15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 9 TEMMUZ 2013 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Yeni Ortadoğu... Askerimiz Kimin Tutsağı? Bir ordunun generalleri beş yıldır hapiste ise... Buna ne ad verilir? Genelkurmay Başkanı başta olmak üzere kuvvet komutanları ve emekli yüksek rütbeli askerler de... Ne oluyor? Kendi ordumuzu yok etmeye mi çalışıyorlar? Hangi ülkede böyle bir şey yaşanır? Yaşanmış mıdır? Nasıl susar, seyirci kalır Türk askeri gücü? İnsan kendi kendine düşünür. İçinden çıkamaz. Nedir bu askerlerin suçu? Kim vermiş kararı, atmış içeri bunca generali? Bunca yıl yaşamış bir yurttaş olarak şaşkınlık içindeyim. Uzun zamandır bu konuda bir şeyler yazmak istedim, bir türlü elim varmadı. Saçma desem olmaz, yanlışlık desem değil... Gerçekten birçok “paşa” mı içerde! Günler, aylar geçiyor. Ordumuzun subayları mahkemelerde hesap vermeye çağrılıyor. Ne soracaklar ben de merak ediyorum. Casusluk mu? Türk askerine yakıştırılır mı bu kadar akıldışı bir konu!.. Ne istiyorlar Türk askerinden, komutanından, emeklisinden en genç teğmenine kadar!.. Ordumuz olmayacak mı artık? Asker olmak, askere yazılmak, asker okullarını, deniz, hava, kara bölümlerini yok etmek. Ordu, donanma, hava kuvveti istenmiyor mu? Şimdi kalkmış 35. maddeyi de kaldırmak istiyorlar. İsteyen, AKP hükümeti, daha doğrusu Tayyip Bey. Her şeyin önünde, ardında Sayın Tayyip Erdoğan var. Tek adam yönetiminde yaşıyoruz hepimiz on bir yıldır. Partiler var, Meclis var, yasalar var, hepsi var ama bir yandan da kıyım var... Türk aydınlarının en seçkinleri beş yıldır hücrelerde acı çekiyor. Örnek olarak birini alalım, Prof. Dr. Mehmet Haberal’ı. Cerrah bir hekim, profesör. Bir üniversite kurmuş, dünyaca tanınmış, sevilen, sayılan gerçek bir aydın. Ama Başbakan geçen gün ne dedi TV’de “Biz aydınları hapsediyormuşuz, yanlış, onlar birtakım suçlar işlemişler de ondan” gibi bir şeyler... Aydın bile saymıyor içerdeki yüzlerce, bilmem belki de binlerce Türk aydınını... Gerçekte korkunç günler yaşıyoruz. Gençlik direnir meydanlarda “istifa” diye bağırır, öte yandan Başbakan gazla, barutla, copla, zehirli gaz pürkürten kamyonlarıyla ortalığı siler süpürür. Gaz, ama gazın en tehlikelisidir kullanılan... Ne isteniyor? Neye varmak, ülkeyi hangi gericilik çıkmazına sokmak? Atatürk ve devrimleri unutuldu mu, yok mu edildi! Buna Türk gençliği nasıl katlanır, Atatürk’ün gençlere vasiyetini nasıl görmezden gelebilir.. Ama ben inanıyorum, bu böyle gitmeyecektir. Politika dünyamızın saplandığı çıkmazdan er geç çıkılacaktır. Hem de gençliğimizin eliyle... Mısır’da olaylar henüz yatışmamıştır. Halk ayaktadır. Ama, en önemli gerçek, Mısır’da Amerikan kaynaklı “Ilımlı İslam” yönetiminin iflas ettiğidir. Başbakan Erdoğan’ı da zaten en çok kızdıran ve tedirgin eden bu noktadır. Y Alev COŞKUN Suriye’yi gündeminden düşürmüşe benziyor. Bu durum Türkiye’nin lehine olmuştur. Ancak Türkiye bir milyona yaklaşan Suriyeli muhalifler ve sığınmacıların yarattığı büyük ekonomik giderler için bir seçenek üretmek zorundadır. (MK) adayı Mursi 2012 yılında cumhurbaşkanı seçilmişti. 81 milyon nüfuslu Mısır, Arap dünyasının en önemli devletidir. Müslüman Kardeşler de eski ve en güçlü bir örgüttür, ideolojik olarak köktendincidir. Mursi seçimlerde 13 milyon, karşısındaki koalisyon adayı Ahmet Şefik ise 12 milyon oy almıştı. Yapılan hesaplara göre Mursi kayıtlı seçmenin yüzde 26’sının oyunu almıştı, Şefik’in oyu da ona yakındı. Mursi cumhurbaşkanı seçildikten sonra bu seçim sonuçlarını hiç dikkate almadı. Mısır ekonomik zorluklar içinde kıvranıyordu. Mursi ekonomik konularda önlemler alacağına, muhalifleri susturmak ve MK’lerin her alanda kadrolaşması için uğraş veriyordu. Mısır’da toplumsal suçlar, cinayetler, hırsızlık, silahlı soygunlar üç misli artmıştı. Mursi’nin iktidara gelişinden bu yana devlet kurumları çökmüş görünüyordu. Aslında, MK’lerin güçlenmesine Arap dünyasında özellikle Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn karşıdırlar. MK’lerin bir gün kendi emperyal güçlerini yıkacağını düşünüyorlar. AKP ise, MK’leri içtenlikle destekliyordu. Erdoğan Mısır’a gidip hem Mursi, hem de yeni Genelkurmay Başkanı ile görüşmüştü. Mursi’ye manevi ve ekonomik destek veriyordu. ABD ise, Mursi’nin başkan seçilişinden sonra, Mısır’da “Ilımlı İslam” hareketi yaratmak istiyordu. Mursi son bir yılda Mısır’daki öteden beri yerleşmiş olan laik yaşamın niteliklerine karşı çıkıyor, bu niteliklere uygun uzlaşma politikaları üretemiyordu. Mısır’daki son hareketlere, 20 milyona yakın insanın toplu katılımı söz konusudur. Toplum hızla iki kutba ayrılmıştır. Bunun üzerine Mursi’nin işbaşına getirdiği Genelkurmay Başkanı, ordunun genel eğilimine uyarak, duruma “müdahale etmek” zorunda kalmıştır. Bütün dünyada sadece üç azının başlığı bilinçli olarak seçildi. Çünkü Mısır’daki gelişmelerden sonra Ortadoğu da hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktır. Artık İran’dan Suriye’ye, Mısır’dan Türkiye’ye yeni bir Ortadoğu vardır. Ortadoğu’da kartlar yeniden karılıyor. Bu yeni Ortadoğu’nun genel çözümlemesine İran’dan başlayabiliriz. Geçen ay İran’da yapılan seçimlerle Ruhani cumhurbaşkanlığını kazandı. Ruhani’yi reformist genç kesimler destekledi. Seçimler sırasında Ruhani, İran’a karşı sürdürülen uluslararası izolasyonu kırmak için gerekli girişimleri yapacağını açıkladı. Bu açıklama ABD’yi mennun etti. İç politikada ılımlı bir yöntem izleyeceğini belirtmesi de sosyal yaşamda rahatlama isteyen gençleri umutlandırdı. Irak’ta bölünme kesinleşmiş bir durum gösteriyor. Bir yanda SünniŞii çelişkisi, öte yanda merkezi otoriteKürt özerk bölgesi çatışması sürüyor. Bağdat’ta terör durmadı. Örneğin sadece geçen hafta patlayan bir bomba sonucu 35 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Merkezi hükümet ile Kürt özerk bölgesi arasındaki ilişkilerin kökeninde petrol ekonomisi vardır. Türkiye’nin, Irak’taki mezhebe dayalı ve ayrıca merkezözerk ekonomik çatışmalarında taraf olmaktan özenle kaçınması gerekmektedir. Suriye artık bir Ortadoğu sorunu olmaktan çıktı, ABDRusyaÇin arasında karşılıklı pazarlıkların yapıldığı uluslararası bir soruna dönüştü. Bu arada, Esad rejiminin gidici olmadığı bütün taraflarca anlaşıldı. Türkiye açısından önemli nokta, Başbakan Erdoğan’ın bu konuda eski heyecan ve aceleciliğini yitirmesidir. Her platformda, hemen her gün Suriye ve Esad’a çatan Başbakan Erdoğan, Washington dönüşü ranIrakSuriye üçgeni Yukarıda belirtildiği gibi İran, Irak, Suriye üçgeninde SünniŞii mezhep çelişkisi süreklilik kazandı. Esad rejimi son aylarda askeri başarılar elde etmiş bulunuyor. Bunun temel nedeni İran’dan Şam’a uzanan maddi, manevi ve askeri destekdir. Hizbullah ve “İran Devrim Muhafızlarının” Esad’ın son aylardaki başarılarında önemli rolünün olduğu dış yorumcular tarafından kabul edilmektedir. Ortadoğu’da Sünni cepheyi Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye Şii cepheyi de İran, Irak, Suriye ve Hizbullah’ın temsil ettiği ve Şii cephesinin daha kuvvetli olduğu uluslararası, yorumcular tarafından kabul ediliyor. Mayıs ayı sonunda Taksim Gezi’de başlayan, oradan Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Gaziantep ve diğer Anadolu kentlerine sıçrayan Gezi olayları üzerine çok yazı yazıldı, çok çözümleme yapıldı. Gezi olaylarında, sergilenen polise dayalı şiddet politikası, AKP hükümetine destek veren liberalleri frenledi. Batı dünyasında AKP’nin ve Erdoğan’ın imajı tamir edilemeyecek bir yara almıştır. Türkiye siyasal tarihinin gördüğü en ilginç bu toplumsal muhalefet önemlidir, gerek Türkiye gerek Ortadoğu ülkelerini etkilemiştir. İ devletin yetkili kişileri Mısır’daki bu harekete “darbe” demiştir. Bunlar, Türkiye, Tunus ve Kenya’dır. ABD, Avrupa Birliği, Rusya, Kanada ve Çin “ihtiyatlı” açıklamalar yaptılar. Afrika Birliği, Mısır’ın üyeliğini askıya aldığını duyurdu. Türkiye’de kimi basın organları ve yazarlar bu harekete neden “darbe” denilmiyor; “seçimle gelen, seçimle gider” diyerek haykırıyorlar... Evet, Mısır’da olan kuşkusuz bir “askeri müdahaledir.” Ama, karşımızda “klasik bir darbe” yerine milyonların harekete geçişi ve talepleri vardır. Bu dalga dalga gelen hareket karşısında ordu ne yapmalıydı? Susup kenara çekilip, karşı karşıya gelen iki toplum kesiminin birbirini kırmasına, yani iç savaşa göz mü yummalıydı? Yoksa muhalefet hareketini durdurmak ve sırf Mursi’yi iktidarda tutmak için halk topluluklarına silahla karşılık mı vermeliydi? Mısır’da olaylar henüz yatışmamıştır. Halk ayaktadır. Ama, en önemli gerçek, Mısır’da Amerikan kaynaklı “Ilımlı İslam” yönetiminin iflas ettiğidir. Başbakan Erdoğan’ı da zaten en çok kızdıran bu noktadır. Mursi Ilımlı İslamı kurmak için Amerikan desteğiyle iktidara geldi, iktidardan gidişi de yine Amerikan desteğiyle olmaktadır. Bu hareketten önce, Mısır Genelkurmay Başkanı General Muhammed Sisi’nin ABD Savunma Bakanı Hegel ile görüşme yaptığı unutulmamalıdır. Bu analizler kuşkusuz uzatılabilir. Ancak kanımca, Mısır ve genel olarak siyasal islam konusunda bugünlerde en ilginç yorumu Hüseyin Gülerce yapmış bulunuyor. “Mısır’daki Darbenin Anlattıkları” (5.7.2013) başlıklı yazısında şöyle diyor: “İslam coğrafyasında mütedeyyin insanlar, yönetime talip olacaklarsa dini referans almamalıdırlar. Din siyasete vasıta yapılınca her şeyden evvel dinin özü zarar görüyor.” Buna herhalde “günaydın” demek gerekir. Bu uyarılar, Mısır’daki siyasilere mi, yoksa Türkiye’deki siyasal iktidara mı? Takdir okuyucunundur. Gezi Direnişi ve Linç Rezilliği! Necip ve asil medyamız yine rezil bir linç kampanyasının içinde… Cengiz Çandar 7 Temmuz’da şöyle yazıyordu: “Kara propaganda bana dönük olarak da Gezi olaylarının başından beri çalışıyor. İktidarın zulmüne karşı çıkmamın bedeli ağır ödetilmek isteniyor. Önce bildik, ‘kişilik katli’ yöntemiyle işe koyuldular. Biri Yeni Şafak’ın, diğeri Sabah’ın ilişkide olduğu öne sürülen internet sitelerinde ‘Türkiye’de Siyonist Lobinin Taşeronu’ listesi diye ipe sapa gelmez bir liste yayımlandı. Listenin başındaki isim benimki. Ardından Amberin Zaman, Kadri Gürsel, Mustafa Akyol, Fehim Taştekin… sıralanıyor. Yıllarca, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne mensubiyetim sebebiyle ‘terörist’ imasıyla damgaladıkları ismi, şimdi ‘Siyonist Lobinin Taşeronu’ olarak liste başına yerleştiriyorlar. Aynı internet sitelerinde, geçen haftaki Lice olaylarında ‘Lice provokatörlerini deşifre ediyoruz’ diye isimler yayımladılar. ‘Lice provokatörleri’nin birinci sırasında Ruşen Çakır var. Sonra benim ismim. Benim ardımda üçüncü ve dördüncü sıraya Fehim Taştekin ve Ece Temelkuran’ı yerleştirmişler. Utanma arlanma rafa kaldırıldığı için bu sitelerden biri ‘Öcalan’dan Çandargil’e şok’ başlığı altında Abdullah Öcalan’ın, bana, Hasan Cemal, Ruşen Çakır, Ece Temelkuran, Nuray Mert ve Amberin Zaman’a tavır koyduğu ima ediliyor. Bu yalan, ‘Öcalan devletle anlaştı, Kürtleri kandırıyor provokasyonu’ yaptığımız şeklinde hayâsızca bir başka yalana dayandırılarak sürdürülüyor…” HHH Sevgili okurlarım, yaklaşık bir yıl önce 18 Ağustos 2012’de “Nefret Suçları: Toplumsal Terörden Bireysel Linçe” başlığıyla yazdığım yazıda şöyle demiştim: “…Toplumsal terörü besleyen TürkKürt ayrımcılığından sonra, şimdi sıra bireysel linç olaylarına gelmiş görünüyor: …Son hedefler, Ali Bayramoğlu, Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Cengiz Çandar, Hasan Cemal’dir…” Demek ki bu linç kampanyası, farklı biçimlerde de olsa, en azından yaklaşık bir yıldır sürüyor… Gezi Direnişi’nden sonra, Mustafa Altıoklar’a ve Fazıl Say’a, babalarını da kapsayan bir biçimde “aile boyu” uygulanan linç kampanyası, yeniden ivme kazandı! HHH AKP iktidarı, barışçı Gezi göstericilerini tutukluyor, onlara saldıran “palalı adamları” serbest bırakıyor… Gezi Direnişi’ni destekleyenleri karalıyor… Böylece Gezi Direnişi’ni mahkum etmeye ve kendini aklamaya çalışıyor… Yandaş medya da, linç rezilliği konusunda tarih yazıyor! Ilımlı İslam bitti Gezi olayları Suriye sorunu ısır’da ne oluyor? Mısır’da geçen hafta başlayan kitlesel olaylar son derece önemlidir. Kısaca anımsarsak Mısır’da 2011’de başlayan “Arap Baharı” sonunda yapılan seçimlerde Müslüman Kardeşler’in M Gezi Direnişi ve ‘Hayır, Çünkü Yetmez!’ A Selim ALGUADİŞ / Elektrik Mühendisi nadolu’da binlerce yıl birbirini takip eden imparatorluklar, devletin kutsal, halkın da tebaa olduğu inancını, bu coğrafyada yaşayanların adeta genlerine işletmiştir. Cumhuriyeti kuranlar, yaptıkları tüm devrimlere rağmen, yeni cumhuriyeti, imparatorluğun mirası olan, devleti mülkün sahibi, halkı da biat etmesi gereken tebaa olarak görmek illetinden kurtaramadı. 1 Mayıs 2013 Taksim’de yaşananlar ve 30 gün sonra Taksim’de tekrar eden olaylar hükümetin halkın isteklerini yansıtmayan kararları uygulamayı bir otorite gösterisi, karşı gelen tebaayı ceza ile terbiye etme fırsatı olarak kullandığının güncel örneğidir. Toplumun büyük ekseriyeti de genlerine işlemiş tebaa olma alışkanlığından hükmedilmeyi hiç sorgulamamakta ve doğal karşılamaktadır. Toplum, cumhurbaşkanının, başbakanın, tüm seçilmişlerin ve tüm devlet personelinin, (ordu ve polis dahil) bu ülkede oturan herkesin refahını, mutluluğunu ve güvenliğini sağlamakla görevlendirilmiş ve bu hizmeti yerine getirmeleri için ücretleri halkın vergileri ile ödenen hizmetkârlar olduklarını idrak etmedikçe, hiçbir anayasa bu ülkeye demokrasi getirmeye yetmez. Ülkeyi yönetenler apartman yöneticisinden farklı olmadıklarını, kendilerine oy veren veya vermeyen tüm apartman sakinlerinin refah ve rahatını sağlamakla yükümlü olduklarını idrak etmelidirler. Nasıl ki kendilerine bir süreliğine apartmanın yönetimi emanet edilmiş kimselerin, apartman sakinlerinin menfaatlerine hizmet etse bile, apartmanı satmaya, büyütmeye veya yıkıp yerine AVM yapmaya yetkileri yoksa, halkın kendilerine bir süreliğine ülkeyi yönetme yetkisi verdikleri iktidarların da demokrasiyi, laisizmi ve cumhuriyeti farklı bir biçime dönüştürme yetkisi yoktur. Kendileri de, toplumun bir parçası olan yargı erbabının, devleti kutsal sayan tebaa zihniyetinden kurtulamamış olmasında şaşılacak bir şey yoktur. 2009 yılında TESEV’in yaptırdığı saha araştırmasında Sayın Mithat Sancar ve Sayın Eylem Ümit Atılgan’ın 51 tane yargıç ve savcı ile yaptıkları röportajlarda yargıç ve savcıların önemli bir kısmı kamu ile vatandaş arasında görülen bir davada kamudan yana tavır alacaklarını iftihar ile itiraf etmişlerdir. Kendilerinin bu ayrımı yapmadıklarını iddia eden yargıç ve savcılar da bu tür bir yanlılığın süregeldiğini kabul etmişlerdir. Oysa adaletin önemli bir görevi, elinde topu tüfeği, polisi, vergi müfettişleri ve tüm baskı mekanizmaları olan bu apartman yöneticilerinin gücüne karşı sadece adaletin terazisinden başka savunması olmayan bireyin haklarını korumaktır. Yukarıdan gelen emirlerden ve veya genlerine işlemiş tebaa olma, devleti koruma geleneğinden ziyade, kendi vicdanlarının seslerinden etkilenen yargıçlar çoğunlukta olmadığı sürece hiçbir anayasa yurdumuza demokrasi getirmeye yetmez. Sorun anayasada değil, sorun kafalarda. Sonra kulluğa son verelim. Her gün tekrarladığımız “varlığım Türk varlığına armağandır” yerine her gün “varlığımızın Türk varlığına emanet” olduğunu hatırlayalım. Tek bir bireyin haklarının, 75 milyonunkiler kadar değerli olduğunu, eğer hak arayışımızda bir çelişki oluşursa haklıyı belirlemede sayıların değil hukukun terazisinin son sözü söylemesi gerektiğine inanalım. Gezi Direnişi kulluktan kurtulmanın mücadelesidir. 75 milyon kişi bu bilince ulaşıncaya kadar yeni anayasaya içeriğinden bağımsız olarak, “Hayır çünkü yetmez” demeliyiz.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle