12 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 19 MART 2013 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Uğur Mumcu Aramızda “Ben Atatürkçüyüm. Ben Cumhuriyetçiyim. Ben laikim. Ben antiemperyalistim. Ben tam bağımsız Türkiye’den yanayım. Ben özgürlükçüyüm. Ben insan hakları savunucusuyum. Ben terörün karşısındayım. Ben yobazların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım.” Kim diyor bunları? Türkiye günden güne gerileme çıkmazına itilirken hangi yürekli adam? Böyleleri var mı? Hâlâ aramızda mı? Nerdeler? Ortalıkta öyleleri görülmüyor! “Ben”li söyleşiyi kim söylüyor? Sen mi? O mu? Nerde o? Gizlendi mi korkudan? Kim olduğunu yazacağım diye? Yirmi birinci yüzyılın mart ayındayız. Oku gazeteleri, yeni çıkan kitapları... Nerde o değişik sesi çıkarabilecek kişi? Biri vardı, yıllardır yok!.. Konuşamaz, yazamaz, söyleşemez. Onu yok ettiler. Öyle biri yaşamasın daha iyi dediler. Kötü örnek oluyordu gençlerimize. Yanlış yola çağırıyordu. Ortada dosdoğru yol varken! Uğur Mumcu’dur yine yaşayan, yaşayacak olan. Uğur Mumcu yok edilemez. Mumcu’lar bir değildir, çoktur, sayısızdır, silahla, bombayla yok edilemezler. Uğur Mumcu bir bombayla paramparça edildi. Ama yaşıyor daha, konuşuyor, söyleşiyor, yazıyor. Soluğu çıktıkça bağırıyor. Heyy, insanoğlu uyan uyan... Laik olmak, cumhuriyetçi olmak, bağımsız bir Türkiye’den yana olmak... Türkiye’nin bağımsızlığını son nefesine kadar savunmak... Yeniden yaratmak gerektiğinde! Uğur Mumcu’yla resimlerde birlikteyiz. Gerçek yaşamda da yan yanayız. Ölümsüzlere yok olmak diye bir şey yoktur. “Ben insan hakları savunucusuyum. Ben yobazların karşısındayım. Ben Atatürkçüyüm.” Yalnız bu yeter... Mustafa Kemal Atatürkçülük yaşamda tek güç. Yok edilmeye çalışılsa da boş. Bugün de yarın da gelecekte de... Haydarpaşa Varlığını Gar Olarak Sürdürmelidir Haydarpaşa önemli bir ulaştırma odağı ve İstanbul’un simgelerinden biridir. Hem ulaştırma gereği hem de İstanbul’un kimliğindeki simgesel yeri açısından Haydarpaşa’ya yaraşan, varlığını gar olarak sürdürmesidir. H Prof. Dr. Güngör EVREN Mimar aydarpaşa önemli bir ulaştırma odağı ve İstanbul’un simgelerinden biridir. Hem ulaştırma gereği hem de İstanbul’un kimliğindeki simgesel yeri açısından Haydarpaşa’ya yaraşan, varlığını gar olarak sürdürmesidir. İstanbul büyüklüğünde bir metropolün, Boğaz ile ayrılan iki yakasıyla, gar değil garlara gereksinimi bütünlük içinde ve doğru değerlendirilmelidir. Bu bağlamda, 5 milyonu aşkın nüfusuyla önemli bir metropol niteliğindeki Anadolu yakası için Haydarpaşa’yı gar olmaktan çıkarmak akılcı değildir. Yüksek hızlı trenler için ihtiyaç duyulan garlar konunun önemini artırmaktadır. Gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da İstanbul’un Anadolu ile ışınsal birçok hatla bağlanamayacak bir coğrafi konumda bulunmasıdır. Yani Anadolu’dan İstanbul’a bağlantı dar bir koridor içinde ve bu aşamada yalnız bir hatla gerçekleştirilebilmektedir. Bu durumda, var olan bir gar konusunda karar verilirken dikkatli davranılması gerekir. tirmek gibi üç işlevi olan Marmaray’ın Boğaz’ı geçen tünel kesiminde, en az üç hat gerekirken yalnız iki hat bulunmaktadır. Ama bu tüneli kullanacak hat sayısı, biri ana hat için olmak üzere üçtür. Öte yandan, tünelin yalnız kentsel yolculuklar için yeterli olabileceği belirtilmektedir. Bu koşullarda, tünelin metro dizilerine ek olarak ana hat yolcu ve yük trenleriyle hızlı trenleri geçirebilmesi olanaksızdır. Bu durum, İstanbul’dan Anadolu’ya yönelik tren seferlerinin önemli bölümünün Anadolu yakasından hareketini gerektirecektir. Haydarpaşa bu amaca uygun bir çözümü sağlayabilir. Haydarpaşa’yı dışlayarak, yolcu ve yük trenleri ve hızlı trenler için uygun bir gar yeri bulmak güçtür. eksik yaşamaktır. İstanbul’un ulaştırmasını bu duygu öğesini göz ardı ederek düzenlemeye çalışmak da elbette eksik, hatta yanlış olur. İnsanların İstanbul’a kavuşmasının ve denizle kucaklaşmasının simgesi olan Haydarpaşa, ona bu özelliğini kazandıran işlevinden koparılmamalıdır. Ben 17 yaşımda iken, ilk kez hem İstanbul hem de denizle, bugün bile tazeliğini koruyan duygularla Haydarpaşa’da tanışmıştım. Bu öykü, yalnız benim değil milyonların öyküsüdür. Onlardan çocuklarına, torunlarına aktarılmıştır. İstanbul’un kimliğine sinmiş böyle bir duygu paylaşımı hafife alınmamalıdır. Şehit İhaneti Bilmez... Şehitler yere düşerken en son neyi düşünürler?.. Bir köy evini mi?.. Penceresinde kanaviçe perdeler... Ağlayan bir çift göz mü görür?.. Kara sürmeli... Babasını mı çağırır?.. Annesine mi sarılır?.. Bekleyen bebeğine mi uzatır elini?.. Bir tarlada koşmaya mı başlar yiğidim?.. Dört yanı kır çiçekleri... H Ama hiçbirinin aklından “ihanet” geçmez... Dün Çanakkale törenlerini izlerken bunları düşündüm... H “Çanakkale geçilmez” ise o İngiliz gemileri nasıl geldi İstanbul’a babacığım?.. Uçarak mı geldiler?.. 250 bin aslan parçası can verdikten sonra neler oldu da 13 Kasım 1918’de Mondros Mütarekesi ile gemilerden inen İngiliz devriyeleri dolanmaya başladı İstanbul sokaklarında?.. H Çanakkale Savaşı bir kahramanlık destanıdır, Cumhuriyetimizin filizlendiği yerdir, böyle bir destanı kaç ulus yazabilir?.. İyi ama daha şehitlerin kanı kurumadan bir basiretsizliğin, gafletin, ihanetin sonunda, padişahın tuğrası ile düşmanın salına salına Çanakkale’den geçip İstanbul sokaklarında devriye gezmeye başladığını niçin kimse anlatmıyor o kürsülerden?.. Nasıl oldu?.. Niçin?.. Hangi ihanetlerle o şehitleri bir kez daha vurdular?.. H Tıpkı bu günler sanki... Sınır boylarında bayrağımız dalgalansın diye 40 bin insan can verdikten sonra... Dün İstanbul sokaklarında Türk bayrağı taşıyanların sürüklenerek götürülmesi gibi... H Şehit düşerken en son neyi düşünür?.. Herkese selam mı söyler?.. Bir köy evine doğru koşmak mı ister?.. Annesinin dizine mi dönüşür toprak?.. Su mu ister sevgiliden?.. En son “Hakkınızı helal edin” mi der, bilemeyiz... H Ama... İhaneti bilmeden gider şehitler... Haydarpaşa gar olarak kalmalıdır Günümüzde Avrupa garları, halkın buluşacağı, birlikte zaman geçireceği mekânlar olarak düzenlenmektedir. 25 Şubat 2013 tarihli gazetelerde Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım’ın bir açıklaması yer aldı: “…Haydarpaşa Garı otel değil, halka açık devam edecek.” Halka açık bir Haydarpaşa için en uygun olanı gar işlevidir. Haydarpaşa yalnız Anadolu yakasına değil, Boğaz’ın karşı kıyılarına da hizmet sunabilecek uygun bir gar olabilir. Haydarpaşa kadar gar işleviyle özdeşleşmiş başka bir gar olabileceğini düşünemiyorum. Haydarpaşa’ya kimliğini kazandıran, mimari özellikleri ve görünüşünün ötesindeki yaşanmışlıkların, özlemlerin ve hayallerin simgesi olma niteliğidir. Sonuç olarak, demiryolu ve denizyolu için gereksinme duyulan ve İstanbul’un kimliğinin özel bir parçası olan Haydarpaşa’ya yaraşan, varlığını gar olarak sürdürmesidir. İstanbul için denizin anlamı ve Haydarpaşa Haydarpaşa, uzun yıllar, İstanbul’un deniz ve demiryolu birlikteliğini sağlayan ulaştırma odaklarından biri olmuştur. Kadıköy ile birlikte Boğaz, deniz taşımacılığının yarısının gerçekleşmesine katkı sağlamıştır. İstanbul’un denizle buluşturulması ve bütünleştirilmesi, İstanbul yaşamının unutulmaması gereken bir parçasıdır. İstanbul için, denizin anlamını kavramak ve duyumsamak önemlidir. Bir bardak çay eşliğinde Boğaz vapurunda çevreyi seyretme keyfini tatmamak, İstanbul’u İstanbul’un Haydarpaşa’ya gar olarak gereksinimi var Sözün özü, İstanbul’un Haydarpaşa’ya gar olarak gereksinimi vardır. Marmaray’ın Haydarpaşa’yı işlevsiz kıldığı savının da inandırıcı bir gerekçesi bulunmamaktadır. İstanbul’un iki yakasını, Anadolu ile Trakya’yı ve Asya ile Avrupa’yı birleş Yeni Sol Kaybedecek Zaman Yok! E mekçilerin ve ezilenlerin sesi her geçen gün yükseliyor ve amansız bir çığlığa dönüşüyor. Küresel kriz, belki Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle cebi doluları “teğet” geçmiş olabilir ama ezilen, emekçi ve yoksul kesimin sofrasının tam ortasından geçerken onları nefes alamayacak hale bürüdü. “Yeni dünya kuruluyor” söylemleri de gasp edilen haklara karşı yükselen çığlıkla birlikte yükseliyor. Evet, yeni dünya kuruluyor, kapitalizmin iştahı gitgide kabarıyor ve çok geniş bir kesimin yaşam alanını daraltıyor. Bu düzenin yıkılması ve insanlığın her şeye rağmen hayat bulması, düşünenleri yeni arayışlara ve ihtiyaçlara yöneltiyor. Sol, bu zamana dek beklenen etkiyi gösteremedi. Çaresizlerin çaresi olacak bir anlayışın egemen olduğu bir yapıyla hayat bulmadı veya buldurtmadılar. Yaşanan sadece ekonomik kriz değil. Dünyanın her yeri şiddet sarmalına dönüşmüş emperyalizmin çökerttiği yuvalarda bir daha anılmamak üzere insanlığa çoktan kefen giydirilmiş durumda… Yaşananlar, solun temsilcisi olarak gösterilen Sosyalist Enternasyonal’den olan beklentiyi artırıyor. Ama ne yazık ki mevcut yapı, beklentilerin çok uzağında. Sanayi Devrimi sonrası kapitalizmin dişlilerinin her geçen gün keskinleşmeye başladığı dönemlerde birçok girişim gerçekleşti. Fakat bu girişimler genelde başarısızlıkla sonuçlandı ve tarih sayfasında sadece bir başlık olarak yer aldı. Hatta SE, kuruluş felsefesinden öyle uzaklaştı ki, ülkemizin de yer aldığı 1. Dünya Savaşı sonrası birçok ülkenin işgal yoluyla parçalanması ve sömürülmesine sadece izleyici kaldı, yeri geldi emperyal çizginin koruyucusu oldu. Şu anki SE’nin genel yapısı 1. Dün Ali KILIÇ CHP Yurtdışı Örgütlenme Koordinatörü ya Savaşı’ndaki iradesine sahip çıkıyor. Özellikle Batılı ülkelerin sosyal demokrat partilerinin sürükleyicisi olduğu Enternasyonal bileşenlerinin büyük kısmı emperyalist saldırganlığı destekliyor ve bunu reform olarak savunuyor. Ortadoğu yanıyor ama Sosyalist Enternasyonal sadece izliyor. İyi bir sinema veya tiyatro izleyicisi gibi, oyunun sonunda da alkışını esirgemiyor… İnsanlık onuruyla örtüşmeyen partiler Sol temsilcilerin; işgal edilen, sömürülen Afrika ve Ortadoğu’da emperyalist dilin temsilciliğini üstlenmesi, gerçek anlamda sol, özgürlük ve insan haklarını savunan hareketler için önemli bir engeldir. Mevcut yapının içerisinde ayrıca, demokrasi ve özgürlüklere bakış açılarının insanlık onuruyla örtüşmesi mümkün olmayan partiler de yer alıyor. Kendi ülkelerinde dikta anlayışı denilen rejimi temsil eden bu partilerin çoğunluğu, maalesef bu yapıda söz sahibi oluyor. Bu engelin kaldırılması ve tek kutuplu dünyanın destekçisi kurumlara mahkum halkları kurtaracak yeni organizasyona ihtiyaç duyulduğuna yönelik ilk çağrı 2009 yılında, geçen günlerde kaybettiğimiz Hugo Chavez’den gelmişti. “Kaybedecek zaman yok” sloganıyla 40 ülkeden 150 delege bir araya gelmiş, yeni bir organizasyona ihtiyaç duyulduğuna ne kadar karar verilmiş olsa da bu yönde somut bir adım atılamamıştır. Halkıyla birlikte emperyalizme karşı mücadele vererek önemli bir eseri tarihe kazandıran Chavez’in bu çağrısı, elbette dikkate alınmalıdır. Çünkü sol kaybettikçe, insanlık kaybetmeye mahkum olacaktır. Bu anlamda geçen hafta çok önemli bir buluşmaya tanık olduk. SE’nin iki temsilcisi SPD ve CHP liderleri, ülke lerinde yaşanan güncel siyasi gelişmelerle birlikte uluslararası gelişmeleri de değerlendirdi. Tarihi mirasıyla emperyalizme karşı verilecek mücadelede kılavuz olacak CHP’nin, her türlü sol hareketin olmazsa olmazı olduğu bu görüşmede de net bir şekilde ortaya çıktı. Bu anlamda SE’nin bu yapısının yıkılması adına Cumhuriyet Halk Partisi’nin, Erdal İnönü ve Deniz Baykal’dan sonra Kemal Kılıçdaroğlu döneminde de aktif görev alması ve yönetici konumuna erişmesi elbette olumlu bir gelişmeydi. 150 yıllık tarihi olan SPD lideri Sigmar Gabriel de 2009 yılında Chavez’in “Kaybedecek zaman yok” ve son olarak Portekiz’de düzenlenen toplantıya haykırışlarıyla damga vuran Uluslararası Sosyalist Gençlik Birliği Genel Sekreteri Beatriz Talegon’un mesajını iyi okumuş olmalı ki, yüzyıla yakın geçmişi olan CHP’nin, 5. Enternasyonal’e büyük katkıları olacağından kuşku duymadığını ifade etti. Gabriel, CHP Yurtdışı Örgütlenme çalışmaları bünyesinde 19 Mayıs’ta Almanya’da düzenlenecek ve tüm dünyada yankı bulacak “CHP İnternational Festivali”ne katılacak olan Kılıçdaroğlu ile, bu kez ev sahibi olarak bir araya gelecek. Dünya yeniden şekillenecekse, insan hak ve özgürlüklerini en ön planda tutan sosyal demokratların söyleyecek sözü mutlaka olacaktır! Bu zamana dek “Enternasyonal” sözcüğü lafta kalmış, büyük tekellerin uluslararası örgütleri arasında önemli bir işlev gören kurumu olarak kullanılmıştı. Bu kez, emperyalizme diz çöktüren CHP’nin mücadelenin kaçınılmaz olduğu bu dönemde mindere tekrardan çıkacak olması; “Yeni Dünya”ya doğacak güneş ışıltısıyla birlikte alın terine, emeğe ve halkların kardeşliğine açılacak yolun aydınlığını müjdeliyor. tecavüze uğradılar, genç delikanlı doktorlar dövüldüler, öldürüldüler, kolları, bacakları kırıldı. Akıllarını yitirdiler, akli bedeni sakat kaldılar, mesleklerini bıraktılar. Ben doktorum... Hani ateşinizi düşüren, kanamanızı durduran, sizi ameliyat eden, acınızı ağrınızı dindiren, sizin ölümlere, hastalıklarınıza karşı koruyan, yanınızda yer alan, çaresiz umarsız dertlerinize çare arayan, mücadelenize destek olan, kötü gün dostunuz... Ben doktorum... Beni dövdünüz, sövdünüz, aşağıladınız, öldürdünüz, kemiklerimi kırdınız. Gözlüğümü kırdınız. Paramı, emeğimin karşılığını, alın terimi, yıllarımı, izinlerimi vermediniz, evime göndermediniz. Yaşamımı çaldınız. Sizlere hakkımı helal etmiyorum. H ani her gittiğiniz hastanede, her an, her mevsim, her tatil gününde, gecegündüz, saçı başı dağınık, sakalı biraz uzamış, makyaj çizgileri silinmiş, beyaz forması buruşuk, hafifden kirlenmiş haliyle karşınıza çıkan, evli mi bekâr mı bilmediğiniz, o yorgun doktorlardan biriyim... Ben doktorum... Tıp okulları o ülkenin en çalışkan (en akıllı, en zeki demeyeyim, alınanlar olur), en yüksek puanları tutturan öğrencilerini alır. Tıp okulunuTıbbiye’yi kazanmak isteyenler liselerde de çalışkan olmak zorundadır. Bu öğrenciler mahallesokak arsalarında top koşturamamışlardır, sınavlarından, derslerinden istedikleri tiyatroya, istedikleri, çok görmek istedikleri filmi de oynatan sinemalara gidememişler Ben Doktorum... Dr. Sedat AKSIN İç Hastalıkları Uzmanı dir. Bir kız arkadaşları ile bir plaja, bir muhallebiciye, bir dansa dahi gidememişlerdir. Arkadaşları azalmıştır. Ben doktorum... Yaşamım, gençliğim, orta yaşım, baharım, yazım, ilkbaharım, en güzel günlerim kütüphanelerde, masalarda, herkes uyurken ben iki büklüm, bazen uykusuz, bazen tok, bazen aç, kalın kitapların sayfaları arasında geçti saatlerim, günlerim, aylarım, yıllarım, yaşlarım... Fakültelerde bazı arkadaşlarım derslerin ağırlığından tırlattı, delirdi, hastalandı, okulunu bıraktı. Bazıları da canını dişine taktı, okullarını bitirdi “doktor” oldu... Ben doktorum... Bizim ülkemizde okulunu henüz bitiren doktorlara zorunlu hizmet yasayla kondu. Çünkü askerler, savcılar, polisler, kaymakamlar, öğretmenler de gidiyordu doktorlar da gitmeliydiler. Burası tamam. Doktor ve öğretmenlerin güvenlikleri, silahları yoktu ki kendilerini korusunlar, korusunlar. Doktorların, öğretmenlerin güvenliğini sağlamak devletin görevi değil miydi!?. Doktorlardan, öğretmenlerden de öldürülenler, yaralananlar oldu. Can güvenlikleri hiçbir zaman olmadı. Doktor olan gencecik kızlar doğunun ücra köşelerinde taciz edildiler,
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle