28 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 3 NİSAN 2013 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ‘Ne Mutlu Türküm Diyene!’ Akdeniz’de Ölçütler ESKİDEN Arapça “kıstas” derdik, boyumuzun ölçüsünü almak, vücut varlığımızın ağırlığını öğrenmek için kullandığımız metre ve kilo gibi ölçü birimlerine artık Türkçe “ölçüt” diyoruz. İnsanların tutumlarını tartarken de kendi değer ölçütlerimizi kullanmaktayız. Milliyet’in birinci sayfa sağ alt köşesinde eski bir resim: İETT’nin, yani İstanbul Elektrik, Tramvay, Tünel işletmesinin futbol takımı kendi ligindeki şampiyonluğunu kutluyor. Oyuncular, antrenör Mehmet Ali Gürses’i omuzlarına almış, kupaya koşmaktalar. Resmin en solunda, formasıyla Tayyip Erdoğan, bugünkü başbakan. Şimdi artık başka bir kupaya koşuyor demektir ama bir ulusun, Türk ulusunun bireyi ve bir devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak. Siyasette şampiyon olmuş ve başbakanlığa yükselmişse, ulusunun ve devletinin forması olan bayrağı da oraya yükseltmiş demektir. Elbet, rastgele ölçülemeyecek kadar ağır olan bu işin olanca sorumluluğunu da yüklenerek. zaman, bütün vatandaşlarca paylaşılması gereken böyle bir onur ölçütü varken önündeki “Türk” sıfatını çizmek ve ortadan kaldırmak için bunca çaba harcamanın, telaşın, hukuk hokkabazlığının, hatta anayasa gibi kutsal bir kavramı bu çırpınışta alet etmenin anlamı nedir? Hani o sıfat tarihin çamuruna, çirkefine bulaşmış, dünyanın çöplüklerinde, yenilgilerinde sürünmüş olsa da yine anlayışla karşılanır ve insanca temizlenmesine yardımcı olunur ama bu öyle de değil. Tam tersine, Allah’ın her günü başı dara girmiş, can derdine düşmüş binlerce insanın sınır aşıp bayrağının gölgesine sığındıkları bir devletin anayasası onarılırken benzeri hiç görülmemiş şu densizlik neyin nesidir? Devletin okullarından alınmış diplomalarla birtakım mevkilere yükselmiş, ulusun verdiği oylarla bir yerlere gelmiş olanlardaki zillet anlaşılır şey midir? nsan, bu tür davranışları bilmek, duymak bile istemiyor. Neredeyse kendi değerlerinizi bile unutup öyle kişilere seslenerek “Kapılar açık, nereyi beğeniyorsanız oraya koşun” demek geçmiyor mu içinizden? Ama yine de insanlık sizde kalsın, “lahavle” çekip katlanın buna ve sinirlerinizi bozmayın. Değmez. “Türk ulusu”, “Türk vatandaşı” ve “Türk” kavramlarını terk edersek başında “Türk” sıfatının yer aldığı resmi kurum ve kuruluşlarımızın isimlerinin değiştirilmesi taleplerinin de gündeme getirilmesi ihtimalini yok sayabilir miyiz? 1 Tugay ULUÇEVİK, Emekli Büyükelçi manlar ve aileleri, “Türk vatandaşı” olmaları ve “Türküm” diyebilmeleri sayesinde hayatta kalabilmişlerdir. 1992 yılında, Arjantin’in o dönemdeki cumhurbaşkanı Carlos Menem resmi ziyaret için Ankara’ya geldi. Görüşmelerde Arjantin’deki lakabının “El Turco” olduğunu söyledi. Annesinin ve babasının Osmanlı devleti zamanında Suriye’de doğup büyüdükleri ve sonradan Arjantin’e göç ettikleri için “El Turco” olarak adlandırıldıklarını anlattı. Avrupa dillerinde “Türk kafası”, “Türk gibi kuvvetli”, “Anne Türkler geliyor” gibi deyimler vardır. “Türk kahvesi”, “Türk hamamı”, “Türk mutfağı”, “Türk lokumu” gibi kavramlar da dünyaca bilinmektedir. 1571’den itibaren Anadolu’dan gelip Kıbrıs’a yerleşmiş olanlara “Kıbrıs Türk halkı” denilmektedir. Tam üyesi olmak istediğimiz AB üyesi devletlerin anayasalarına bir göz attığımız zaman “Alman”, “Fransız”, “İtalyan”, “Yunan” gibi kavramları görüyoruz. “Alman” ve “Alman vatandaşlığı”; “Fransız”, “Fransız halkı”, “Fransız vatandaşlığı”; “bütün Yunanlar”, “Yunan vatandaşı”, “Yunan toprağı” gibi kavram ve deyimlerle karşılaşıyoruz. Almanya’da yaşayıp Alman vatandaşı olmuş bulunan Türkiye’den göç etmiş Türk ve Kürt veya başka etnik asıllı insanlar ve onların orada doğan çocukları vardır. Almanya kanunlarına göre Almandırlar. Dışarıda ve yabancı kaynaklarda kendilerine “Türk sporcu”, “Türk sanatçısı”, “Türk askeri”, “Türk parlamenteri”, “Türk diplomatı” denen insanlar arasında farklı etnik kökende olanlar yok mu? Yabancı kaynaklarda Yaşar Kemal kısaca ünlü “Türk romancısı, yazarı” olarak zikredilmiyor mu? Bu olgular ve örnekler karşısında, Türkiye devletinin vatandaşlarına anayasada neden “Türk” denilmesin? Neden “Türk milleti”, “Türk vatandaşı” ve “Türk” kavramları kullanılamasın? 993 yılının Nisan ve Eylül aylarında bir heyetin başkanı olarak Kuzey Irak’a gittim. Mesud Barzani ve Celal Talabani ile de ayrı ayrı görüştüm. Görüşmelerimizde her ikisi de Türkiye’nin kendilerine diplomatik pasaport vererek yurtdışına seyahatler yapabilmelerine imkân sağladığı için teşekkür ettiler. Bu teşekkür ifadeleri karşısında o zaman zihnimden şunların geçtiğini hatırlıyorum: “İşte ‘Ne mutlu Türküm diyene’ vecizesinin esas anlamı budur. Barzani ve Talabani kullandıkları pasaport dolayısıyla ‘Türk vatandaşı’ olarak görünmekten, kayıtlara ‘Türk’ olarak geçirilmekten rahatsızlık duymamışlar. Aksine, Türk kimliğini taşımak kendilerine güven ve huzur vermiş.” O İ Gerçek odur ki, Anadolu halkı 19 Mayıs 1919’dan itibaren Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Türk bayrağının altında aynı ülkü etrafında toplanmış, vatanını işgalden kurtarmış, istiklal savaşını zafere ulaştırmıştır. Cumhuriyet niteliğiyle kurulan bağımsız “Türkiye devletini” kendilerinin güvenlik, huzur, refah ve geleceklerinin teminatı olarak görmüştür. Atatürk’ün, devletimizin kuruluşunun 10. yıldönümünün mutluluk ve iftihar duygusu yaratan coşkulu havası içinde, bilinen dehasıyla dile getirdiği “Ne mutlu Türküm diyene” vecizesi, ırkçı düşüncenin, ırk ayrımcılığının ifadesi olan dışlayıcı ve zorlayıcı bir söz değildir. Aksine, etnik köken farkı gözetilmeden Türkiye devletinin çatısı altında gönüllülük esasına göre kıvançta ve tasada bir ve beraber olarak tek bir ulus halinde hür ve bağımsız yaşanmasını sağlama arzusunun ve iradesinin ifadesi olan toplayıcı ve birleştirici bir çağrıdır. Ulu önder Atatürk “Ne mutlu Türk olana” gibi bir söz kullanarak çağdışı bir iddiada bulunmamıştır. 1930’lu yıllarda, Nazilerden kaçan, aralarında ünlü hukukçu Prof. Dr. Ernst Hirsh ve siyasetçi Ernst Reuter gibi şahsiyetlerin de bulunduğu Yahudi asıllı Al Birleştirici bir çağrı Farklı etnik kökende olanlar Devlet ricalimiz, Azerbaycan devletiyle olan ilişkilerimizin temelinde “tek millet, iki devlet” anlayışının yattığını söylemiyor mu? Bu çerçevede zikredilen “tek millet” kavramı “Türk milletini” ifade etmiyor mu? Biz “Türk milleti” kavramını terk edersek başta Azerbaycan ile olmak üzere, “Türki Cumhuriyetler/Devletler” ile olan ilişkilerimize ve dayanışmamıza yön veren anlayışı da değiştirmemiz gerekmeyecek midir? Kendi vatandaşını “Türk” olarak niteleyemeyen Türkiye devletinin, antlaşmalara göre azınlık statüsündeki Batı Trakya’daki ahalinin “Türk” sıfatıyla nitelenmesini yasaklayan Yunanistan’ı eleştirmesi tutarlı bir davranış olarak görülebilecek mi? “Türk ulusu”, “Türk vatandaşı” ve “Türk” kavramlarını terk edersek başında “Türk” sıfatının yer aldığı resmi kurum ve kuruluşlarımızın isimlerinin değiştirilmesi taleplerinin de gündeme getirilmesi ihtimalini yok sayabilir miyiz? Bugün “Türk milleti” ve “Türk vatandaşı” kavramına itiraz eden ve bu itirazını kabul ettiren zihniyetin, yarın devletin “Türkiye” olan adına da aynı gerekçelerle itiraz etmesi beklenemez mi? MGK’nin 2010 sonundaki toplantısında “tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet anlayışını … değiştirmeye yönelik hiçbir girişimin kabul edilemeyeceğine” dair ortaya koyduğu iradenin anlamı ve amacı gayet açıktır. Adı “Türkiye” olan devletin, tek olan bayrağına “Türk bayrağı” denildiği gibi, tek olan “millete” de “Türk milleti” denilecektir. Bu “tek millet” anlayışının kaçınılmaz bir gereğidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde başta “terör sorunu” olmak üzere sorunların üstesinden gelmenin çaresi, yukarıda belirttiğimiz temel nitelikteki özlü ve anlamlı kavramları ve deyimleri anayasadan silmek değildir. Aksine, bu yola gitmek, daha büyük sorunların yaratılmasına sebep olmak demektir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, etnik kökeni ne olursa olsun, bütün vatandaşlarının temel hak ve hürriyetlerinin, huzur ve refahının, korkudan azade güvenlik ve sağlık içinde yaşamalarının, onların maddi ve manevi varlığını korumalarının ve geliştirmelerinin, iş ve aş sahibi olmalarının, herkesin bir gün başvurduğu adaletin terazisinin doğru işlemesinin güçlü teminatı olabildiği ölçüde, sorunların üstesinden gelinebilecektir. Yurttaşlık Dalgası Martin SCHULZ, Avrupa Parlamentosu Başkanı ve Akdeniz Birliği Parlamenterler Asamblesi Başkanı André AZOULAY, Anna Lindh Kültürlerarası Diyalog İçin EuroAkdeniz Vakfı Başkanı A Ne Denir? R. Ruşen DORA Aklını kafasından ayağına indirene ne denir? “Macera, rüşvet, pusu, korku, piş işler, gerilim, risk, savaş, taciz, katil, kurban, töreci, kesti, doğradı, döve döve öldürdü, kurşun, canavar, kaçak, darp, firari...” Bu başlıklar reklam, TV, gazete vb. günlük yaşantımızı renklendiriyor. Öte yanda “sevgi, saygı, nezaket, hoşgörü, bağışlanma, af, teşekkür, lütfen...” yok gibi. Bir giriş çıkışta kapıyı açarak “buyrun” diyene selam vermeden geçene “ne denir”? Çöpünü, sigarasını, tükürüğünü, otosundan şişesini ortalığa atana “ne denir”? Kuyrukta sırasını bekleyenleri ite kaka geçip önde duranlara “ne denir”? Kesip, doğrayıp, bıçakladım diyene “ne denir”? Kırmızıda geçip yeşilde bekleyene “ne denir”? Çocuk ve büyük iken canlılara eziyet, zulüm, tekme, sopa atana; “ne denir”? Şiddet, cinayet, işkence, vurma, kırma yapana; “ne denir”? Güzellikler ile değer yargılarına göre yetişip, bunları uygulayanlara “ne denir”? Başarılar, doğrular nasıl eğitilip öğretilirse, kötülükler de öyle eğitilir öğretilir mi? Dilin güzel örnekleri, giysi ve davranış kalitesi yerine “otuz iki” dişini yılışıkça gösteren, bozuk görünüş ve sırıtmalı sorumlu reklam yaptırmalar, yayınlar için “hedef kütle” deyişine, çirkinliklere “ne güzel kılıf” deyişine “ne denir”? “En iyisi hiçbir şeye karışma, bulaşma” diyene “ne denir”? Hadi söyleyelim, bir zamanların “Eşek Şaban, Şepkemin altındayım” gibi bozulmaların bugünkü deyişleri ile; “hedef kitle” ile çok mu kazanç elde ediliyor? Bu hedef maskaralığı ile topluma iyileri, kaliteyi sunmayı çok mu gördüler? Neden hedef kitle en aşağıda sanılıyor? Bu bozukluklara “evet” diyenlere “ne denir?” Onlara “Hey! Çıkarcılar” denir mi? Onların bu kalitesizliklerine arka çıkanların neyi hedefledikleri bilinçli ya da aymazlıklar ile ne kazanım sağladığı aslında çok belirgindir. Hedef çok açıktır. Değer yargılarını, dilini, kimlikleri, kaliteyi bozmak güveni ve ileri yerine gerilemeyi beslemek kimlere yarar? Bir dış güç, emelleri için o toplumu içinden çürütüp köleleştirip uşaklaştırmak için ne yapar? İşte pek çok örnek bunu söylüyor. İç aymazlar, çıkarcılar, bu işin ustası geçinenlerdir. Hayınlardır* o çürütücüler. Ama o uşaklarla işi bitenin ilk tekmeleyeceği de onlardır. Bu hayınların aklı başına tekmelendiğinde gelse de artık toplumunu da batırmışlar, sığınacak yerleri de yoktur. “Kutlarız”a, “ne denir”? *Prof. H. Veldet Velidedeoğlu’nun deyişiyle. kdeniz, yenilenme ile kriz arasında bocalıyor. Yeni siyasi, sosyal ve kültürel gerçekliklerin doğum sancılarına tanık oluyoruz. Kuzeyden güneye her yerde hissedilir bir beklenti ve belirsizlik duygusu sürüyor ve izlenecek yol da net değil. Avrupa’daki borç krizi bir yandan insanları, siyaseti ve kurumları sarsarken diğer yandan da özellikle gençleri etkisi altına alan, artan bir işsizliğe yol açtı. Giderek artan yetersizlik duygusu; siyasete güvensizlik, farklı inanç ve etnisitelerden gelen insanlara karşı hoşgörüsüzlüğün ulaştığı endişe verici boyutlar ise krizin siyasi faturasını ortaya koyuyor. Akdeniz’in güney ve doğu kıyıları boyunca eski otoriter rejimlerin devrilmesi, rakip oyuncuların kapsayıcı bir siyasi dönüşüm yaratmak üzere mücadele ettikleri zorlu bir alan oluştururken 80.000 kişinin öldüğü Suriye trajedisi ise İsrailFilistin arasında süregelen dayanılmaz açmazı gölgede bırakmakta. Ortak alanımız ve ortak değerlerimiz etrafında inşa edilmiş yeni bir Akdeniz hareketine ciddi gereksinim var. Fırsatlar da siyasi ve ekonomik gerekçeler de ortada. Peki ya siyasi irade? Anna Lindh Akdeniz Forumu, Akdeniz Birliği’ne (UfM) üye 42 ülkeden 1000’i aşkın sivil toplum örgütü ve kurumun katılımıyla 47 Nisan’da 2013 Avrupa Kültür Başkenti Marsilya’da düzenleniyor. 67 Nisan günlerinde Forum’da edinilen bulgular ışığında, yine Marsilya’da, Akdeniz Birliği Parlamento Başkanları’nın ilk zirve toplantısı gerçekleştirilecek. Bu toplantıya 40’tan fazla AB ve Akdeniz ülkesi parlamento başkanı katılacak. 2008’deki Paris zirvesinin ardından düzenlenen bu toplantı ilk üst düzey siyasi toplantı olması hasebiyle büyük bir önem taşımaktadır. Amaç çok net: EuroAkdeniz işbirliğinin “para, hareketlilik ve piyasalar”dan ibaret üç ilke üzerine inşa edildiği kadar siyasi diyaloğun da üç ilke üzerine kurulması gerekmektedir. Bu üç ilke de “halk, parlamentolar ve katılım”dır. EuroMed diyaloğunun başarılı bir şekilde yeniden başlatılması, Akdeniz bölgesindeki vatandaşların ve sivil toplumun harekete geçirilmesine odaklanmalıdır. Kültürler arası eğilimler üzerine yapılan son Anna Lindh Vakfı /Gallup araştırması, bu denizi paylaşan halkların komşu ülkelerde süregelen siyaset, ekonomi ve kültür olaylarına ilgilerinin her geçen gün daha da arttığını göstermiştir. Kuzey Afrika’daki ayaklanmaların ardından yapılan ilk EuroMed anketi niteliğini taşıyan bu araştırma, Akdeniz’in iki yakasındaki insanların Arap uyanışının EuroMed ilişkileri üzerinde genel itibarıyla olumlu bir etki yaratacağını düşündüğünü de göstermektedir. Ancak anketlerin ötesinde, Akdeniz’in iki yakasının kitlesel olarak harekete geçmesi, yurttaşların ülke yönetiminde bir kenarda bırakılmayı kabul etmeyeceklerini göstermektedir. Kuzey Afrika’daki kemikleşmiş rejimlerin yıkılması, dış dünyanın Arap toplumlarına karşı sahip olduğu varsayımları da çürütmüştür. Ortada paylaşılan değerler olduğu gibi zorluklar da var ve bunların da tespit edilmesi gerekiyor. Hepimizi etkileyen ekonomik istikrarsızlık, sosyal eşitsizlik, genç işsizliği ve çevrenin giderek bozulması gibi ortak sorunlar birlikte ele alınmalıdır. Kırılmış toplumları yeniden inşa etme ve yeni demokrasiler yaratma çabalarında gideceğimiz yön, bu hususlara ve ortak somut projelere odaklanmalıdır. Bölgede yaşanan ve toplumları sarsan bu olaylardan çıkartılacak net bir sonuç var ise o da şudur: Hükümet yapıları ve diğer geleneksel toplumsal otorite kaynakları yeniden yurttaşlarla birlikte, yurttaşlar için çalışır hale getirilmelidir. Sahiplik duygusunun paylaşımına ve ortak çıkarlara dayanan gerçek bir ortaklık sağlanmalıdır. Yalnızca eski sistemi besleyen güç sistemleri (artık) çalışmayacaktır. Ekonomik ve maddi kaynakların her zamandan daha kıt olduğu uluslararası bir ortamda kamunun seçilen öncelikleri güçlü bir şekilde sahiplenmesi gerekmektedir. Bölgenin muazzam bir gençlik enerjisi, dinamizm potansiyeli ve bunlara eşlik eden girişimci ve yenilikçi bir ruhu var. Bugüne dek Akdeniz halkları için bir birlik kurulmasını hedefleyen girişimleri engelleyen unsurları ele almalıyız. Tepeden inme çözümler işe yaramayacaktır. Akdeniz ortaklığı yurttaşlar tarafından, yurttaşlar için ele alınmalıdır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle