19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 19 AĞUSTOS 2013 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Recep Tayyip Erdoğan’a Açık Mektup İflas ve Yüceliş MISIR’IN başına gelenler, evrensel barış ve insanca yaşam hedeflerinde daha ne kadar yol gitmemiz gerektiğini açıkça ortaya koydu. Hem teker teker ülkeler açısından, hem de genel dünya düzeni açısından. Büyük ideolojilerin çevresindeki değişik sistemler ve büyük dinlerin içindeki çeşitli mezhepler evrensel olması gereken hedefleri gerçekleştirmeye yetmedi, teknolojik ilerlemeler bile bu düşüncelerle idealler arasında etkileşimlere ve sentezlere varılmasına yeterince yararlı olamadı. Bu görüntü, klasik demokrasinin ve kapitalist ekonominin iflası demektir. Dünya hâlâ yersiz çatışmalarla gereksiz ölümler dünyası. Bu iflasın mutlaka gürbüz silkinişlerle yeniden yücelişlere dönüştürülmesi gerekiyor. u bakımdan gelecek için umut verici örnekler hiç mi yok? Sınırsız iyimserliğe ve dar kafalı bencilliğe kapılmadan bilelim ve inanalım ki, Türkiye Cumhuriyeti bu kötümserlikleri giderecek önemli örneklerden biridir. Onu perçinleyip daha da gelişmesini sağlamayı ihmal etmemeliyiz. Çünkü Kemalist cumhuriyetçiliğin ilkeleri, evrensel değerlerle barışık olmaları sayesinde, böyle bir ilerlemeye her zaman açık kalabilecek güçtedir. Üstüne üstlük Cumhuriyetin kuruluş dönemlerinde sanayi programları ve kalkınma planlarıyla edinilen deneyimler bir başka açıdan da cumhuriyetçi ekonomi tarihine “diyalektik” sayılabilecek bir zenginlik kazandırmış sayılır: Daha açık bir anlatımla, yirminci yüzyılın Soğuk Savaş yıllarında liberal ve Marksist gelişme felsefeleri açısından bloklar arasındaki olumlu yarışla Avrupa’ya kazandırılan dolaylı ilerlemenin sentezci etkisini Türkiye de daha önce kalkınma planlarıyla kendiliğinden yaşamış sayılmaz mı? aşka bir deyşle, oralarda şimdi görülen kötümserlik ve ufuksuzluk sendromuna bizim cumhuriyetçi ülkemizin de kapılması için geçerli hiçbir neden yoktur. Sözde pratik ve hizmet temelli Erdoğan’cıGülen’ci sisli karışıma katılması için de. Kuruluşun temiz mayalı ve güçlü hamuru bize yeter. Umarım burada yazdıklarım, size de benim gibi, otuz yıl öncesinin anılarını geri getirir de bugün yaşadıklarınıza anlam vermenizi ve kâbustan kurtulmanızı sağlar. Ama doğrusu, son günlerdeki tutumunuzdan, başlangıçta “iman” ettiğiniz yolunuzdan başka bir yol tutacağınız konusunda, pek bir umut görmüyorum. ORUÇ ARUOBA “Demokrasi bir matematiktir ancak aritmetik değildir.” Metin Paşarel GaSte, Mayıs 2007, s.17 tahmin ediyorum: Hem de, “Tek yol” sayarak içinde yetiştiğiniz İslam ve kafanızdaki ezber Kuran karşısında, “kâfirlik” olmasa bile “zındıklık” saydığınız bu ideolojilerin arasında; üstelik, en büyük kâfirler saydığınız “iki ayyaş”ın izleyicileri olma iddiasındaki “silah sahipleri”nin tehdidi altında, yapabileceğiniz pek bir şey yoktu. O “silah sahipleri”nin en sonuncuları, bereket versin (!) o iki ideoloji sahiplerini doğradılar, astılar. Siz de imam hatip sonrası (bir lyceé’nin de kâğıdını alarak) zarzor girdiğiniz İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nden devşirme, bir işe yaramaz diplomayla, kendinizi Kasımpaşa kaldırımlarında buldunuz. Gerçi, herhalde, genç bir yaşta girdiğiniz gençlik örgütleri ve bağınız olan “düşünsel”, yani İslami örgütler size göz kulak oluyordu; ama “lümpen proleter”diniz artık: Kısa bir süre ayak topunu denediniz ama buna da yeteneğiniz olmadığını anladınız. Hayatınız boyunca, “politikacılık” (“resmi” biyografinize göre limonata ve simit satmak) dışında, görünür bir “iş” tutmadınız; bilgi sahibi olmak anlamında bir “meslek erbabı” olmadınız. O yıllarda, sizin dilinizden konuşur gibi görünen badem bıyıklı, rengârenk kravatlı bir makine profesörü, “diniman” diye bağırıp çağırmaya başlamıştı; siz de onun yanına gidip “divan durup el bağlayarak” rahlei tedrisine çömeldiniz. (Mekanik falan değil, politika tedrisatı görmek için tabii...) Bu “kadayıf pişirici” iyiydi hoştu da, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyordu; ama sizi de belediye başkanı yaptırdı. Gene de işte, partinizin oyları yüzde 20’nin üstüne çıkmıyordu bir türlü; boyuna da kapatılıp duruyordu. Siz de başka yolların denenmesi gerektiğine karar verip, “hoca”nızı da yüzüstü bırakarak, kendi “yol”unuzu yürümeye başladınız. Yaptıklarınıza, kendi ilkeleri açısından, muarızlarınızdan hiçbirinin (tutarlı olarak) karşı çıkamayacağı yollar tuttunuz: İnsan hakları ve kişi özgürlüğü’ne dayanmak, “demokrat” olmak, Avrupa Birliği’ne girmek, çağdaş hukuk (“muasır medeniyet”maazallah) normlarını yasalara sokmak... Bu yollar işe yarıyordu; hem demokratikleşiyormuşsunuz gibi bir görünüm veriyordu yaptıklarınıza hem de popülaritenizi, dolayısıyla aldığınız oyları artırıyordu. Böylece, o üniversite yıllarında sizi ezip duran “solcu” ve “sağcı”ları (ve 12 Eylül’den arta kalan herkesi) “sandık”ta alt ettikten sonra, asıl “muarız”ınız olan “silah sahipleri”ne yöneldiniz; tabii tamamen hukuklu ve demokratik görünen yollar kullanarak... Gerçi arada bir İslami takıntılarınız ortaya çıkıp sırıtıveriyordu (“zina”, “idam” gibi); ama bunları hemen düzeltiyordunuz ya da es geçiyordunuz. Böylece on yıl içinde “güçlü başbakan” oldunuz. Artık önünüzde duracak hiçbir güç kalmamıştı ortada; ne sandıklı, ne tokmaklı, ne de silahlı... O zaman “fayrap” ettiniz: Haydi bakalım; yok Osmanlı’ydı, yok altı minareli “selatin” taklidi camiydi, yok “meni mezkurat”tı, yok “SünnilikAlevilik” idi, yok “dindarkindar” gençlikti... “Yürüdünüz bu yollarda”; ne de olsa “istatistik” sizden yanaydı. Derken, birden bir şey oldu: “Küffar”a karşı “cihat” anıtı olacak (“iki ayyaş”tan ikincisinin yıktırdığı) bir garabeti “ihya” edip, kenarına “ilk ayyaş”ın ve ayyaşların hepsinin kurduğu Cumhuriyetin de anıtının karşısına bir cami konduracağınız; solcuların da 1 Mayıs meydanı olan yeri, “kafa”nıza göre düzenleyeceğiniz sırada, birkaç “çapulcu” (yoksa “kemirgen” mi?) ortaya çıkıp, atacağınız ilk adımla ezmeye çalıştığınız ağaçlara sarılıp, “Yeter artık” dedi size. Siz hemen “Urun kellesin!” diye ünlediniz; ama, heyhat, birdenbire, nereden çıktıklarını anlamadığınız yüz binlerce ilave çapulcu çıkıverdi aynı alana, alanlara, bütün ülkeye... Anlamadınız: Kendinizi, o eski çapulcu kâfirzındıkların kapıştığı geçmişteki akademi amfisine geri dönmüş buldunuz. Temizlediğinizden emin olduğunuz “silah sahipleri” de sanki kapıyı yeniden zorluyorlardı bile... Hiç anlam veremediniz olup bitene: “Feshüpanallah bunlar elhamdülillah yok olmamışlar mıydı inşallah?” Olmamışlardı. O “baş ayyaş” ın “emanet”iyle yetişmişlerdi ve şimdi emanetlerine sahip çıkıyorlardı bunlar; sizin de bol bol kullandığınız “hak” ve “özgürlük” söylemiyle, hiç anlayamadığınız tümceler kuruyorlardı bunlar, hem de... Bunlarla na İslami takıntılar S B ayın Erdoğan, İzmir, 17 Haziran 2013 Son iki gündür, ama aslında bu son iki haftadır, sizi düşündüm nedense, aklım hep üniversite hocalığı yaptığım yıllardaki (19731983) eski anılarıma geri dönüp durdu. İlk birkaç gün içinde de bunun nedenini kavradım: Siz o yıllarda üniversite öğrencisiydiniz; benim de, kafaları sizinkine benzer biçimde çalışan birkaç öğrencim olmuştu. Yani, o İslami “kafa”nın çalışma biçimini düşündüm, aslında kendimi de sizinle birlikte bir üniversite amfisine geri dönmüş buldum... Birçok nokta da, aradan geçmiş 30 yılın ardından, yerli yerine oturdu. Bu noktaları size anlatmaya çalışmak için yazıyorum. O yıllarda, size benzer, “İslamcı” denilen öğrenciler de geliyordu üniversiteye. Biz, hocalar olarak öteki; “devrimci” ve “ülkücü” olarak gelen öğrencilerin arasında, bunları kayırmaya eğilimliydik, çünkü o ötekiler arasında bir tür kıskaç içine düşüyorlardı. sıl baş edebileceğinizi bilemiyordunuz artık. Bir de, üstüne üstlük, bir “şaklaban” çıkmıştı ortaya, kocaman amfinin en ortasında, “baş ayyaş”ın resminin önünde dikelip, size karşı duran. Ardından binlercesi... Ne yapmalıydınız bu amfiden çıkıp kurtulmak için; bu otuz yıllık kâbus bir bitse... Ama çıkamıyordunuz, çünkü anlamamıştınız. Üstelik amfiden çıkmak da istemiyordunuz ki... Artık tek bir yol kalmıştı: Sandığa ve istatistiğe geri dönmek. O yol güvenliydi, kimsenin itiraz edemeyeceği bir yoldu, şimdiye dek de sizi hiç gücendirmemişti. Bunu anladınız; en azından, tek çıkış olduğunu. Ama gerisini hiç anlamadınız. Şimdilerde de, o sandık için bağırıp duruyorsunuz. Eh... Umarım burada yazdıklarım, size de benim gibi, otuz yıl öncesinin anılarını geri getirir de bugün yaşadıklarınıza anlam vermenizi ve kâbustan kurtulmanızı sağlar. Ama, doğrusu, son günlerdeki tutumunuzdan, başlangıçta “iman” ettiğiniz yolunuzdan başka bir yol tutacağınız konusunda, pek bir umut görmüyorum. Gene de, son bir şeyler söyleyeyim: Sandık ve istatistik makbul bilgi edinme yollarıdır; ama görüyorsunuz buna rağmen, oradan çıkan sonuçlara aldırmayan birtakım “çapulcu”lar ortaya çıkarak, o “baş ayyaş”a uyup, özgürlükten (“istiklal”den ve tabii “gaflet, dalalet ve hıyanet”ten...) falan dem vurabiliyorlar. Boş verin hepsine; nasıl olsa bunları sandıkla birlikte gömersiniz... Onlar da birer “kul” olduklarını anlarlar; sizin kendinizin bir “hizmetkâr” olduğunuzu anladığınız (söylediğiniz) gibi... Ama şunu, hiçbir sandıkla ya da sandıkta, gömemezsiniz: Her bir insan, özgür bir kişidir; her bir yurttaş da, eşit hak sahibi, geçerli söz sahibi, bir bireydir. Bunu bunları da, hiçbir istatistik değiştiremez. Size saygılar sunuyorum, gene de. 25 Haziran 2013 Not: Bu mektup verilen tarihlerde yazılmış; ancak gönderilmesi için, “Belki umut vardır” kuşkusuyla sizin, “şiddete karşı şiddet” sözünü sarf etmenize dek bekletilmiştir. Size artık “saygılar” bile sunmuyorum… O. A. 24 Temmuz 2013 Her bir insan özgürdür B “Mağdur” ve “mazlum” oluyorlardı, sizin deyimlerinizle. Aslında, ideolojik olarak, en az ötekiler kadar “sıkı” bir “kafa yapıları” vardı üstelik, eyleme de yatkındılar; ama bazen kendilerine “akıncı” ya da “mücahit” deseler de, ötekiler kadar şiddet yanlısı değillerdi. Gerçi ötekilerin “Tek yol devrim”, “Tek vatan, tek millet” gibi graffitilerine karşılık “Tek yol İslam” yazıyorlardı duvarlara; ama ötekiler yazarken yakalamasınlar diye dikkat de ediyorlardı ne de olsa ötekilerin çoğunlukla bıçakları, hatta tabancaları vardı; onlarınsa (galiba?) yoktu. Ötekiler silahları aslında birbirlerine ve “polis”e karşı kullanıyorlardı; onları ise, arada öylesine bir pataklıyorlardı ama, olsun, ne olur ne olmaz... Siz de böylesi cenderelerden geçtiniz, Eyleme yatkındılar Emanete sahip çıkmak Kamu Avukatları Memur Değildir K SÜREYYA TURAN amu avukatları kimlerdir… Bu sorunun en basit ve kısa cevabı; kamu avukatı kamunun (devletin) haklarını savunan kişidir.Yani fertlerin tek tek oluşturduğu ve sahibi olduğu hakların savunmasını kendisine meslek edinen kişidir. Kamu avukatı aynı zamanda devletin ve kurumların tüm işleyişinin hukuka uygunluğunu sağlayan, devleti her türlü haksız saldırıdan koruyan, devletin kadro ve bünyesi içinde görev yaparken çok büyük miktarlardaki dosyaların sorumluluğunu taşıyan kişidir. Devletin adli, iktisadi, sosyal her türlü faaliyetinin olduğu yerde kamu avukatı vardır. Emniyet, eğitim, sağlık, savunma, bayındırlık, maliye gibi her alanda devleti kamu avukatı savunur. Hatta ve hatta adalet faaliyetini yürüten yargı organlarını dahi yine kamu avukatları savunmaktadırlar. Statü sorunu: Avukatlık Yasası’nın 1. maddesine göre avukat, yargının kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil eden kişidir. Avukatlık Yasamızda avukatın tek tanımı bu olduğuna göre avukatın kamu avukatı diye bir türü yoktur. Kamu avukatları, avukat kimliğinden kaynaklanan haklarımızın teslimini talep etmektedirler. Bu anlamda serbest veya kamuda çalışanı ile avukatlık bir bütündür, birbirinden bir farkı yoktur. Sorunlar ortak, mesleki kaygılar ortaktır. Kamuda çalışan avukat derken, müvekkili kamu kurumu olan avukatı ifade etmek, bu şekilde de anlamak gerekir. Kamu idareleri bizim çalışma alanımızdır, bu nedenle kamuda çalışan avukatın da savunmasını bağımsız olarak yapma koşullarını sağlamak zorunluluğu vardır. Zaten Türkiye’nin de imzası bulunan uluslararası düzenlemeler devlete avukatlık mesleğinin korunması ve geliştirilmesi konusunda yükümlülükler getirmektedir. Avukatın tekel hakkı temsil yetkisidir Anayasanın 36. maddesi gereği yargı mercilerinde dava ve takip yetkisi herkese tanınmış bir haktır ancak vekil sıfatıyla yargı mercilerinde temsil yetkisi, Avukatlık Yasası’nın 35. maddesine göre sadece avukatlara aittir. Bu madde ile düzenlenen avukatın tekel hakkı, vekil sıfatıyla yargı mercilerinde temsil yetkisini ve hukuki mütalaa verme yetkisini birlikte kapsamaktadır. Uygulamada, hukuki mütalaa verme yetkisi avukatlık sınıfı dışında Genel İdari Hizmetler (GİH) sınıfında istihdam edilen hukuk müşavirleri tarafından kullanılmaktadır. Bu durum avukatlık tekeline açık aykırılık oluşturmaktadır. Bu yapının yeniden düzenlenerek hukuki mütalaa vermenin avukatlık sınıfı tarafından yerine getirilmesinin önü açılmalıdır. Devletin şeffaf olması ve yolsuzlukların önlenmesi gerçekten isteniyorsa; bunun için kamu avukatlarının bağımsız olması ve mesleki güvencelerinin sağlanması önemle gerekir. Oysa ki kamu avukatlarının görevi cumhuriyet savcıları gibi kamu gücünü temsil etmek, kamu adına görevlerini yerine getirmek ve her türlü davada devleti savunup devlet yararını korumaya çalışmaktır. Tüm bunların yanında Danıştay, Sayıştay, idare ve vergi mahkemelerinde, hukuk fakültesi mezunu olmayan kişilerin dahi hâkim statüsünde sayılarak hâkim ve savcıların her türlü mali özlük haklarından yararlandırılmalarına karşın, kamu avukatları bu haklardan yoksun bırakılmışlardır. Devlet Memurları Kanunu’nun mali hükümlerinin uygulanmasını sağlamak üzere hazırlanmakta olan kanun tasarısında kamu kuruluşlarında çalışanlar için yedi sınıf tespit edildiği yayımlanan haberlerden öğrenilmiştir. Bu yedi sınıf sırasıyla; genel idare, sağlık, teknik, emniyet, din, eğitim ve büro hizmetleridir. Bu sınıflamada kamu kuruluşlarında çalışan avukatların ayrı bir meslek grubu olarak ele alınmayıp genel idare hizmetleri içinde mütalaa edildikleri görülmektedir. Bu da idarelerde avukatın ‘memur’ olduğu telakkisinin sonucudur. Kamu avukatları, statü olarak klasik devlet memuru statüsünde değerlendirildiği için, teftiş ve denetleme yönünden de aynen diğer devlet memurları gibi hukukçu olmayan amir kişiler tarafından denetlenmektedirler. Kamu avukatlarının, klasik devlet memuru olmadıkları, özel kanunlara tabi meslek memuru olduklarının dikkate alınarak iş ve işlemlerin denetiminin de, bağımsız hareket eden avukatlık sınıfına tabi kişilerce yapılması gerekir. Hukuki mevzuat konusunda kısıtlı bilgi sahibi kişilerin, bir avukatı denetlemesi, hukuka ve yargının bağımsızlığına müdahale olacağı gibi, avukatlık mesleğinin onuruna da yakışmamaktadır. Tüm bu nedenlerle kamu avukatlarının çift taraflı denetimden kurtarılıp barolar tarafından yapılan denetimin yeterli görülmesi veya Adalet Bakanlığı bünyesinde kurulacak olan hukukçulardan oluşan bağımsız bir kurul tarafından denetlenmesi uygun olacaktır. Çamlar Devrilince Rasim aKKaYa Eğitimci e veciz sözler gördü demokrasimiz… “Alkışlar bize, oylar başkalarına”, “Ortanın solu Moskova’nın yolu”, “Ülkeyi savaşa sokmadım ama sizleri de babasız bırakmadım.” “Dün dündür bugün bugündür”, “Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz”, “Hükümetin başı”, “Toprak işleyenin su kullananın”, “Bu düzen değişmeli”, “Komünistler Moskova’ya”, “Devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de şereflidir”, “Siz onu küçük Turgut’a anlatın” gibi söylemler, demokrasimizin rekabet koşulları içinde günümüze kadar etkilerini sürdürdü. Türk ulusunun; kendisinde var olduğu sanılan ve inanılan, ancak bir gün ortaya çıkacağı veya çıkabileceği düşünülen hasletlerinin (özelliklerinin) ortaya konulduğu günleri yaşamaktayız… Halk; demokratik sisteminin ortadan kaldırılması veya rejiminin değiştirilmek istenmesi yönünde yol alındığında, ne yapacağını veya neler yapabileceğini kanıtladı. Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları, bunu nasıl sezdi de korkusuzca, kendisini yediden yetmiş yediye sokaklara attı… Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularına, kurucu iradesine, getirdikleri demokratik ve laik rejime, çağdaş uygarlık düzeyini benimseyen halkına, milliyetlerine ve dinsel konumlarına yönelik ne sözler edildi, ne çamlar devrildi… Bir bilseniz! Yurttaş, baktı ki çamlar devriliyor, ağaçları korumak gerek diye düşündü… Topluma, gözü dönmüşçesine, akılları kandıran proje enjekte edilmekteydi. Türk ulusunu oluşturan milliyetleri N ayaklar altına alan, kurucularını ve kurucu iradeyi usul usul dışlayan, yok sayan, yanlış yaptıklarını akıllara sokan, bir anlayışla karşı karşıya olunduğu gerçeği, artık apaçık görülmekteydi. Son zamanlarda “Demokrasi bir tramvaydır, istediğimiz yerde biner istediğimiz yerde ineriz”, “Demokrasi bizim için amaç değil, araçtır”, “Bir Müslüman (dindar) cumhurbaşkanı seçeceğiz”, “İki ayyaşın yaptığı yasa muteber de dinin emrettiği neden reddediliyor”, “Üçüncü köprünün adı Yavuz Sultan Selim olsun” gibi perşembenin gelişini simgeleyen, demokrasiyi ve rejimi kökünden değiştirmeye yönelik söylemlerle, ne çamlar devriliyordu… Atatürk, kurucu irade ve kurucular, ülkenin gazi ve şehitleri, laik ve sosyal rejimi, TC denilen ülkenin kendisi, bayrağı, yurttaşlarının kültürel ve sosyolojik özellikleri, milliyetleri ve dinsel konumları, bu milletin kutsallarıydı, ama ne çare ki!.. Ağaç, yurttaşın kendisi, çamlar ise onun üst değerleridir. Çamlar bir bir devrilmeye başlayınca(!), yurttaş zaten duyumsadığı ve istim üzerinde olduğu süreçte, sıranın kendisine de geldiğini anladı… İstiklal Marşımızın “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak, Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak” seslenişinde olduğu gibi ocaklar tütmeye başladı… Halk, “izzeti nefis”, “onur” mücadelesine girişti. Yurttaşın; özüne, öz benliğine, duygu dünyasına, gururuna bu denli ya istiklal, ya ölüm dedirtecek kadar müdahale, ağır sorumlulukları getirir. Son zamanların bence en önemli özeti budur.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle