18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 8 MAYIS 2013 ÇARŞAMBA 2 on kişilik bir grup, herhalde yıldızı parlayan ulusal havacılık şirketlerini korumak amacıyla olacak, milletvekili Metin Künh’ün önayak olmasıyla havayollarında çalışanların grev hakkını yasaklayıcı bir yasa hükmü getirmeye kalkışınca, Havaİş o girişimi protesto için sadece bir günlük iş bırakma kararı alıp uygulamış, THY yönetimi de iş bırakan 305 sendikalıyı hemen işten çıkarmıştı. ahası var. Şimdi yeni sözleşme görüşmelerinde yine uzlaşma yok, grev tartışması yine gündeme gelebilir. Elbet bu tür anlaşmazlıkların sürüp gitmesi havayolları gibi duyarlı bir kesime çok zarar verebilir. Ama doğal bir emekçi hakkının korunması için gösterilen ve özde kalan bir davranışın bunca insafsız ve kalıcı bir tepkiyle karşılanması sonuçta bütün kesim açısından daha da zararlı olmadı mı? THY gibi başarılı bir ulusal kuruluş ile o başarıyı sürdürmek uğruna özveriyle çalışan emekçiler arasındaki ilişkinin bir keçiler kavgasına dönüşmesi mutlaka önlenmelidir. Çalışmalarıyla Türk havacılığına şimdiki saygınlığı kazandırmış olanlar, aynı saygınlığın suya düşmesini önlemeyi de başarmak zorundadırlar. OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Dünya Basın Özgürlüğü ve Biz u AKP fiziki anlamda öldürmüyor. Ama yaşarken öldürmek için her şeyi yapıyor. Korkutmak, çağdaş enstrümanlarla (örneğin TRT’de bol ücretli program yaptırarak) rüşvet vermek, hapse atmak, kişiyi değil tüm bir yayın grubunu çökertmek, medyayı itibarsızlaştırmak dahil her şeyi yapıyor. Oktay EKŞİ İstanbul Milletvekili Günü” yani 3 Mayıs, insanı ister istemez halimize ve geçmişimize bir göz atmaya zorluyor. Son durumumuzla ilgili değerlendirmeyi önce FREEDOM HOUSE isimli (ABD kökenli) düşünce kuruluşuna bırakalım: Bu kurum 1 Mayıs günü, 197 ülkeden hangisinde basın ne kadar özgür sorusuna yanıt teşkil eden değerlendirmesini açıkladı: Türkiye bu listeye göre bu yıl 120’nciliğe düşmüş. Geçen yıl 117’nci sıradaydı. Yani en kötü ülkeler olarak listenin sonunda yer alan Kuzey Kore, Türkmenistan, Sudan, Özbekistan, Ekvador Ginesi, Suudi Arabistan ve Eritre’ye biraz daha yaklaşmışız. Sadece FREEDOM HOUSE bunu söylese, “onlar bize düşman” gibi bir gerekçe bulup savuşturabilirsiniz. Oysa “Sınır Tanımayan Gazeteciler” isimli örgüt Türkiye’nin geçen yıl 179 ülke arasında 148’inci olduğunu söylemişti. 2013’te karnemiz daha kötü çıktı, 154’üncülüğe indiğimiz açıklandı. Neden? Gazeteciler kötü de ondan mı, yoksa ülkeyi yönetenlerin Havada Keçilik İLKOKUL kitaplarında hep vardır inatçı keçiler hikâyesi. Vaktiyle Nükte Uğurel, Seyit Kemal Karaalioğlu ve Nevzat Kızılcan’ın ortak başarılarıyla Türkçeleştirilen Ezop Masalları’ndan birinde La Fontaine der ki: “Bir gün iki keçi / Bırakırlar çayırları / Giderler birbirlerine doğru Sadece bir rastlantı sonucu / Bir dere çıkar karşılarına/ İki kıyı arasında da bir sırık / Köprü diye kurulmuş!/ O kadar dar ki geçit / Zor geçer iki gelincik / Ve akıp giden derin su / Titretir en yürekliyi bile / Ama aldırmayıp bu tehlikelere, / Keçilerden biri atar adımını köprüye… Hani sanırsınız ki, bir konferans odasında / Anlaşma imzalamak için / Karşılıklı ilerliyorlar / Adım adıma, burun buruna / Yaklaşır iki keçi birbirine, Buluşurlar sırığın ortasında. / Ama işi onur sorunu yaparak / Hiçbiri yol vermez ötekine / Üstelik girişirler soy sop kavgasına; / Sen daha ünlüsün / Ben daha ünlüyüm diye / Geri gitmemek yüzünden / Düşüp ikisi de sulara, / hayatlarını yitirirler.” aklaşık bir yıl önce bu zamanlar, daha henüz grev falan yokken ve başka sorunlar konuşulurken, iktidar parlamenterlerinden “Dünya Basını Özgürlüğü D Y “demokrasi” ile “özgürlük”le başı hoş değil de ondan mı? Öteki raporlarla örneğin son olarak ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yayımladığı “İnsan Hakları” raporunun Türkiye ile ilgili bölümüne girmeyelim. Anadolu’da çok ağır sözleri anlatan bir deyim vardır. “Dirhemini yiyen it, dağa çıkar” derler. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’deki “ifade (basın) özgürlüğü” dahil, “insan hakkı ihlalleri” konusunda söyledikleri o kadar ağır. Ama ilamaşallah AKP iktidarı ve o iktidarın oluşturduğu hükümet “bana mısın” demiyor. Sanki suratlarına yağan tükrüğü “Allah’ın rahmeti” sayıyormuş gibiler. “Dünya Basın Özgürlüğü” gününde ülkemizin halini “yabancıların gözüyle” özetledikten sonra biraz geri gidelim ve geçmişteki durumumuza göz atalım: “Dünya Basın Özgürlüğü Günü” bu yılki 3 Mayıs’la 20’nci yaşını tamamladı. Yirmi yıl önce de ülkemizde basın mensupları çok zor ve tehlikeli günler yaşıyordu. Çünkü o tarihte karanlık merkezler “gazeteci katletmeyi” marifet sanıyordu. Anımsanacaktır: Uğur Mumcu’yu 1993’ün ilk ayında kaybettik. Ondan önceki aylarda çoğu Güneydoğu illerimizde yaşayan 10 gazeteci “faili meçhul” cinayetlerin kurbanı oldu. Dönemin başbakanından geldiği anlaşılan talimatla bir gazetenin yönetim binası 1993 yılında bomba patlatılarak havaya uçuruldu. Tüm bu baskılar bilindiği gibi “iktidarın duyulmasını istemediği gerçeklerin g a z e te c i l e r t a r a fı n d a n yazılması” yüzünden yaşandı. Peki daha önce? Sultan Abdülaziz gazetecileri “korkutarak” susturmayı denedi. Korkanlar oldu ama Abdülaziz’in istediği hiçbir zaman olmadı. Sultan Abdülhamit gazetecilerin ağzını “rüşvetle” kapatmayı denedi. Gerçekten rüşvet alanlar oldu ama istenen o zaman da olmadı. İttihat Terakki “öldürerek susturmayı” denedi ama başaramadı. Mütareke Dönemi’nde gazetecileri “satın alarak” susturma yolu denendi. Gerçekten bazıları satın alındı ama istenen olmadı. Baskıların amacı Devrimler Türkiyesi’ni yani 19 Mayıs 1919 ile 10 Kasım 1938 arasını atlıyorum; çünkü devrimler döneminin metotları tartışılmaz. O dönemin sadece sonuçlar tartışılır. O da bana sorarsanız, tüm ulusal tarihimizin belki de en muhteşem başarı hikâyesidir. Büyük Atatürk’ün vefatından sonraki savaş yılları her ülkede olduğu kadar Türkiye’de de basına baskı uygulanan dönemdi. Ama onun bir çözüm olmadığını gören İsmet İnönü, “konuşma ve yazma” yolunu açtı. “Çok partili yaşama” ve “demokrasiye” geçti. Göreceli bir “özgürlük” dönemi başladı. Ama “demokrasiyi özümsemeyen” iktidar sahipleri basını tekrar baskı altına aldı. Nitekim Demokrat Parti, özellikle 1955’ten itibarenbasını susturmak için tekrar gazetecileri hapse atmayı denedi. Olmadı. 1961 Anayasası’nın yürürlükte kaldığı 196180 arası en azından yasal yönden eskisine kıyasla daha özgür sayılabileceğimiz bir dönemdi. Ama o da aslında yeterli bir özgürlük ortamı sayılmazdı. 12 Eylül yılları, askeri zihniyetin baskısı altında geçti. Maksat ötekilerden farklı değildi. Nitekim basın bu olağandışı dönem tehditlerinin, gazete kapatma, gazete toplatma uygulamalarının hedefi oldu. Bir kısım aydınlar, yayıncılar, yazarlar tutuklandı. Bir kısım 12 Eylül yılları insanlar korktu, ama iktidar gücünü elinde tutanlar hiçbir zaman amaçlarına ulaşamadı çünkü toplum kendi içinden her zaman “gerçekleri” söyleyen birkaç kişi üretmeyi başardı. Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok ve Turan Dursun gibi “Türkiye’deki laik rejimi kendi rejimi için tehlike sayan bir komşu devletin” Türkiye’de kiraladığı tetikçiler tarafından öldürüldüğüne inandığım aydınları bu kategoriye dahil etmiyorum. Uğur Mumcu ile Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’yı, yazar Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu’nu daha başka bir gücün mağdurları/yahut maktulleri olarak görüyorum. Bir başka deyişle onlar siyasi gücün değil, bence ülkemizdeki gerici gücün hedefiydiler. Ama özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi dönemi, tam anlamıyla “tüy” dikti. AKP fiziki anlamda öldürmüyor. Ama yaşarken öldürmek için her şeyi yapıyor. Korkutmak, çağdaş enstrümanlarla (örneğin TRT’de bol ücretli program yaptırarak) rüşvet vermek, hapse atmak, kişiyi değil tüm bir yayın grubunu çökertmek, medyayı itibarsızlaştırmak dahil her şeyi yapıyor. Çünkü AKP iktidarı kendisini “hukuk”la, “demokrasi” ile “ahlak”la bağlı saymıyor. Bu değerlerin kendisine de lazım olduğu artık uzakta olmadığını düşündüğümüz günü görünceye kadar böyle gidecekmiş gibi görünüyor. ‘Açılımcılar’ın Dili Sevgi ÖZEL izim bir kaşı havada sözde ulusçu, tepeden tır nağa tutucu, “milliyet çi muhafazakâr” politikacıları mız, dil konusunda taş gibi birer “muhafazakâr”dır. Atatürk’e, Türk devrimine tepkiyi de ilkin dilde yoğunlaştırmışlardır. Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu, “milliyetçi muhafazakâr”ların sürekli saldırı alanı olmuştur. İlk dil kurultayında (1932’de), Dil Devrimi’ni “Türk rönesansı” diye adlandıran bir Fuat Köprülü, bütün devrimlerin tanığı bir Hamdullah Suphi ve Atatürk yaşamını yitirince her söylediğini yalayan birçok dönek, 1950’den bu yana “Arap’ın medeniyeti benim medeniyetimdir” diye kükreyenleri alkışlamıştır. Dağına taşına kurban olduğum yurt topraklarının, yazık ki ayrıkotu örneği dönek yetiştirme özelliği de var. Ovalar çölleştikçe dönek üretimi artıyor nedense. B Eğitim sistemi dinselleştirildi leri, yeterli açıklıkta olmayan değerleri, kavramları, eylemleri daha açık, daha anlaşılır duruma getirme” anlamı da kazandığını saptadık. Dün uydurma diye dışlanan bir sözcüğün yaygınlaşması bir kazanım; ancak sözcüğün temel anlamı “açılmak eylemi, açılma” olduğundan, politikacıların “nasıl, nereye, niçin, kiminle, hangi yenilik ya da hangi değişiklik…” uğruna açıldıklarını merak ediyoruz. Üzülerek söylüyorum; tutucular, dil savaşımında “ilerici” bildiğimiz çoğu aydından daha tutarlı davranmıştır; Harf (Yazı) Devrimi, ilk takıntılarıdır. Bu devrim, dinle dil bağını koparmış; eski yazıya dinsel anlam yükleyen açıkgözlerin çıkar kapılarını sonsuza dek kapatmıştır. Dil Devrimi’ni de sevmezler; dil yenileşirken düşünce yenileşeceği için sorgulayan yurttaş istemezler. Sözcüklere sataşır dururlar; örneğin m (ım/im/um/üm) ekiyle türetilen sözcükleri uyduruktur; “açılım, bilim, birleşim, çözüm, deneyim, devrim, gereksinim, gözlem, kuram, süreç, toplam, yaşam…” gibi sözcükleri, dahası “özgür, özgürlük; ulus, ulusal…” sözcüklerini de komünist uydurması diye yasaklatmışlardır. Şimdi “açılım, süreç” gibi devrim ürünlerini tepe tepe kullanıyorlar; devrimleri yadsıyanları sözcükler yakalıyor. “Nasılmış?” demiyoruz; çünkü dil, ortak iletişim aracımız. Özgürce düşünmek, düşündüğümüzü özgürce söylemek; birbirimizi doğru anlamak, kendimizi doğru anlatmak için “ortak” bir dilden başka aracımız yok. Kırk yıldır hep göz önünde olan politikacıların kullandığı dili, doğru anlamaya çalışıyorum; ne ki işi uğraşı dil ve yazın olanların çoğu, anlamakta zorlanıyorsa, varın eğitim ve gelir düzeyi açısından sürekli kışı yaşayan toplumun durumunu siz değerlendirin. Sayın Başbakan, “Demokratik Açılım Süreci/ Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”nde devrimin iki sözcüğünü güzelce kullandı. Başlığı anladık da “proje”nin içini de çözebilsek… Sözlüklerde “açılım”ın iki anlamı vardı; son yıllarda genişledi. Dil Derneği olarak onlarca makaleyi, denemeyi vb. tarayarak sözcüğün, “toplumsal bir konuda az bilinen Dil savaşımı Cumhuriyetin eğitim sistemi, dinselleştirildi; okulla camiyi birleştirmek mi açılım? Devleti temsil edenlerin imam, imamların siyasetçi ağzıyla konuşması mı? Cumhuriyetin kurumlarından “TC” kısaltmasını silmek mi; bayrağın, ülkenin adını tartışmak mı? TV’lerde, üniversite gençliğine, sokaktaki yurttaşa “Türkiye Cumhuriyeti’nin adı değişsin mi?” diye utanmadan sorabilmek mi? Atatürk’ü ve devrimleri abuk sabuk savlarla sorgulatmak mı, yeni Osmanlılık özlemi mi? Türkü, Türkçeyi aşağılayarak hak aramak mı açılım? Resmi TDK, Başbakan’a bağlı olduğundan, sözcüğü Başbakan’ın “açılım”ına uygun tanımlamış, “herhangi bir konuyla veya sorunla ilgili olarak düşünce ve uygulamalarda yeni koşulların gerektirdiği değişiklikleri veya yenilikleri yapma” demiş. Gelgelelim Başbakan’ın, hükümet sözcülerinin, AKP milletvekillerinin ve son günlerde “üstün” görev anlayışıyla yurda dağılan “akil”lerin konuşmalarında bu anlamı yakalamakta zorlanıyoruz. Başbakanı ve edebiyat doçenti Hüseyin Çelik’i, sık sık yanlış anlaşılan hükümet sözcülerini dinlerken “açılım”ın, TDK’nin tanımına uymadığını görüyor, “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Herkesin en iyi anladığı tek tümce, “Anaların gözyaşı” dinsin… Anaların gözyaşı dinsin; elbette kimse ölmesin; Atatürk’ün bize en büyük armağanı ilkin, “yurtta barış, dünyada barış” ilkemizdir; asıl kardeşlik budur! İnancı ve kökeni ne olursa olsun, herkes olup bitenleri yurttaşlık penceresinden değerlendirebilirse; ortak çıkarlara ortak akıl yürütebilirse kimse karanlık sulara açılmaz! Gerçek kardeşlik, “birlik ve beraberlik”tir! Her birimizi bir ana doğurdu; ama bizi bir arada tutan kan bağı değildir; Sayın Başbakan’ın vurgulayıp durduğu din de değildir, yurttaşlık bilincidir! Yazık ki AKP’nin “açılım”ı kan ve din bağı üstüne kurulmuştur. Sözde aydınlar da her an kopabilecek bu bağcığa tutunmaktadırlar! “Açılımcılar”ın dili dolaşıp dururken bunu demokratikleşme sananlara ne demeli?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle