19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 9 EKİM 2013 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Yaşar Ağabey Çok Yaşa! Bağımlı Kurbanlık BİR yazı ancak bu kadar özlü ve doğru, aynı zamanda ancak bu kadar kapsamlı ve güncel olabilir: Pazartesi günkü Cumhuriyet’in bu sayfasına Doç. Dr. Hüner Tuncel’in yazdığı “Adnan Menderes’in Dış Politikası” başlıklı yazı öylesine düşünce doluydu. Hepsi şu paragrafla sonuçlanmıştı: “Dış politikada ‘tam bağımsızlık’ yerine Batılı devletlere ‘bağımlılık’ görüşü ne yazık ki Demokrat Parti’den sonra günümüze değin iktidara gelen diğer hükümetler tarafından da benimsenmiş ve hükümetlerin uyguladıkları yanlış politikalar sonucunda ülkemiz bugünkü Batılı devletlere bağımlılık konumuna indirgenmiştir.” azı devletler başka bazı devletlerin politikalarını onların isteklerine göre uygulamak durumundalar. Nitekim bugünün Batılı devletleri kendi kıtalar arası politikalarını yürütmek için “ılımlı İslam”ı seçmeyi, desteklemeyi, korumayı, teşvik etmeyi uygun buldular. Ama yine kendi ölçülerine, kendilerince yapılmış ayarlamalara göre. Ne biraz eksik, ne biraz fazla. Teknolojiler bakımından da aynı durum. Dolayısıyla eğer tam bağımsız değilsek, gelişme ve kalkınma tarzımızla hızımız özde hep başkalarının iradesine bağlı olabiliyor. Onun için, bağımsızlığın bütünüyle “tam” olması gerekiyor; ekonomide de, teknolojide de, dış politikada da. Tabii, en başta düşünce, zihniyet, inanç açısından. Onlar yoksa, başkalarının kurbanısınız; bazı durumlarda kendinizi de kurban ederek. u bakımdan büyüklüklerine, yenilmezliklerine toz kondurmaz görünen, atıp tutan ve bazen çevrelerine kudret saçmayı seven devlet adamlarının bağımsızlık derecelerine bakmak gerekir. Dr. Tuncel’in yazdığı gibi, Batı’ya bağlanmak Demokrat Parti için bir “siyaset felsefesi” olmuştu. Ama yabancıların tavsiyesi üzerine Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu’nu, Petrol Yasası’nı çıkaran da o partinin liderleri oldu. Benzerleri yaşıyor ve başımızdalar. Onlar hâlâ birkaç milyarlık falanca kamu işletmesini satmış olmakla övündükçe konunun bu yanını düşünüp şaşıyor insan. Satışları becermekle kamuyu güçlendirmiş mi olmaktalar, yoksa zayıflatıyorlar mı? H B B aber ajansı dpa, büyük insan, büyük romancı Yaşar Kemal’imizin 6 Ekim’de 90. yaş gününü kutladığını bildiriyor. 90. yaş gününü biliyordum, ama 6 Ekim’in doğum günü olduğundan haberim yoktu, benim bilgisizliğim. Ajans haberi, yaşı izin verse, Gezici gençlerin arasında olurdu, diyor. Yapıtının baştan sona ana çizgisi, duyumsanan haksızlığa karşı direnme, özgürlük ve insan hakları için savaşım, diye ekliyor. Yaşar Kemal’in şu sözlerine gönderme var: Ekim sonlarına doğru göçerler yayladan Çukurova’ya dönerler, buna rastgelen bir gün doğmuşum. Ama babasının nüfusa kaydettirdiği 6 Ekim’i doğum günü olarak kutluyor. 1915 Rus işgali sırasında aile Van yöresinden Çukurova’ya göçüyor. Yaşar Kemal de orada doğuyor. Sosyalist dünya görüşü yüzünden ilk kez 17 yaşında tutuklandığını okuyoruz. Daha sonra, “1950 yılında, işkence görüyorum. 1971 yılında yeniden tutuklandım, ama uluslararası protestolar karşısında serbest bırakıldım. Hiç kuşkusuz hapishane çağdaş Türk edebiyatının okuludur”, diyor ajans haberinde. Haberi okurken çağrışımlar birbirini izledi. 1977 yılı ekimi. Ertesi gün Nobel ödülü açıklanacak. Öğleden sonra Stuttgart’taki evimize Spiegel dergisinden ve bazı büyük Alman gazetelerinden art arda telefonlar geliyor. “Yarın saat 13’te bize geçecek gibi, Yaşar Kemal üzerine bir yazı hazırlar mısın?” Bir gün önceden haberini almışlar. Ertesi gün açıklanacak Nobel ödülü ya Yaşar Kemal’e ya da Avustralyalı Patrick White’a verilecekmiş. İki yazar finalde yani. Ne yazık, karar White’a çıktı. Bütün gece oturup hazırladığım yazılar elimde kaldı. Ama Almanya’daki uygulama gereği, ısmarlanan yazılar için, basılmayınca yarı telif yine ödendi. Yirmi yıl sonra 1997 Ekimi’nde Alman Yayıncılar Birliği’nin Barış Yaşar Kemal, çağdaş romanın zirvesinde bir yazar. Ama onu buraya taşıyan müthiş dil ve eskiyle yeniyi kaynaştıran kurgu ve anlatımının yanı sıra, daha yetmişli yıllarda ısrarla çevre kirliliğine dikkat çekmesi, vahşi kapitalizmin tehditleriyle savaşımı ve illa insanlık ve barış için bıkmaz usanmaz çabası da olmuştur. Son olarak Erivan’da düşmanlıkları yermiş, barışı yüceltmiştir. YÜKSEL PAZARKAYA / Yazar Ödülü’nü aldıktan sonra ki tarihi Paul Kilise’sinde bu ödül törenini izleme mutluluğum oldu bir toplantı için Köln’e geldi. Katedral’in yanındaki otel lobisinde baş başa bir sohbetimiz oldu. “Yaşar Ağabey, Nobel Ödülü’nü izlemek için de davet beklerim” dedim. Durgunlaştı. “Bana vermezler artık” dedi. “Sana vermeyip kime verecekler?” demek istedim, ama bir bildiği vardı. Paul Kilise’ndeki ödülde konuşmacı Laudator Günter Grass’tı. “Yaşar Kemal’in kitaplarında, ırkçılık resmi ideolojinin politikası olarak ortaya çıkıyor, bu yüzden hükümetler onu sevmezler” diyordu konuşmasında. Oysa daha birkaç yıl önce Sosyal Demokrat Parti SPD’nin Telgte kentinde düzenlediği bir hafta sonu edebiyat buluşmasında, kapalı devre yazdıklarımızdan birbirimize okuyor ve tartışıyorduk. Grass, “Ermeni olaylarını yazan Türk yazarı yok” diye beni suçladı. “Yaşar Kemal var” dedim. Yaşar Kemal adını belki henüz duymamıştı. Sanırım daha sonra okudu. Yaşar Ağabey’in Almancaya çevrilen ilk kitapları, rahmetli dostum Türkolog H. Wilfrid Brands’ın güzel çevirisiyle 1960 ve 1961 yıllarında Scheffler Yayınevi’nde “İnce Memed” ile “Teneke” idi. Öğrenci bursumdan özellikle İnce Memed’i en az yirmi kez satın alıp gururla Alman arkadaşlarıma, öğretmenlerime armağan etmiştim. Sonraki yıllarda önce Helga ve Yıldırım Dağyeli çevirileriyle, daha sonra sevgili Cornelius Bischoff’un, mükemmel çevirileriyle neredeyse bütün kitapları Zürih’teki Unionsverlag tarafından basıldı. Yaşar Kemal Almancada da bir kült yazar oldu. istiyorum. O kadar çok yazacak konum var.” Yetmez, Yaşar Ağabey, yetmez. Bilim insanları, insan organizmasının 120 yıla ayarlı olduğundan söz ediyorlar. Ben sana en az bunu diliyorum. Nice yeni yapıtlara, esenlikle, sen çok yaşa, Yaşar Ağabey! ağdaş romanın zirvesinde Yaşar Kemal, çağdaş romanın zirvesinde bir yazar. Ama onu buraya taşıyan müthiş dil ve eskiyle yeniyi kaynaştıran kurgu ve anlatımının yanı sıra, daha yetmişli yıllarda ısrarla çevre kirliliğine dikkat çekmesi, vahşi kapitalizmin tehditleriyle savaşımı ve illa insanlık ve barış için bıkmaz usanmaz çabası da olmuştur. Son olarak Erivan’da düşmanlıkları yermiş, barışı yüceltmiştir. Kırk yıl demlenen belki demlenmek zorunda kalan eylül ayında yayımlanan son kitabı “Tek Kanatlı Bir Kuş” da toplumu saran korkunun üstüne giden bir yapıttır. Korku dedim de, 12 Eylül 1980 darbesi olunca, İsveç’ten Türkiye’ye dönmeye karar verir. Geçerken Stuttgart’ta, eksik olmasın, bana da uğrar. “Ağabey, tam da bu darbeden sonra dönülür mü?” dedim. “Kim vurduya gidenlerin sorumlusu yoktu, onun için İsveç’e gittim. Şimdi bana bir şey olursa, sorumluları var” demişti. O zaman haklıydı. Bugün durum değişik. Sorumlular belli, ama onları sorgulayan yok. Özgürlük ve demokrasi, diyenler vuruluyor, kör ve sakat ediliyorlar. Ne yazık. Çağrışımlar bitmez. Birini daha anarak noktalayayım. Doksanlı yılların başı. Bir akşam Tepebaşı Tüyap’tan kol kola Taksim’e doğru yürüyoruz. Bir ara durdu, “Yüksel”, dedi, “yüz yaşına kadar yaşamak Ç AlmAnyA’DA SOSyAl DEmOKRATlARIn HAyAl KIRIKlIĞI Hükümet Kurma Arayışı 22 Prof. Dr. HAKKI KESKİN / Siyasal Bilimci bu yardımı alamayarak ve oyların sadece yüzde 4.8’ini alarak parlamento dışında kaldı. Eylül Federal Parlamento sonuçları Almanya’nın siyasi tablosunu değiştirdi. Liberaller ilk defa parlamento dışında kalırken Sosyal Demokratlar ve Yeşiller büyük hayal kırıklığı yaşıyor. Merkel’in Hıristiyan Birlik Partisi ve daimi ortağı Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi, birlikte oyların yüzde 41.5’ini alarak ana rakibi Sosyal Demokratlara büyük fark atarak neredeyse tek başına hükümeti kuracak çoğunluğu yakaladı. Bu başarıda ana etken, Almanya ekonomisinin çoğu AB ülkelerine kıyasla daha iyi durumda olmasıdır. Bu seçimlerin beklenen en büyük sonucu ise Liberal Parti’nin (FDP) 1949’dan günümüze ilk defa yüzde 5’lik seçim barajının altında kalarak federal parlamentoya girememesidir. Bu parti 80’li yılların ortalarına değin, yalnız ekonomide değil siyasi ve toplumsal alanda da liberal politikalar izliyordu. Giderek yalnızca ekonomide liberal çizgiyi izleyen, pazar ekonomisine devletin her türlü düzenleyici müdahalesine karşı çıkan ve üst gelir meslek gruplarının çıkarlarını savunan parti konumuna geldi. Siyaseten renksiz, dar seçmen kesiminin çıkarlarını ödünsüz savunan bu parti, son yıllarda ortağı Hıristiyan Birlik Partilerinin ikinci oylarıyla parlamentoya girmeyi başaran parti konumuna düşmüştü. Almanya’da seçimlerde verilen iki oydan ilki seçim bölgesindeki adaylardan birine, ikincisi ise partilerden birine verilmektedir. FDP son seçimlerde de yine hükümet ortağı Merkel’den ikinci oy desteği istedi. Ancak, bu defa osyal Demokratların temel felsefesi... Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) son 44 yılın, 2009 seçimleri hariç, en düşük oyunu aldı. 2009’da oyların yalnızca yüzde 23’ünü alarak Almanya tarihinin en büyük yenilgisine uğramıştı. Bu seçimlerdeki oyları yüzde 25.7’ye çıksa da bu sonuç SPD’nin büyük yenilgisini kapatmamaktadır. Çünkü, Hıristiyan Birlik Partileri oylarını aynı sürede yüzde 33.8’den yüzde 41.5’e çıkarmayı başardılar. Bu yıl SPD 150. kuruluş yılını haklı olarak büyük bir gurur ve onurla kutladı. Almanya’da demokrasi, hukuk devleti ve özellikle de sosyal devletin oluşması ve yerleşmesinde, bu partinin belirleyici rolünü hiç kimse inkâr etmemektedir. “SPD’nin temel felsefesini, sosyal dayanışma, eşitlik ve barış oluşturmaktadır.” Sosyal Demokratların ana seçmenini, geleneksel olarak öncelikle emeğiyle geçinenler oluşturmaktadır. SPD Schröder’e değin sendikalarla her zaman dayanışma içerisinde olmuş, çalışanların, dar gelirlilerin, işsizlerin haklarını savunmayı ana ilkesi edinmişti; sosyal devlet, sosyal haklar ve sosyal adalet ilkelerinden ödün vermemeye büyük özen göstermişti. Gerhard Schröder 1998’de Şansölye (Kanzler) olunca bu ilkeleri adım adım terk ederek sosyal hakları kısmada sağ partilerin bile cesaret edemediği politikaları izlemeye başladı. Sendikalarla SPD arasındaki dayanışmanın bozulmasına neden oldu. Parti içinden ve sendika S lardan gelen eleştirilere “adam sendeci” bir tavırla aldırmadı. 1998 Federal Parlamento seçimlerinde oyların yüzde 40.9’unu alarak hükümetin kurulmasında büyük rolü olan SPD’nin karizmatik başkanı Oskar Lafontaine, bu yanlış politikalara tepki göstererek maliye bakanlığı görevinden, SPD başkanlığından ve daha sonra da SPD’den istifa etti. Lafontaine’nin istifasını partiden ve sendikalardan bir dizi istifa izledi. Ben de 30 yıllık SPD üyeliğimden sonra bu partiden istifa edenlerden biriyim. Böylece SPD’nin solunda, sosyal devlet ilkelerini, sosyal hakları ve sosyal adaleti savunacak önemli bir siyasi boşluk oluştu. Batı Almanya’da “Seçim Alternatifi Birliği” altındaki oluşumla, Doğu Almanya’daki Demokratik Sosyalist Parti birleşerek 2007’de Sol Partiyi (Die Linke) kurdular. Bu parti daha oluşum aşamasında girdiği 2005 seçimlerinde oyların yüzde 8.7’sini almayı başardı. 2009’da oylarını yüzde 11.9’a yükselten Sol Parti, son seçimlerde oy kaybına uğrasa da parlamentoda üçüncü parti oldu. ükümetin kurulması zaman alacak SPD partiden ayrılanlara karşı öfkeci ve yanlış bir politika izleyerek, Sol Parti’yle koalisyona hayır demektedir. Oysa şu andaki seçim sonuçlarıyla Sosyal Demokratlar, Sol Parti ve Yeşiller, birlikte hükümeti kurabilecek çoğunluğa sahiptirler. Merkel’in kolisyon arayışı sürmektedir. SPD, tabanından gelebilecek tepkiler nedeniyle büyük koalisyona son derece temkinli yanaşmakta ve Merkel’le yapılacak hükümet kurma görüşme sonuçlarını, 470.000 üyesinin onayına sunarak karar verebileceğini açıklamıştır. H
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle