19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 2 AĞUSTOS 2013 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Eski Kültürden Kopuldu mu? Hastalıksız Çözümler AKIL tutulmasından kurtulması gereken Türkiye’de son günlerin umut verici gelişmelerinden biri Kürt sorununun sağlam zeminlere oturtulmaya başlanmasıdır. Örneğin, o soruna kendi sınırlarımız içinde ve kendi vatandaşlarımız açısından bakabilmek. Yani, başka devletlerin topraklarında yaşayıp da “biz Kürt’üz” diyenlerin o kişilikleriyle, o devletlerdeki sorunlarını sırada kendi sorunlarımızdan önceye alıp onlar adına çözmeye kalkışmaktan vazgeçmek. lbet oralarda onların çözümleri burada bizdeki çözümleri de etkileyebilir; yahut kendi açımızdan baktığımızda oradan alınabilecek dersler ve çözüm modelleri de vardır. Ama bilelim ki bütün bunlar burnumuzu oranın ve onların işlerine sokup birtakım çözümler dikte etme hakkını vermez bize. Herkesin sorunu da, çözümü de kendine. Çağdaş dünya bu gibi durumların uygarca, centilmence, yani efendice değerlendirilmesini kolaylaştırmak için genellikle sanıldığından çok daha geniştir. Hem mekânca hem de hukukça. Böyle düşünüldüğünde, “aman, oralarda onlar falanca yerlere özerklik vermiş, filanca konularda çok sıkı davranmışlar” diye telaşlanıp korkmanın da âlemi yoktur. Bizdeki çözümlerin kendi hukukumuza ve davranış ölçülerimize uygun düşmesini sağlayan yerli bir çözümden daha doğal çözüm olamaz. zaman, gelin bakalım: “Mülki taksimat” denen iller ve ilçeler biçimindeki düzenlememizde güçlükleri giderici somut çözümler var mı? Yetki genişliği ya da yetki devri açısından gerçekleştirilebilecek yenilikler bulunabilir mi? Ulusdevletin kuralları ile bireysel kimliğin korunması ve saygı görmesi açısından yürürlükteki anayasal ve yasal ilkeler yeterli değil de yeni ayarlamalar ve düzenlemeler mi gerekiyor? Kısacası, Cumhuriyet hukuku dışına çıkıp hastalıklı acayip çözümler arayacak kadar çaresiz sayılmayız ve doğru dürüst bir yönetimle sorunlarımızı çözmek atla deveyi sıraya sokmak kadar güç değil. Dolayısıyla kötümser olmanın ve bugünün Türkiyesi’nde de sağlam kurulmuş bir yasal parti ve doğru düşünülmüş bir ekonomiksosyal programla sorunları çözme hedefini bırakarak yan gelip yatmanın anlamı yoktur. Yapılması gereken, eskiyi özlemek ya da yalnızca bir dili, bir etnisiteyi (Türk ya da Kürt gibi) yüceltmek değil, bugün siyasal sınırlarımızın kapsadığı tüm bölgeler ile tarihsel geçmişimizin kapsadığı tüm zamanları bizim kültürümüze ait sayarak, bütüncül ve barışçıl bir kültürel zenginliği araştırmak, geleceğe taşımak olmalıdır. B Mehmet Zaman SAÇLIOĞLU Yazar 1729’dan 1874 yılına kadar 145 yıl içinde Osmanlıca basılan kitap sayısı üçbin civarındadır. 1729’dan Latin abece’sinin kabul edildiği 1928’e kadar iki yüzyıl içinde basılan kitap sayısı ise yalnızca otuz bin kadardır. Oysa 20. yüzyıla gelinceye dek Avrupa’da basılan kitap sayısı on milyonun üzerindedir. “Eski kültürümüz” denilen kültürün kitaplarının sayısını gösteren bilgiye küçük bir araştırmayla erişilebilir. Bu kitapların çoğu resmi, bir bölümü dinsel, bir bölümü edebi, kalan da devletin resmi ideolojine göre biçimlenmiş “güya bilimsel”dir. Çünkü matbaa çok uzun yıllar çeşitli yasaklar, denetimler yüzünden serbestçe çalışamamıştır. Tabii, bu arada okuma yazma oranına da bir göz atmak gerekir. 1927 yılında yapılan nüfus sayımında ülkemizde yedi yaş üzerindeki erkeklerin yalnızca yüzde 17.4’ü, kadınların ise yüzde 4.6’sı okur yazardır. Ortalama yüzde 10.5’tir. Bu oran, abece’nin değişiminden sonra ilk 20 yıl içinde yüzde 33.6’ya yükselmiştir. Yani sözü edilen “eski kültürümüz” ün toplumunun 30,000 kitabı, yüzde 10 da, kul olan okuru vardır. Aslında, halkını yedi yüz yıl boyunca cahil bırakmış bir imparatorluğun, halkıyla kültürel ilişkisi de pek yoktur. Kaldı ki, Latin abece’sine geçiş, Cumhuriyet döneminde gerçekleşmesine karşın bu düşünce çok daha önce 1860 yıllarında başlamıştır. Dönemin aydın eğitimcileri, eğitimin geri kalmışlığının nedeninin Arap temeline dayalı Osmanlı abece’si olduğunu, bunun Türk diline uymadığını, değiştirilmesi gerektiğini vurgulamışlardır. Yani konu, “aydın bilimcilerle” “tutucu ilimcilerin” eski bir tartışmasıdır. Temelinde toplumun değişime uğrayacağı korkusu bulunmaktadır. Türkler, Arap abc’sini Müslüman olmaya başladıktan sonra parça parça kabul etmişlerdir. O zamana kadar kullandıkları, Uygur abe E O irileri son yıllarda eski bir sakızı yeniden çiğnemeye başladı. Söylenen aşağı yukarı şu: “Cumhuriyet, eski kültürümüzle bağımızı kopardı.” Cumhuriyet sözcüğü yerine kimi zaman Dil Devrimi, kimi zaman Latin Abece’si de kullanılıyor. Osmanlı’nın on beşinci yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar olan dönemi, Türkçemizin Fars ve Arap dilleri altında epeyce değiştirildiği, Anadolu’nun ve Anadolu kültürünün ise Osmanlı tarafından görmezden gelindiği bir dönemdir. 1440’ta Almanya’da icat edilen matbaa, çok geçmeden Osmanlı ülkesine gelmiştir ama matbaa işletme izni Osmanlı’nın Türk ve Müslüman vatandaşına 1726 yılına kadar verilmemiştir. Türk ve Müslüman olmayanlara da dini kitaplar dışında kitap basma izni verilmiştir. Bu yasak, el bezemeleriyle ve yüksek parasal değeri nedeniyle bir sanat yapıtı da olan el yazması Kuran’ın nesne olarak da kutsallaşmasını sağlarken Kuran metninin Gutenberg’in hemen bastığı İncil kadar hızla yayılamamasına da neden olmuştur. On yedinci yüzyılda İngiltere’den gönderilen on binlerce matbaa basımı Kuran’ın denize döktürüldüğü söylenir. Matbaanın Osmanlı’da bu denli gecikmesinin nedenlerinden biri dinsel kitap yazan ve süsleyen el yazmacılarının aç kalacağı korkusu ise; ikincisi, tüm bilimsel ve teknolojik icatların bir biçimde etkilediği gibi, matbaa nedeniyle de dinin sarsılabileceği ve sosyal, siyasal ilişkilerin değişebileceği korkusudur. Matbaanın Avrupa’da icat edildiği 1440’tan Osmanlı’ya geldiği 1726’ya kadar Avrupa’da bir buçuk milyon farklı kitap, bir buçuk milyar adede yakın miktarda basılmış ve dağılmıştır. Hatta Voltaire, İstanbul’da bir yılda yazılanların, Paris’te bir günde yazılandan az olduğunu iddia etmiştir. ce’siydi. Daha sonra, Arap ve Fars kültürlerinin etkisi altında kalarak üç dilden oluşan tamamen yapay Osmanlıcayı yarattılar. Bu dil, resmi bir dildi ve Anadolu’da yaşayan toplumların günlük dilleri değildi. Etnik topluluklar kendi dillerini, Anadolu Türkleri de Karacaoğlan’ın, Pir Sultan Abdal’ın dilini konuşuyorlardı. O zaman, Cumhuriyet, eski kültürümüzle bağımızı kopardı yargısında bulananlara şunu sormak gerekir: Bizim kültürümüzde yalnızca Osmanlı mı vardır, yoksa Türk boylarının ve geldiğimizde Anadolu’da karıştığımız eski halkların kültürleri de var mıdır? Kültürümüzü Sünni Osmanlı kültürüyle sınırlamak bilimsel değil, olsa olsa bir ideolojik bakıştır. Kültür, hangi dille konuştuğumuzla da ilişkilidir, çünkü konuştuğumuz dille düşünürüz. İnançlara bağlı olmadan düşünebilme düşüncesi, 19. yüzyıla gelinceye kadar tüm dünyada yok denecek kadar azdı. Cumhuriyet bize kendi dilimizle, kendi duygumuzla düşünmeyi kazandırmıştır. Gelecekte, birden çok dille konuşan, düşünen, eylemde bulunan insanların artacağı dünyamızda kültür sorununun, bugün öngöremeyeceğimiz başka parametrelerle ele alınacağı da bir kehanet olmasa gerektir. Eski kültürümüzle bağımız, Cumhuriyet sayesinde iddia edildiği gibi kopmamış, daha sağlam kurulmuştur. Çünkü Cumhuriyet, bize Osmanlı’dan daha çok okuryazar, daha çok kitap, eskiye daha çok merak ve geleceğe daha çok umut sağlamıştır. Evet, Cumhuriyet de o günün koşulları çerçevesinde bir ulus yaratma hedefi nedeniyle Anadolu etnik kültürlerini Osmanlı gibi görmezden gelmiştir ama Türk kültürünü yok olmaktan kurtarmış, türkülerin, masalların derlenmesine, Türklerin kendi kültürünün farkına varmasına olanak sağlamıştır. Bundan sonra yapılması gereken, eskiyi özlemek ya da yalnızca bir dili, bir etnisiteyi (Türk ya da Kürt gibi) yüceltmek değil, bugün siyasal sınırlarımızın kapsadığı tüm bölgeler ile tarihsel geçmişimizin kapsadığı tüm zamanları bizim kültürümüze ait sayarak, bütüncül ve barışçıl bir kültürel zenginliği araştırmak, geleceğe taşımak olmalıdır. Erdoğan’ın İki Misli Oy Alan Darbeci Diktatör AKP yönetiminin, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbe zulümlerini aştığına ilişkin pek çok tanıklık yapılıyor son günlerde… Ali Sirmen gibi, Ataol Behramoğlu gibi, her üç dönemi de yetişkin olarak yaşamış, haklarında davalar açılmış, hapislere düşmüş insanlar, karşılaştırmalı yazılarında, 12 Mart ve 12 Eylül askeri dönem uygulamalarının bugünkülerin yanında hafif kaldığını, AKP’nin bir “Sivil darbe” yapmış olduğunu belirtiyor… AKP’nin sivil darbesi, zulüm ve demokrasiden sapmalar hakkındaki eleştiriler, özellikle Gezi Direnişi’nden sonra, artık ulusal sınırları aştı, uluslararası boyutlara ulaştı. Bu eleştirilere, örneğin The Times’da yayımlanan ve kendisini diktatör diye niteleyen metne imza atanlara karşı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan şöyle diyor: “Bunlar düşüncelerini fikirlerini kiraya vermiş tipler. Eğer bunlar demokrasiye gerçekten inanmış tipler olsa, bu ülkede düşünün artık yüzde 50 oyla iktidar olmuş bir partinin liderine diktatör deme ahlaktan yoksunluğunu gösteremezlerdi.” Temel hak ve özgürlüklerde her türlü sınırlama ve kısıtlamayı, her türlü demokrasi ihlalini “İleri Demokrasi” adına yaptığını öne süren bir Başbakan’ın, kendini eleştirenlere “fikirlerini kiraya vermiş tipler” ve “ahlaktan yoksun” demesi normal… Normal olmayan “yüzde 50 oyla iktidar olmuş bir partinin liderine diktatör deme ahlaktan yoksunluğu” ifadesi: AKP’ye demokratik olarak muhalefet eden, barışçı yollarla karşı çıkan insanlara bile “darbeci” damgasını basacak kadar gözü dönmüş olan… “Darbeci” sözcüğünü, bütün muhaliflere karşı yerli yersiz kullanan Erdoğan ve allame danışmanları, Türkiye’deki en büyük darbecinin ve diktatörün Kenan Evren olduğunu unutmuş mudur? Kenan Evren’in yüzde 92 oy alarak seçildiğini bilmezler mi? Demek ki neymiş efendim: Yüzde 50 değil, yüzde 92 oy bile, bir insanı darbeci, diktatör olmaktan kurtaramıyormuş… Çünkü darbecilik ve diktatörlük, alınan oyla değil, yapılan icraatla ölçülür! Onun Işığını Çok Özleyeceğiz T Daver DARENDE / Emekli DiplomatYazar üm yaşamını Cumhuriyetimize ve onun değerlerine adayan, Atatürk ilkelerinin ve devrimlerinin yılmaz savunucusu Prof. Dr. Alpaslan Işıklı’yı yitirmenin derin üzüntüsü içindeyim. Kemalizm, onun için, bizler için kurtuluşun meşalesiydi. Hep bu inançla yaşadı. Hiçbir zaman “su başlarını tutanların” yanında olmadı. Özgürlük ve de mokrasi tutkunu Işıklı, emekçinin dostu idi. Toplumsal sorumluluk duygusu yüksek bir insandı. Türkiye üzerine oynanan kirli oyunları, emperyalizmin iki yüz yıldır çevirdiği dolapları en iyi anlayan ve anlatan aydınlarımızın başında geliyordu. Kemalizmin ilkelerinden asla ödün vermedi. Onun yıllar önce yazdıklarının hepsi günümüzde doğrulanıyor. Prof. Işıklı, tanıyanın da tanımayanın da dostuydu, çağdaşlığa giden yolda hiç sönmeyen bir ışıktı. Yüreği ile gülümseyen, insan sevgisi ile dolu, çevresine ışık saçan Prof. Işıklı’yı çok arayacağız. Kederli ailesine ve ulusumuza başsağlığı dilerken, değerli dostumu saygıyla anıyorum. Yokluğunu her dem hissedeceğiz.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle