay’ın “Son Çığlık” adlı oyununu sahneye koyarken, düşünce ve inanç farklılıklarına saygılı, kültürlerin, dillerin tüm renklilikleri içinde özgürce yaşandığı, doktrinlerin tutsağı olmadan temel insani değerleri baştacı eden bir hoşgörü diyarı, bir “Utopia” canlanıyor gözümün önünde. Bunun tarihsel gerçekle örtüşüp örtüşmemesini değil, yaşanan o destanın içimde böyle bir çağrışım uyandırmasını önemsiyorum. Tarih nice kesişmelerle dolu. İzmir, Alaşehir’e sadece 140 km. uzaklıkta. Alaşehir, Bizans dönemindeki adıyla Filadelfiya, Anadolu’daki önemli Paulus’çu/ Bogomil merkezlerinden biriydi… Karaburun, İzmir’in bir ilçesi bugün. Değerli besteci dostum Tahsin İncirci, “Son Çığlık” oyununun Akdeniz’in batısıyla doğusunu birleştiren özgün müziğini “Börklüce Mustafa’nın huruç ettiği” Karaburun’daki evinde yaptı. Yaratıcı ekibimle, oyuncularımla, İzmir Devlet Tiyatrosu’nun yönetimiyle, personeliyle, hep birlikte bir “Utopia”da yaşıyoruz şimdi ve ben ütopyalara inanmak istiyorum. Tarihi sadece yenenlerin yazmasını reddediyorum. Tarihte çeşitli nedenlerden ötürü geçiş toprağı haline gelmiş bölgeler, farklı kültürlerin karşılaştığı, iç içe geçtiği kavşak noktaları olma özelliğini de taşıyorlar. Anadolu böyle bir yer. Yüzyıllar boyunca batıdan doğuya, doğudan batıya gelgitlerin salınımı içinde şekillenmiş. Balkanlar için de aynı şey söylenebilir. Bu sınır bölgeleri farklı dinlerin buluştuğu, birbirini etkilediği ve ana akımlardan ayrışan mezheplerin boy attığı, yerleşip geliştiği merkezlere de dönüşmüşler zaman zaman… Fransa ile İspanya arasında kalan, doğuda Oksitanya’dan batıda Atlas Okyanusu kıyısına, Akitanya’ya kadar uzanan bölgenin tarihi de benzer bir renklilik içeriyor. Tam bir sınır ve geçiş bölgesi. Öncesi ve sonrasıyla MS 1000 yılı civarında, Anadolu’dan Akdeniz’in en batısına, Fransa’nın güneyine kadar uzanan geniş bir coğrafyayı, Roma Kilisesi’nde kurumsallaşmış Hıristiyanlık ana akımının dışına taşan, onu sorgulayan, eleştiren bir hareket kapladı. Bu hareket farklı yerlerde farklı isimler aldı, farklı siyasal, toplumsal, kültürel çerçevelerin içinde nüanslara büründü. Anadolu’da Paulus’çu, Balkanlar’da Bogomil, İtalya’da Patarino, Oksitanya ve Akitanya’da da Katar diye bilindiler. Ama onlar kendilerine genellikle “İyi Hıristiyanlar” veya “İyi insanlar” derlerdi. Tüm farklılıklarının ötesinde, çok önemli birkaç noktada hepsi buluşuyordu: Kiliseyi ve yerleşik din kurumlarını tanımıyorlardı; bu dünyanın malına, mülküne ve iktidarlarına değer vermiyorlardı; insanların hepsini eşit görüyorlardı. Belki bir ortak noktalarından daha söz edilebilir: Bu hareketlerin hemen hepsi, dini ve dünyevi merkezi iktidarlar tarafından kovuşturuldular, baskıya uğra ‘Otantik’, Ne Kadar Özgün? Geçenlerde bir akşam çalışmama ara verip TV kanalları arasında gezinirken, bir tartışma programına takıldım. Konuşmacılardan biri, “o” ile başlayan bir sözcüğü seslendirmeye çalışıyordu. Hani o çok bilinen deyişle, söylemek istediği sözcük belli ki “dilinin ucundaydı”, ama bir türlü oradan kopamıyordu. Fakat sonunda genç konuşmacının yüzü bir anda aydınlandı; bilginin o nurlu ışığı bir anda bütün sahneyi aydınlatıverdi ve söylenmek istenen sözcük dört bir yanda yankılandı: “Tamam, buldum! Otantisite!” Zaten biraz önce genç konuşmacı asıl başarmak istediğini dile getirmişti: “Yabancı dildeki özgün karşılığını söylemek istiyorum...” Ve sonunda olmuştu işte! Otantisite, elbet sözcüğün tam karşılığıydı ve “özgün”den elbet çok daha özgün, dolgun ve de “vurucu”ydu – bu sonuncusunu, etkileyici anlamında kullandım. İyi de, şu otantisite, yabancı kaynaklılığının bütün büyüsüne rağmen, yine de kafamda bir soru uyandırmıştı. YÖK, ilahiyat fakültelerinin ders programlarından felsefe derslerini kaldırdığından, bir de öğretmen kadrolarına sadece yüz elliyi bulmayan sayıda “felsefe öğretmeni”nin atandığı bildirildiğinden bu yana, bu türden soruların sayısı kafamda gittikçe kabarıyor. Çünkü felsefe derslerinin bunca azaltılmasının, örneğin yaşadığımız ülkeyi yanlış okumak gibi bir tehlikeyi de beraberinde getirebileceğinden korkuyorum. O yüzden, özellikle son birkaç aydır ülkemi doğru okumak bende bir tür tutkuya, dahası, okuma ve sigara tiryakiliklerimin yanı sıra, yeni bir tiryakiliğe dönüştü. Ama bu durum, sevgili okurlarımı bir tehlikeden korumak için hemen başta söyleyeyim, sağlığıma iyi gelmiyor – sigara değil, ülkemi doğru okuma tiryakiliği yani. Son zamanlarda ülkemi her doğru okuyuşumdan sonra ense kökümde bir zonklamadır başlıyor, kalp ritmimdeki bozukluk ise kendini daha bir belli ediyor. Ama engel olamıyorum. Sorular sanki kendiliğinden geliyor. Örneğin şu son olaydan sonra. Otantik, “özgün”den daha mı özgün? “Öz” kökünden gelen “özgün”, ne zamandan beri anlaşılır ya da kendini anlatabilir olmaktan çıktı da, “otantik”liğin ya da otantisite saçmalığının peşine bu kadar düştük? Yoksa, evet yoksa, yaşadığımız iklimde her şey, hem de çoktandır, özgün olmaktan çıkıp “gibi” yaşamaya dönüştü de, biz bunun farkına varamadığımız için mi bunca otantik olmak peşindeyiz? Ya da şu sorulabilir: “Otantisite ile, nicedir yitirdiğimiz bir özgünlüğün bıraktığı boşluğu mu doldurmaya çalışıyoruz?” İşte gördüğünüz gibi sevgili okurlarım, bırakın felsefeyi, biraz doğru düzgün düşünmenin ve soru sormanın ölçüsü kaçtığı zaman bile sağlık tehlikeye girebiliyor ve ben, tıpkı şimdi olduğu gibi, yine tansiyonumu ölçtürme zorunluluğu ile karşılaşıyorum! O yüzden, beni bağışlarsanız eğer, aklıma gelen bir başka soruyu bugün seslendirmeyeceğim. Yani: “T.C. harfleri neden kaldırıldı?” sorusunu: “Peki T.C. harfleri varken Cumhuriyetin ne kadarı kalmıştı?” sorusu ile tamamlamayacağım. Onu bir başka güne bırakıyorum. Çünkü dediğim gibi, benim kalp ritmi bozukluğu rahatsızlığı gibi bir rahatsızlığım daha var! Anadolu’dan Oksitanya’ya Utopia’da yaşamak... dılar ve çeşitli yöntemlerle katledildiler. Engizisyon esas olarak onları kovuşturmak üzere icat edildi. Katarlar’ın öyküsü de bu trajik yol haritasının dışında kalamadı. O “haçlı seferleri” çağında, bir haçlı seferi de onlara, daha doğrusu onları koruyan, kollayan Oksitanya’ya karşı açıldı. 1204’te Papa III. Innocentius kışkırtmaya çalıştığı Fransa Kralı Philippe Auguste’a şöyle yazmıştı: “Sapkınlığı topraklarından kovmak istemeyen veya onu desteklemeye cüret eden kontların, baronların ve ahalinin malını mülkünü müsadere edin. Hiç gecikmeden tüm bu memleketi kraliyetin topraklarına katın.” 1209’da, bu teklifin cazibesine kapılan Haçlı seferi uYaratıcı ekibimle, oyuncularımla, İzmir Devlet Tiyatrosu’nun yönetimiyle, personeliyle, hep birlikte bir “Utopia”da yaşıyoruz şimdi ve ben ütopyalara inanmak istiyorum. Tarihi sadece yenenlerin yazmasını reddediyorum. Kuzey’in baronları büyük bir orduyla Güney’e doğru yola çıktılar. Batı’da sanatın kutsaldışı alana kaymasında çok önemli bir yeri olan “trubadur”ların (halk ozanları) ve “fin’amor”un (soylu aşk) diyarı Oksitanya, zırhlı süvarilerin ağır nalları altında ezildi, mahvedildi. Bazı kontlar uzlaşmayı tercih etti, küçük şövalyeler çoğunlukla direndiler. Ama halk ki ezici çoğunluğu Katolikti yedisinden yetmişine büyük acılar çekti, insanlara o günün koşullarında bile inanılmaz gelen katliamlar yaşandı. 1209’da 20.000 nüfuslu Béziers kentinin tüm ahalisi Haçlılar tarafından öldürüldü. Kentin katedraline sığınan 7.000 ‘Tanrı kendi kullarını ayırır…’ Orhan Tekeoğlu’nun senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı ‘Öyle Sevdim ki Seni’ buruk bir aşk hikâyesini konu alıyor Trabzon’da kadın olmak ÖZNUR OĞRAŞ ÇOLAK Nurdan Tümbek Tekeoğlu ve Orhan Tekeoğlu onları ilk 2010 da Doğu Karadeniz kadınlarının doğaya karşı verdikleri mücadeleyi konu alan “İfakat” adlı belgeselle tanıdık. Şimdilerde ise yeni bir filmle seyirci karşısına çıkmaya hazırlanıyorlar. Film yine Trabzon’da geçiyor ve yine o bölgede yaşayan kadınları konu alıyor. “Film, gerçek bir hikâyeden yola çıkarak hazırlandı. ‘İfakat’ın belgesel çekimleri sırasında Ayşe karakteri ile tanıştım. Anlattığı hikâye beni çok duygulandırmıştı. Diğer yandan Rus kadın karakteri Olga’nın da hikâyesi en az Ayşe kadar hüzünlü ve acıklı. Bir yanda muhafazakâr bir Trabzon, diğer yanda güzel, sarışın mavi gözlü kadınlar. Her iki taraf da yaşayacakları hayata hazırlıksız yakalandı” diyor “Öyle Sevdim ki Seni” adlı filmin senaristi ve yönetmeni Orhan Tekeoğlu... Tekeoğlu’nun ilk uzun metrajlı filmi “Öyle Sevdim ki Seni” 27 Eylül’de gösterime girecek. Tekeoğlu’nun gün yüzüne çıkmamış onlarca hikâyeden biri bizimkisi diye tanımladığı film, buruk bir aşkı anlatıyor. Yıllar önce Santa’dan Yalta’ya giden Mustafa Usta’nın torunu Olga, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla işsiz kalır ve Sarp sınır kapısı açılınca Trabzon’a gelir. Olga herkesin Nataşa olarak algılandığı bir dönemde Cemal’in karşısına çı u Tekeoğlu’nun ilk uzun metrajlı filmi “Öyle Sevdim ki Seni” 27 Eylül’de gösterime girecek. Tekeoğlu filmi gün yüzüne çıkmamış onlarca hikâyeden biri diye tanımlıyor. Filmin gala gecesi ise bugün Trabzon Varlıbaş Alışveriş Merkezi’nde yapılacak. kar. Göç, parçalanmış aileler ve bir aşk hikâyesi… Tekeoğlu, “Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra 1990’lı yılların ortalarından 2000’li yılların ortalarına kadar süren bir dönemde büyük bir sosyal travma yaşadı. Başka bir deyişle sosyolojik anlamda bir fay kırılması yaşadı. O dönemde pek çok ocaklar söndü, çok olaylar yaşandı. Ama birçoğu gizli kalmış, gün yüzüne çıkmamış. Trabzon, o dönemin bavul ticaretinin merkezi konumunda. Dolayısıyla olayların büyük kısmı da Trabzon’da yaşanıyor” diyor. Bin 800 metre yükseklikte Santa harabelerinde diğer adıyla “Öyle Sevdim ki Seni” filminin yapımcılığını üstlenen Nurdan Tümbek Tekeoğlu, kadın sorunlarına kayıtsız kalamadığını, kız çocuklarının eğitim sorunu ve kadının konumunun her zaman ilgi alanı olduğunu söylüyor. “25 yıl çeşitli pozisyonlarda çalıştığım şirketlerde hep bu konularda sosyal sorumluluk projelerini destekledim, hatta başlattım. Sinema da ilgi alanımdı. 10 yıl Türsak ile Metro’da yönetici iken kısa film yarışması düzenledim ve birinci gelen çocuklaDumanlı’da yapılan çekimlerde hava koşulları ve sis ekibi zorlamış. Filmde rol alan oyuncuların karakterleri iyi analiz ettiklerini söyleyen Tekeoğlu, “Uzun uğraşlar verdik. Sadık karakterini canlandıran tiyatro oyuncusu Fatih Dokgöz yıllardır Trabzon’da yaşayan biri. Cemal karakterini canlandıran Oktay Gürsoy, film çekimlerinden çok önce Trabzon’a gelerek hayatın içine girdi ve buradaki insanların arasına karıştı. Olga karakterini canlandıran Alma Terciç hiç zorluk yaşamadı rolü için. Kayhan Yıldızoğlu, gerçek hayatta da zaten bilge adam. Birçok sanatçı Karadeniz kökenli olmasına rağmen, bir kısmı da bölge ile hiçbir bağları yok. Ama bu filmden sonra Trabzon’la kuvvetli bağlar oluştuğuna inanıyorum” diyor. Görüntü yönetmenliğini Ercan Yılmaz’ın üstlendiği filmin müziği Selim Bölükbaşı’na ait. ‘Yapımcılık zor iş’ rı New York Film Akademisi’ne gönderdik. Eşim Orhan Tekeoğlu Trabzonlu ve özellikle Doğu Karadeniz’de yüksek dağlık kesimlerde doğaya karşı sırtında sepetlerle verdiği mücadeleyi anlatan ‘İfakat’ belgeselini çekmek isteyince kayıtsız kalamazdım ve böylece kendimi yapımcılık denizinin ortasında buldum. Belgesel bizi ikinci bir kadın sorununu konu edinen uzun met rajlı bir film çekmeye itti. ‘Öyle Sevdim ki Seni’. Hevesle girdiğim bu projeyi çok büyük zorluklarla mücadele ederek bitirdik. Bunun kitabını muhakkak yazacağım. Bu sektörde bizi yanıltan, yardım etmeyen, paylaşmayan insanlar olduğu gibi ‘Avşar Film’, Selami Sarı, Adnan Çebi, Süleyman Varlıbaş, Bekir Okan, Levent Eyüboğlu gibi yardım eden dostlarımız da oldu. Ben kadın sorununa bu filmle dikkat çektiğimizi düşünüyorum” diyor. Orhan Tekeoğlu
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle