17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 28 HAZİRAN 2013 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER GÖRÜŞ Bozkurt Güvenç Dördüncü Devrim İster partinin kontrolü içinde ve isterse dışında; dördüncü devrime örnek olabilecek somut bir pratik, aslında sayfalarca yazıdan, saatlerce konuşulmuş sözlerden çok daha önemli olabilirdi. İşte o sırada, Gezi Parkı eylemleri başladı. Sorun ve Çözüm... Taksim Gezi Parkı gösterilerinden bu yana sorup tartışıyoruz: Kesilen ağaçlar, Topçu Kışlası, yıkılacak AKM değilse, sorun nedir, çözümü nerededir? Biber gazının tozu ve bulutu ağır ağır kalkarken Erdal Atabek, bilinçli veya bilinçaltındaki sorunu ve çözümü kısaca açıkladı: “Laik dünya görüşüyle teokratik dünya görüşünün çatışması. Çözüm, erken bir seçimdir. Hemen, gün ve saat geçirmeden!” (Cumhuriyet 17 Haziran). Medyada izlediğimiz çoğu akiller, Atabek’in “LaiklikTanrıcılık” tanısına katılmasa da demokrasiye inananlar, en azından umudunu kesmeyen çoğunluk, seçim sandığı çözümünde uzlaşmış görünüyor. Seçim ve sandık diyenlere katılıyorum, “Seçimle gelen seçimle gitmeli” ama bugünkü koşullarda güvenli, sağlıklı bir erken seçim yapılabilir mi? Kuşkulu ve kaygılıyım. Son seçimleri büyük bir farkla kazanan iktidar partisi, daha fazla kan kaybetmeden, iç barış süreci sonuçlanmadan, erken seçime razı olsa bile, seçim güvenliğini sağlamakta ve korumakta zorlanabilir. En başta, iktidarın yarattığı, AKP’ye inanç veya çıkarlarıyla bağlı yeni orta sınıf, sahip olduğu refah ve ayrıcalıkları yitirmek istemeyecek; erken seçimi, yeni anayasa ve seçim kanunu vb gerekçelerle elden geldiğince ertelemeye çalışacak. Erken seçim kararı alınsa bile, sandığın ortaya konması aylar alacaktır. İcra gücü ve otoritesi sarsılan meşru AKP hükümeti bu süre içinde seçim güvenliğini sağlayabilir mi? Sağlayamazsa neler olur? Nesnel koşullar, erken seçimin olumsuz bazı sonuçlarını düşündürüyor. İç ve dışta hiçbir demokratik kural, muhalefeti ve kurum tanımayan lider ve partisine Hubris Sendromu (zafer sarhoşluğu) teşhisi konmuştur. İktidarın, yaşanan ve süren krizden gerekli dersi çıkarması, toparlanıp kendine gelmesi için zamana ihtiyacı vardır. Demokrasinin kesintiye uğramaması için yeterli süre verilmelidir. Bu süre, liderin kişiliğini değiştirmese bile, AKP’yi destekleyen seçmenlerin sağlıklı bir özeleştiri yapmaları için yararlı hatta zorunlu olabilir. Bu sürede, durgunluk ve gerileme sinyalleri veren milli ekonomi, gürbüz bir faşizme yol açmadan, siyasi iktidara son verebilir. İktidarı, halk veya sokak baskısıyla hemen düşürmek yerine, biraz sabırlı olmak, seçimle düşmesini beklemek sanki daha sağlıklı bir seçenek gibi görünüyor. Sayın Başbakan ile kader ortağı yakın çevresinin, bu gerçekleri ve güçlükleri dikkate alıp istifa etmesi, belki garantili bir çözüm olmayabilir ama kurulacak yeni hükümete zaman kazandıracağı, gerilimi düşüreceği gibi başarılı hizmetleri inkâr edilmeyen güçlü bir lidere yeniden yönetime dönme şansı verebilir. K Doğan SUBAŞI Avukat ılıçdaroğlu CHP’ye genel başkan olduktan sonra, “dördüncü devrim” diye bir kavram ortaya attı. Ona göre “birinci devrim”, Cumhuriyet’ti. Tek adam yönetimi gitmiş, yerine halk yönetimi gelmişti. Halk yönetiminin/egemenliğinin somutlaşacağı alan, Meclis’ti. Devlet ve toplum yapısı da, teokratik temellerden, laik temellere doğru dönüştürülüyordu. “İkinci devrim” ise, çok partili sisteme geçişti. Birinci devrim döneminde iki kez denenen “çeşitli parti sistemi”, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra artık kalıcı hale getirilecekti. “Geçiş süreci”nde, CHP’nin tek bir dönem (dört yıl) iktidarda kalması, yeterliydi. Nitekim, 1946’dan itibaren tek parti (CHP) dışında partiler kurulmaya başlanmış, çok partili ortamda geçen bu bir dönemlik (dört yıllık) CHP iktidarından sonra, 1950’de ilk kez başka bir parti iktidara gelmişti. “Üçüncü devrim” ise, 1960’larda yaşanmıştı. CHP o yıllarda giderek kendisini “sol”da konumlayan bir partiye bürünmeye başlamıştı. Artık Türkiye’de CHP siyaseti, sosyal demokrat ilkeler doğrultusunda halkın çıkarlarına yönelik yapılacaktı. Kılıçdaroğlu, CHP ve Türkiye tarihini bu şekilde dönemselleştirdikten sonra, şimdi “dördüncü devrim” için yola çıktığını ilan ediyordu. Bu aynı zamanda, kendisinin CHP’deki ve siyasetteki “misyon”unu da tanımlayan bir ifade olabilirdi. Ancak sonraki konuşmalarında Kılıçdaroğlu, dördüncü devrimden neredeyse hiç söz etmez oldu. Zaman zaman bunun “demokrasi ve özgürlükler” demek olduğunu ifade ettiği oluyordu; ama bu iki kavram günümüzün “kavram yağması” içinde öylesine sıklıkla ve yerli yersiz kullanılır olmuştu ki, somut olarak bu iki kavramla ne anlatmak istediği açıkça anlaşılamıyordu. Bunun için söylemlerinden çok Kılıçdaroğlu’nun yaptıklarına bakmak gerekti. Ama yaptıkları da güncel siyasetin dehlizlerinde belirsizleşiyor; bu belirsizlik, iktidarın yönlendirdiği medya baskısı ile birleştiğinde, Kılıçdaroğlu’nun ne yapmak istediği anlaşılamıyordu. Türkiye çelişkilerin keskin olduğu bir ülkedir. Bu nedenle Türkiye’de tek başına iktidar olmayı başarmış partiler, ideolojik bir omurgaya oturmuş ve bunun çevresinde kitleselleşmiş partiler olmaktan çok, çoğu kez birer koalisyon yapısı taşırlar. Cumhuriyet döneminin CHP’si aslında bir koalisyondu; 1950’lerin başlangıcında DP de bir koalisyondu. Bu koalisyon anlayışının en açık ifadesi, 1983’te ANAP’la dile getirilmişti; Özal’ın “dört eğilim”i birleştirdiğinden söz ediyordu. Koalisyon nitelemesi, yakın zamana kadar AKP için de yapılıyordu. Kılıçdaroğlu da, partinin genel başkanlığına geldiğinde, partinin milletvekili tercihlerini bir koalisyon olarak belirlemeye çalıştı. Bunun için 2011 seçimlerinde, Türkiye’de mevcut değişik siyasal eğilimleri bir araya getirmeye çalışan bir milletvekili kompozisyonu yaratmaya girişti. Sosyalist, liberal, milliyetçi ve hatta muhafazakâr kesimlere sempatik gelebilecek isimler, milletvekili adayı olarak sunuldu. Bu tür yapılanma, parti üyelerince ve kamuoyunca yeterince algılanmadı ya da onlara algılatılamadı. Böyle farklı siyasal anlayışlar, ancak güçlü/karizmatik bir liderlik etrafında bir araya gelebilirlerdi. Oysa Kılıçdaroğlu henüz, bu tür bir liderlik sınavından geçmiş değildi. TV tartışmalarında siyasal rakipleri karşısında gösterdiği performans, onu parti içinde başkan yapmaya yetebilirdi; ama Türkiye’nin lideri ve umudu olabilmek için, kitleleri partiye ve Kılıçdaroğlu’nun liderliğine çekebilecek daha büyük bir “hikâye” gerekiyordu. Oysa bu aşamada, Kılıçdaroğlu bu hikâyeden yoksundu. Belki onun hikâyesi, hikâyesi olmayan bir adam olarak, partiyi bu söylediğimiz türde bir koalisyon halinde örgütleyerek, “CHP’yi tek başına iktidar yapmak” olabilirdi. Eğer bunu başarabilseydi, bu, gerçekten büyük bir hikâye olurdu; çünkü parti, 1950’den beri bir dönem hiç tek başına iktidar yaşamamıştı. Türkiye’de farklı fikirler, bir araya ge Erken seçim? Zamanında seçim lebilir mi? Tek bir parti içinde, ama bu kez sosyal demokratların öncülüğünde bir kez daha bir koalisyon örgütlenebilir mi? Eğer doğru bir “düşünsel hedef” ve farklı düşünceleri benzer bir ortak paydada birleştirebilecek ortak ve tutarlı “siyasal hedefler” ortaya konulabilirse, bu neden olmasın? Bu düşünsel ve siyasal hedefler, elbette ki “demokrasi ve özgürlükler” olabilirdi. Ancak az önce söylediğimiz gibi, bu kavramlar, mevcut “kavram yağması” içinde öylesine hırpalanmıştı ki, sadece bunlardan söz ederek, farklı kesimleri toparlamak mümkün olamazdı. Öyleyse, söylemekten ziyade “yapmak” lazımdı. Ama yapmak için giriştiği deneme (farklı milletvekilleri) de, partinin çoğulculuğu (koalisyon) yerine, partinin dağınıklığına gösterilen birer örnek olarak sunuluyordu. İster partinin kontrolü içinde ve isterse dışında; dördüncü devrime örnek olabilecek somut bir pratik, aslında sayfalarca yazıdan, saatlerce konuşulmuş sözlerden çok daha önemli olabilirdi. İşte o sırada, Gezi Parkı eylemleri başladı. Kısa süre içinde Türkiye’nin hemen her yerinde milyonlarca insan, hem de tüm (etnik, siyasal, dinsel, cinsel, futbol taraftarlığı vb.) farklılıklarıyla, bir araya gelmeye ve mevcut iktidarın baskıcı tutumunu protesto etmeye başladılar. Mevcut siyasal algılamalarda bir araya gelmeleri neredeyse imkânsız görünen birçok siyasal hareket, grup ya da çevreler, bütün bunlara dahil olmayan milyonlarca insanla birlikte, alanlara çıktılar. Hem kendileri hem de bütün dünya, şaşkınlık içindeydi. CHP ve Kılıçdaroğlu, “dördüncü devrim”e örnek olabilecek bir yapıyı parti içinde yaratamadılar ama Gezi Parkı, bunu parti dışında, bizzat somut bir pratik olarak yarattı. Kılıçdaroğlu’nun tarif etmekten kaçındığı, sadece adını koymakla yetindiği, ama artık hepimizin görerek ve yaşayarak bildiği, tanıdığı bu dördüncü devrim, orada, Gezi Parkı eylemlerinin tam ortasındadır. Şimdi artık dördüncü devrimin örneği, yaşanarak ortaya konmuşken, CHP ve Kılıçdaroğlu, bu devrimin politik gücü olabilecekler mi? Bence önümüzdeki dönemde, hem Kılıçdaroğlu, hem CHP ve hem de Türkiye siyaseti için yanıtı aranacak kritik sorulardan biri budur. İşte ‘Dış Mihrak!’ Taksim Gezi Parkı Direnişi’nin arkasındaki esas “Dış Mihrak” bugüne kadar, kimse tarafından nasıl fark edilmedi şaşıyorum… İktidarın elinde o kadar olanak var… Hükümetin ve devletin bütün olanakları… Üstelik bir de, medyanın en yetenekli, en zeki, en bilgili, en dikkatli kalemleri, yandaş gazete ve televizyonlarda günlerdir komplo teorileri üzerinde çalışıyorlar, araştırıyorlar, üretiyorlar, yayınlıyorlar… Ne Zello kurtuldu ellerinden, ne CNN, ne BBC, ne Otpor, ne Mi Minör. Ama hiçbiri günlerdir gözümüzün önünde duran binlerce kişiyi etkileyen bu “dış mihraklı komployu” görmüyor, göremiyor! HHH Komplonun başlaması gerçekten seneler öncesine dayanıyor: Tohumlar 2008 senesinde atılıyor, 2010 yılında harekete geçiliyor. Arkasında bir aile ve bir şirket var: Ailenin adı Siegel… Şirketin adı Warner Bros. Bunlarla çalışan planlayıcı ve yönetici ekip şöyle: Zack Snyder. Christopher Nolan. David S. Goyer. Bir de uygulayıcılar var: Henry Cavil. Amy Adams. Michael Shannon. Russel Crowe. Kevin Costner. Laurence Fishburne. HHH Bir Amerikan komplosu bu… Elbette Amerika’nın en etkili komplo yapım merkezi olan Hollywood’da üretilmiş! Yeni Süpermen filmi Gezi Parkı Direnişi ile hemen hemen aynı zamanlarda gösterime giriyor… Üstelik sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada! Komplocu mesaj çok açık: Dünyayı kurtaran Süpermen, herkesin toplumdaki görevinin önceden saptandığı ve genlerinin bu göreve göre belirlenerek, suni doğumlarla toplum mühendisliği yapılan Kripton gezegeninde, yüzyıllardır meydana gelen tek özgür doğumdur… Böylece kendi seçimlerini özgürce yapma ve kendi kaderini belirleme hakkına sahip olur! İşte esas olarak “Hayatıma karışma” diyen film, “Özgürlük” anafikri etrafından örgütlenmiş ve ana mesajı şu: “Özgür iradeleriyle serbestçe seçim yapanlar, herkesi kontrol etmek isteyen toplum mühendislerini ve başkaları tarafından önceden belirlenmiş biçimde davrananları, bunlar ne kadar güçlü ve ne denli iyi yetiştirilmiş olurlarsa olsunlar daima yener.” Bilmem “dış mihrakları” başka yerde aramaya gerek var mı! Seçimlere Doğru Doğrudur, demokrasi sandıktan ibaret değildir. Ancak sandık da oy kullanma süresi ile sınırlı değildir. Sandık güvenliği, oy kullanma öncesi ve sonrası yönünden önem kazanmaktadır. T Sabih KANADOĞLU Türk Hukuk Kurumu Başkanı ler yılı olacaktır. Gezi Parkı olaylarına ilişkin siyasi iktidarın anlayış ve tutumu devamlı olarak göz önünde bulundurulmalıdır. Sözlüklerinde uzlaşma, anlaşma, hoşgörü, kurallar, azınlık hakları, çoğulculuk sözcükleri bulunmayanların ayrıştırıcı, bölücü, kindar ve sözde dindar söylemlerini sürdürecekleri açıktır. Türk sözcüğünü, Türkiye Cumhuriyeti’ni, anayasadan çıkarmak ve üniter yapısını zedelemek ve laiklik ilkesini, hukuk devletini yozlaştırmak çabaları seçim sürecinde açık veya gizli olarak sürdürülecektir. O halde, önümüzdeki seçim döneminin ve sonuçlarının, Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünü ile geleceği için taşıdığı önem bir yaşam sorunudur ve seçimlerde, sandık öncesi ve sonrasının dikkatle izlenmesi gereğinin de nedenidir. Anayasanın 79. maddesi uyarınca seçimler, yargı organlarının yönetim ve denetimi altında yapılır. 22.03.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5749 sayılı yasa ile 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri hakkında yasanın 28, 33, 35 ve 36. maddelerinde yapılan değişiklikle, seçmen kütüklerinin Yüksek Seçim Kurulu (YSK) tarafından düzenlenmesi zorunluluğu ortadan kaldırılmış ve seçmen kütüklerinin, İçişleri Bakanlığı’na bağlı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanması sağlan ürkiye, yaşama hakkına, düşünce ve ifade, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüklerine duyarsız ve uyumsuz bir siyasi iktidarın yönetiminde seçim sürecine girmektedir. Çağdaş demokraside kefen edebiyatı, dinin, dini duyguların ve kutsallarının siyasi çıkar için istismarı yapılamaz. Medya özgürdür, yargı bağımsızdır. Sosyal devlet, oy karşılığında sadakaya dönüştürülmemiştir. Seçim sistemi, adaleti ve istikrarı sağlayacak biçimde düzenlenmiştir. Demokrasinin önkoşulu olan erkler ayrılığı, sisteme egemendir ve cumhurbaşkanı tarafsızdır. Bu nedenlerle siyasi partiler eşit koşullarda sandığa gitmekte ve yurttaşlar belirli bir süre için ülkeyi yönetecek siyasi iktidar seçimini yapmaktadır. Ülke halkının, seçim konusunda kaygısı ve kuşkusu bulunmamaktadır. Doğrudur, demokrasi sandıktan ibaret değildir. Ancak sandık da oy kullanma süresi ile sınırlı değildir. Sandık güvenliği, oy kullanma öncesi ve sonrası yönünden önem kazanmaktadır. Ülkemiz, 2014 yılı Mart ve Ağustos sonuna kadar, yerel seçimler ile Cumhurbaşkanlığı seçimlerini gerçekleştirecektir. Milletvekili genel seçiminin öne alınarak diğer iki seçimden biriyle birleştirilmesi olasılığı da göz ardı edilmezse, ülkemiz için önümüzdeki yıl seçim mıştır. YSK’nin görevi sadece ilan ile sınırlandırılmış ve bu bağlamda YSK’nin görev ve yetkileri yürütme organına devredilmiştir. Gerçekte 298 sayılı yasada yapılan değişiklikler anayasanın 2, 11, 67 ve 79. maddelerine aykırıdır. Buna rağmen süre geçirildiğinden Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açılamamış; iki siyasi partinin YSK ile Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü arasında imzalanan protokolün iptalinden hareketle Danıştay’da Anayasa Mahkemesi’ne itiraz davası açılması yolunu arama istemi dört yıldır sonuçlandırılmamıştır.(1) Önümüzdeki seçim sürecine yine yürütmeye bağlı bir kurumun hazırladığı seçmen kütükleriyle girilecektir. Seçmen kütüklerinin ilanından itibaren, bütün siyasi partilerin ve tüm seçmenlerin kütükleri incelemek, değerlendirmek ve seçim hukukuna göre her türlü önlemi almak görevi vardır. Oy kullanma sürecinin tamamlanmasından sonra gelen aşama, oyların sayılmasıdır. YSK Başkanlığı’nın Bilgisayar Destekli Seçmen Kütüğü (SEÇSİS) projesi, İçişleri Bakanlığı’na bağlı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’nce yürütülen Merkezi Nüfus İdare Sistemi (MERNİS) ve Adalet Bakanlığı’na bağlı ulusal yargı ağı projesi (UYAP) ile birlikte Türkiye’deki seçim sisteminin temelini oluşturmaktadır. SEÇSİS sistemine, verilerin kolayca değiştirilmesi için dışarıdan müdahalenin olanaklı olduğu id diaları ve dayandığı SUN MİCROSYSTEMS’in gerek Amerika’da yöneltilen eleş (1) Bkz. (S. Kanadoğlu Anayasaya Aykırılık Önlenebilir; 23.12.2008, Cumhuriyet) (2) Bkz. (http://www.tbmm. gov.tr/develop/owa/millet vekillerimizsd.bilgi?p donem=24&psicil=6856) tiriler ve Almanya ile Yunanistan tarafından dışlanması gözetilerek sağlıklı ve güvenilir hale getirilmesi ayrıca önem kazanmaktadır. Özellikle YSK tarafından bilgisayar ortamında yapılan sonuç belirleme işlemlerinin hiçbir aşamasında siyasi parti gözlemcileri bulunmamaktadır. Elektronik ortamda gönderilen sandık ölçekli sonuçların SEÇSİS’in ana sunucusuna aktarılması sürecinin, siyasi parti gözlemcileri tarafından izlenmesi sağlanmalıdır. İzmir milletvekili Erdal Aksünger’in bu konuda vermiş olduğu 04.06.2013 günlü kanun teklifine tüm siyasi partilerin sahip çıkmaları, sağlıklı ve güvenli bir seçim isteğinin samimiyet ölçütü olacaktır.(2) Yoksa, yürütmenin (Adalet ve İçişleri bakanlıklarının) egemen olduğu bir seçim sisteminin kuşku ve kaygıları artıracağı açıktır. Tek çare, ülkedeki tüm sandıklarda gözlemci bulundurmak, gözlemcilerle iletişim ağı sağlamak, ilçe ve ilden başlayarak ilan edilen sonuçlarla karşılaştırmaktır. Seçim hukukunda itiraz ve şikâyet sürelerinin zorunlu olarak çok kısa tutulması karşısında, olası “tam kanunsuzluk”ların saptanmasıdır. Bu nedenlerle siyasi partilerin ve tüm vatandaşların, seçmen kütüklerinin düzenlenmesi ve ilanı sırasında, oy kullanma sürecinde ve sayımında sandıklara sahip çıkmaları vazgeçilemez ve savsaklanamaz bir görevdir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle