14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
25 TEMMUZ 2013 PERŞEMBE CUMHURİYET SAYFA HABERLER 11 Bazı anlar o kadar tuhaf ki insan kendisini Alis Harikalar Diyarı’nda gibi hissediyor Kıyılar insanı şaşırtır IŞIL ÖZGENTÜRK Epey bir süredir kıyılardaydım. Gördüklerimin, yaşadıklarımın bazıları öylesine şaşırtıcıydı ki, bazı anlarda kendimi Alis Harikalar Diyarı’nda gibi hissettim. Öyleyse başlayalım, öncelikle daha önce bir yazımda söz ettiğim “Parayla dolaştırılan Atatürk” meselesine yeniden değinmek ihtiyacını duydum. Çünkü en yakın arkadaşlarım ve hatta gazetedeki dostlarım, “Işıl bu gerçek mi yoksa senin bir fantezin mi” diye beni sorguya çekince, durumu yeniden açıklığa kavuşturmak istedim. Evet efendim, özellikle İzmir bölgesinde, CHP’li belediyelerin her kurtuluş gününde, Atatürk’ün o ilçeye gelişinin her yıldönümünde, parayla dolaştırdıkları bir sahte Atatürk var. Bunu ben Urla’da gözlerimle gördüm ve hatta yaşlı bir kadının sahte Atatürk’e sarılıp ağladığını da gördüm. Sahte Atatürk’ün takvimindeki bütün günler doluymuş ve şöyle bir dolaşmaya 3000 Türk Lirası aldığını söylediler. Şimdi ben ne yapayım, böyle bir fantezi üretme yeteneğim olsa, benim buralarda işim ne? Dünyanın en çılgın film yönetmeni olarak, Maldiv Adaları’ndaki kaşanemde içkimi yudumluyor olurdum. Fena da olmazdı hani... İzmir’in ilçeleri Urla ile Karaburun arasında Balıklı Ova diye bir yer var. Denizinde mi, havasında mı bir sihir var. Ben kıyıda bir masada oturmuş, bu sihrin nedenini düşünürken bir kelebek dikkatimi dağıtıyor. İnatçı, başımın çevresinde dönüp duruyor, öyle pek gösterişli değil, sade mi sade. Küçücük ama kanatlarını öyle bir şevkle çırpıyor ki, etkilenmemek elde değil. Sanki kulağıma şöyle fısıldıyor, “Bir yerde bir küçük kelebek kanat çırp Bir küçücük kelebek sa, etkisi binlerce kilometre uzakta hissedilir”. Elbette doğru söylüyor, “Tamam” diyorum, “bana sürekli Gezi’yi anımsatıyorsun, dur biraz, bakalım buralarda neler oluyor?” Neyse biraz duruluyor o sırada yanıma hem plaj, hem restoran görevi gören kahvenin işletmecisi Akın Bey geliyor, Akın Bey sadece burayı işletmiyor kışları balıkçılık, bahar aylarında da çiftçilik yapıyor yani on parmağında on hüner ama en çok sevdiği iş, tiyatro oyunculuğu. Balıklı Ova Köy Tiyatrosu’nun kurucularından. Üç yıldır, kahveye bitişik nikâh salonunda hem prova yapıp hem oyun oynuyorlar… Başka köylerde de. Bu tiyatro aşkı Balıklı Ova’da pek yaygınmış. Öyle ki, köylüler oynamak için sıraya girerlermiş. Akın Bey, doğma büyüme buralı. Aile Orta Anadolu’dan gelmiş, bakmışlar ki, buranın suyu, havası sihirli, yerleşmişler. Az sonra masamız çoğalıyor, şimdi İlkokul Müdür Yardımcısı İlhan Yüksekol, kucağında oğlu masamızda, o da oyuncu, Diyarbakır’dan gelmiş burada kalmış. Akın Bey, içerde kız kardeşinin yaptığı balıkları ve mezeleri keyifle masaya diziyor, “Kardeşim çok güzel meze yapar” diyor. “O da tiyatrocu, Kızım Sıla da. O liseye gidiyor. Aklına oyuncu olmayı koymuş, annesi de ben de destekliyorum.” Yerleşik ilk köy tiyatrosunun kurulduğu Bademler köyü Balıklı Ova’ya çok yakın, Akın Bey’e soruyorum, “Bademler’den takviye aldınız mı?”, “Elbette onların açtığı bir yol var, biz de oradan yürüyoruz. İlk yıl Rumuz Goncagül’ü oynamıştık, ikinci yıl Midas’ın Kulakları, ben bu oyunda Apollon’u oynuyorum, bizim kalabalık oyunlar için yeterli Özellikle İzmir bölgesinde, CHP’li belediyelerin her kurtuluş gününde, Atatürk’ün o ilçeye gelişinin her yıldönümünde, parayla dolaştırdıkları bir sahte Atatürk var. elemanımız var, gelecek yıl da kalabalık bir oyun düşünüyoruz.” Soruyorum, “Sokak tiyatrolarında, köy tiyatrolarında kadın oyuncu bulmak hep zordur, siz bu zorluğu nasıl aşıyorsunuz?” Akın Bey ve az önce masamıza gelen oyun yönetmeni ve buradaki tiyatronun kuruculardan Prof. Dr. Semih Çelenk kahkahalarla gülüyorlar, “Bizim tiyatroda kadın oyuncu bolluğu var, bazen onlara sakal takıp erkek rolü bile oynattığımız oluyor.” Küçük kelebek şimdi kanatlarını daha bir afili çarpıyor, ben de onunla bir likte içeride mezeleri hazırlayan Sibel Hanım’ın yanına gidiyorum. Sibel Hanım közlenmiş süt beyazı patlıcanları ezerken tiyatrodan konuşuyoruz, o Midas’ın Kulakları’nda oyuncuyu ve yontucuyu oynuyor. Kısaca akıl veren, yol gösteren olmuş. “Köydeki hatunlar beni kıskanır” diyor, “oyuncuyum ya, ama bu yıl bol kadınlı bir oyun oynatalım, diyoruz, tüm köy hatunları görev alsın. Kadınlar şenliği olsun.” Közlenmiş patlıcanlardan bir sıkım alıp yola koyuluyorum. Kelebek de benimle birlikte. Urla’da yer gök tiyatro Recep İvedik her yerde Şimdi Recep İvedik de nereden çıktı diye soruyorsunuz. Onu sevin ya da sevmeyin o bütün kıyılarda, boy gösteriyor. Ben gördüm. Torba’da. Bir otele ait özel bir plajda arkadaşımla, bir yandan sıkrabıl oynayıp, bir yandan güneşleniyoruz. Plajda içkilerin koyulduğu kovalarda hep aynı yazı var: “Diren Gezi” benim küçük kelebek de yazının etrafında dönüp duruyor. Yani Gezi her yerde, farklı bir biçimde karşımıza çıkıyor. Neyse İvedik’e gelelim. Özünde iyi bir insan ama pek bir patavatsız ve haddini hiç bilmiyor. Recep İvedik’i asla ama asla, Bodrum’un Yalıkavak’ında yeni yapılan rüküş mü rüküş Palmarina’daki, bir tabak et yemeği ve bir küçük rakıya beş yüz lira verenlerle karıştırmayın. Onlar başka bir gezegenden gelmişler gibi. Paralarının hesabı yok. Her şeyleriyle sahteler. Lütfen Tanrım bizi bunların istilasından koru… Bırr… Buz kesildim. O gün bir Recep İvedik, otele ait plajımızda, bizim bulunduğumuz yere konumlandı. Arkadaşımla benim oynadığımız sıkrabıl oyununu hiç gözünü kırpmadan seyrediyor, bu arada çok havalı altın bir yüzüğü var ve garsonlardan sürekli bira istiyor. Neyse bir zaman sonra dayanamadı bize “Abla” diye seslenerek söze girdi. “Bu oyun neymiş, bir türlü anlamamış. Biz nereden gelmişiz? O İstanbul’dan Bodrum’a ilk kez gelmiş, halı getirmiş, arabasında da halılar varmış. Bodrum çok pahalıymış.” Mecburen konuşmaya giriyoruz ve ben her zamanki ihtiyatsızlığımla buna biraz da halı düşkünlüğüm yol açıyor, onunla hemen yakında duran arabasının yanına gidip bir halı alıyorum ve hemen halıyı otel odasına seriyorum. Yaşasın bir halımız oldu. Gün bitiyor ertesi gün bizim İvedik gene yanı başımızda, sürekli bir şeylere karışıyor, bu arada plajla ilgilenen görevliler onu usulca yanımızdan uzaklaştırıyorlar. Ama İvedik, sohbete meraklı, yalnız kalmayı pek bilmiyor bu kez de yanına oturan başka iki kadınla sohbet etmeye girişiyor, kadınlar sessiz bunun üstüne İvedik kadınların arkadaşı erkek vatandaşı , “Bunlar benimle konuşmuyor gel sen benimle tavla oyna” diye sıkıştırıyor. Adam “Kardeşim biz seninle ahbaplık etmek istemiyoruz” diyor ve hop İvedik ve gene bizim yanımızda, gene konuşup duruyor, arkadaşım artık dayanamayıp patlıyor, “Kardeşim siz seninle konuşmak istemiyoruz. Sus artık.” Öyle mi, işte Recep İvedik o noktadan sonra İvedik olmaktan çıkıp, Gezi’nin eli sopalılarına ve AKP milletvekili apış arası fotoğrafçısı Zeyid Aslan’a dönüşüyor. Arkadaşımın karnındaki yara izini gösterip, “Adam gibi karı olsan seni böyle kesmezlerdi” diyor, “Zaten siz Kadıköylü kadınlar hepiniz o……” diyor, bana doğru yürüyüp “Ver halımı!” diye kükrüyor. “İki misli para vereceğim, halımı ver!” Herkes özellikle de yabancılar şaşırmış durumdalar. İyi ki, Türkçe anlamıyorlar, neyse görevliler ortalığı yatıştırıyor ve ben koşarak odadan halıyı alıp bir görevliye veriyorum adama versinler diye. Evet, polisin ve eli sopalı adamların göz göre göre genç çocukları öldürdüğü ve serbest kaldığı bir ülkede kahramanlık yapmak olmaz. Akılsızlık olur. Bir bakıyorum küçük kelebek başımın etrafında dönüyor, biraz ürkmüş gibi... Kıyılar ne kadar Türkiyeli “Hani takma kafana, boş ver” diyorum ama sağım solum çakma Atatürk sözlerinden geçilmiyor. Bu durum Ege’de acayip bir salgın gibi. Karabağlar Belediyesi’ne ait bir hipodrom ve çakma yazı karşımda: “At Yarışları Sosyal Toplum İçin Bir İhtiyaçtır.” Mustafa Kemal Atatürk. Bir nikâh salonunun önü: “Eşini Mutlu Edecek Herkes Evlenmelidir.” Mustafa Kemal Atatürk. Bir taksi durağı: “Türk Şoförü En Asil Kalpli Adamdır.” Mustafa Kemal Atatürk Size de fenalık geldi değil mi, en iyisi kısa kesip şapka satıcısı Bay Ahmet’in maceralarına geçelim. Şapka satıcısı Bay Ahmet, henüz 12 yaşında. Küçücük bir şey ama kara gözlerini açıp konuşmaya başladı mı, ona niçin herkesin Bay Ahmet, diye hitap ettiğini anlıyorsunuz. Pek bir bilgili, Bay Ahmet’le her konuda konuşabilirsiniz, kendisi beden hocasının desteğiyle tenis ve basketbol takımında oynuyor. Acayip basket atarmış, sattığı şapkaları bir yana bırakıp kıyıdan denize bir atlayışı var ki, görülmeye değer. Bay Ahmet atlayışını alkışlayanlara, “Bu da bir şey mi” diyor, “ben dört yaşımdan beri Adana’da baraj gölüne atlıyorum.” Bay Ahmet, iki yıldan beri her yaz dayısı ve beden öğretmeni olmayı düşleyen ağabeyiyle Bodrum’a geliyor, ağır işçi olarak. Sıcakta, elinde şapkalar plajları, kahveleri dolaşmak kolay değil. Ama Bay Ahmet işini seviyor, bu sevginin nedenini soruyorum, “Bak” diyor, “Adana’da günde iki tane şapka satamazsın ama ben burada günde onon beş şapka satıyorum.”, “Şapkaların çok ucuz” diyorum, “Beş lira, her şapka bana üç buçuk lira bırakıyor, dükkân masrafım yok, tabana kuvvet dolaşıp duruyorum işte. Yetmez mi? Bilgisayarımın parasını biriktirdim bile.” “Bay Ahmet” diyorum, “Adana’yla burası arasında ne fark var?” Biraz düşünüyor, “Bak burada adamın biri bir başkasının arabasına çarpıyor, hiçbir şey olmuyor, fotoğraf çekip el sıkışarak işlerine dönüyorlar. Adana’da böyle olmaz, hemen kavga ederler. Bizim Adana’da herkes tez canlıdır. Anında kızışırlar.” Bay Ahmet gelecek yıl da Bodrum’a gelecek, bir bisiklet almak istiyormuş. Bay Ahmet el sallayarak uzaklaşıyor… “Kıyılar ne kadar da Türkiyeli” böyle düşünüp batan güneşe karşı yüzmek için suya atlıyorum. Kelebek de benimle birlikte... zin Ege bölgesi yazarlarından Haluk Işık yılların alışkanlığıyla kendini ortaya atıyor ve eski bir sokak tiyatrocusu olarak beni çağırıyor. Çağrıldık ortalığa çıkmamak olmaz... Kampçıların hoşuna gider diye yıllar önce sokaklarda oynadığım bir oyundan bir parça sergiliyorum. Kucağımda bir çocuk, kocamla birlikte azgın akan Zap Suyu’ndan geçmeye çalışıyorum. Kısacık bir sürede işim bitiyor ama gençler ne Haluk’un kendini ortaya atmasını ne de benim oynadığım oyunu beğenmemişler. Ve diyorlar ki, “Burası bizim alanımız, eski bilgilerinizle bize gösteri yapmayın. Bu bir müdahale olu Urla’da 3. Urla Toprak Sahne Tiyatro Festivali’ndeyim. Bu bir sokak tiyatroları buluşması. Yer gök tiyatro. Kıyılardan uzaklaşıp, Urla’da yapılan sanat atölyelerine dalıyorum. Pek çok atölye var, ben sevdiğim için dans atölyesinde soluklanıyorum. Yedi sekiz gencecik insan, modern dansla duygularını anlatmaya çalışıyorlar. Öğretmenleri Zeynep Uçucu’nun izniyle “Hadi diyorum, hep birlikte Gezi olaylarını dansla anlatalım.” Ve başlıyorlar, direnenler, yaralananlar, tekrar ayağa kalkanlar ve omuz omuza muhteşem etkili bir yürüyüş. Gözlerim yaşarıyor, hepsine tek tek teşekkür ediyorum. Kimi Sinop’tan gelmiş, kimi Ankara’dan ama biri var, öyle uzaktan gelmiş ki, beni şaşırttı. Sizi de şaşırtabilir. Adı Oğulcan, Sinoplu, Hakkâri’nin Çukurca bölgesinde askerlik yapıyor, rütbesi onbaşı. “Bu ne iş” diyorum, “İznimi burada kullanıyorum” diyor, “oyunculuk, hele de sokak tiyatrosu yapmak beni çok mutlu eden bir uğraş. Hayatım boyunca devam etmek istiyorum.” “Oğulcan, bana Çukurca’yı tek bir sözcükle anlatabilir misin?” Duruyor, biraz düşündükten sonra, “Sadece sessizlik” diyor. Onu arkadaşlarıyla baş başa bırakıp atölyeden çıkıyorum. Fazla vaktini almaya gerek yok, izinde günler çabuk geçer. Küçük kelebek, çok şaşkın, kanatlarını çırpmayı unutuyor, yere düştü düşecek, neyse toparlandı. Haddimizi bilelim Epey bir zamandır, açık oturumlarda, panellerde azarlanmaya alıştım. Sanırım bu sadece benimle ilgili değil, bir azardır gidiyor. Örneğin, “Tutkunun özgürleştirici bir olgu olduğunu” söylediğim için, bir sinema eleştirmeni tarafından “rol çalmakla” suçlandım, “Türk sinemasında cinsellik yoktur” dediğimde de, anlamadığım bir şekilde, “burnu büyük olmakla” ama bu yıl Urla’da genç bir arkadaş tarafından öyle bir suçlandım ki nutkum tutuldu. Urla’da gençler kocaman ağaçlarla kaplı bir mekâna kamp kurmuşlar. Hepsi sokak tiyatrocusu ve hepsi Gezi’nin ateşiyle yanıyor. Biz de (yaşça büyük olanlar) orta yerde durmuş onların çadır kurmalarını, kendi aralarında şakalaşmalarını izliyoruz. Bir ara kampta bir sessizlik oluyor, bu durumda ortalığı biraz şenlendirmek için oyun yazarı, oyun yönetmeni ve gazetemi yor”. Doğrusu orada kaç genç insanın bu düşüncede olduğunu bilmiyorum ama bir tek kişi de olsa, bu önemli bir olgu. Gençlerin kendine güveni muhteşem, içimden onlara hak veriyorum ama “Hiçbir şey yoktan var olamaz. Ve demokrasi bir hedef değil, adım adım yürünen bir yoldur ve bu yolda eski tüfeklerin de epey bir emeği vardır” diye düşünmeden edemiyorum. Ertesi gün, gene gençlerle birlikteyim ve çıkılan bu yolda hep birlikte nasıl yürüyeceğimizi prova etmek için, usuldan sahneye çıkıyoruz. Küçük kelebek sahneye çıktığı için biraz utanıyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle